İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə1145/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   1141   1142   1143   1144   1145   1146   1147   1148   ...   1221
3900- qqURVET-ÜL VÜSKA |T$Y7~ ­?«:²I­2 : Sağlam kulp. Metin ve muh­kem olan tutulacak şey. *İslamiyet. Kur’an-ı Kerim.

Kur’anda bu tabir (2:256) ve (3:22) âyetlerinde geçer. (Bak: Hablullah)



qqUSÛL ÄY.~ : (Bak: İlm-i Usûl)

qqUYKU YT<—~) : (Bak: Nevm)

Ü



3901- qqÜLFET }S7~ : Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulun­mak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. *Âlemdeki İlahî sanat eserlerini devamlı görmek neticesi bunların hârikalık durumlarını düşünemez olmak. (Bak: Âdiyat, Gaflet, Tefekkür)

Bir atıf notu:

- Mürur-u zamanla hakaika karşı ülfet, bak: 3206.p.

3902- «İnsanları fikren dalalete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telakki etmeleridir. Yani me’lufları olan şeyleri kendilerince malum bilirler. Hatta ül­fet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetle­rinden dolayı malum zannettikleri o adi şeyler, birer hârika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyalaye im’an-ı nazar edebilsinler. Bunla­rın meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair ga­rip hâlâtına bakmayarak yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuaatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Malik-ül Bihar olan Allah’ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.

İnsanların arza ait malumat ve müsellemat-ı bedihiyatları ülfete mebni­dir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakı­lırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur’an âyetleriyle in­sanların nazarını me’lufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ül­fet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin al­tındaki havarik-ul âdât mu’cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.» (M.N. 196)



3903- «Kur’an-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; şu gelecek sözlere dikkat et!

İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bütün kâinattaki âdiyat namıyla yadolunan, hârikulade ve birer mu’cize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zişuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.

Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu’cizat-ı kudreti, âdet per­desi içinde saklayıp, cahilane ve lâkaydane üstünde geçer. Yalnız hârikulâde­likten düşen ve intizam-ı hilkatten huruc eden ve kemal-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arzeder, onları birer ibretli hikmet diye zişuura takdim eder. Meselâ: En cami bir mu’cize-i kudret olan insanın hil­katini adi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemal-i hilkatinden huruc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ: En latif ve umumi bir mu’cize-i rahmet olan bütün yav­ruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerini adi görüp, küfran perdesini üste çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla ia­şesini görüp ondan tecelli eden lütuf ve keremle hazır balıkçıları ağlatmak ister.(*) İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle servet ve gınası; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sani’ cihetindeki fakr ve iflasını gör, ibret al!» (S:137)

3904- «Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikatı tanımayan hayalata sapar. Sırat-ı müstakimi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Müvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır. Zahirperestleri aldatan bir sebeb: Kıssanın hisse ile münasebeti ve mukaddemenin maksud ile zihinde mukareneti, vücud-u haricîde olan mukarenetle iltibas olunmasıdır. Bu noktaya dikkat et, sonra muhtaç olacaksın. Hem de ihtilâlatı tevlid eden, ihtilâfatı ika’ eden, hurafatı icad eden, mübalağatı intac eden esbabın birisi ve belki en birincisi, hilkatte olan hüsün ve azamet ve ulviyete adem-i kanaattir. Hâşa zevk-i fasidesiyle istihfaf-ı nizam etmektir. Halbuki akıl ve hikmet na­zarlarında herbiri kudretin en bahir mu’cizelerinden olan hakaik-ı âlemde olan hüsn-ü intizam ve kemal ve ulviyet, o derece dest-i hikmet ile nakşol­muş ki: Bütün hayalperestlerin ve mübalağacıların hülyalarından geçmiş olan hârikulâde hüsün ve kemale nisbet olunsa; o hârikulâde hayaller gayet adi ve o âdâtullah gayet hârikulâde bir hüsün ve haşmet gösterecektir. Fakat cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesi olan ülfet, mübalağacıların gözlerini kapatmıştır. Böyle gözleri açmak içindir:

Me’luf olan âfak ve enfüste dikkat-ı nazara, Kitab-ı Hakîm emreder. Evet gözleri açan yalnız nücum-u Kur’aniyedir. Öyle nücum-u sâkıbedirler ki: Cehlin zulmünü ve nazar-ı sathînin zulümatını def ettikleri gibi; âyat-ı beyyinat,yed-i beyza ile, ülfet ve sathiyenin hicablarını ve zahirperestliğin perdesini parça parça ederek, ukûlü âfak ve enfüsün hakaikına tevcih edip irşad etmişlerdir. Hem de meyl-ül mübalağatı tevlid eden, beşerin kendi meylini kuvveden fiile çıkarmasına meyelan-ı fıtriyesidir. Zira meyillerinden birisi; hayret verecek acib şeyleri görmeye ve göstermeye ve teceddüde ve icada olan meylidir. Buna binaen vakta beşer, nazar-ı sathî ile kâinat kapla­rında ülfet kapağı altında olan gıda-yı ruhanîyi zevk edemediğinden kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsizlik ve hârikulâdeye meyil ve hayalâta iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i hârikulâde ile teceddüd veya tervic için meyl-ül mübalağa tevellüd eder. O mübalağa ise, dağ tepesinde bir kartopu gibi yuvarlanmakla ta hayalin yüksek zirvesinden lisana kadar teker­lense, sonra lisandan lisana yuvarlanıp giderken kendi hakikatının çok par­çalarını dağıtmakla beraber, her lisandan meyl-ül mübalağa ile çok hayalâtı kendine toplar, şape gibi büyür. Hatta kalbe değil, belki sımahta, belki ha­yalde bile yerleşemiyor. Sonra bir nazar-ı hak gelir, onu tecrid etmekle çıplak ederek tevabiini dağıtıp aslına irca’ eder. “Hak gelir, batıl ölür” sırrı da zahir olur.» (Mu. 43)



3904/1- Ülfet , kevnî hakikatlarda olduğu gibi, mürur-u zamanla cemi­yette ulûm-u mütearife hükmüne geçen Kur’anî hakikatların kıymetini derk ve takdirinde de perde olduğunu anlatan Bediüzzaman Hazretleri, bundan kurtulmanın yolunu şöyle beyan ediyor:

«Kur’anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşr ile küfrün zülumatını nasıl dağıttığını görmek, zevketmek istersen; ken­dini o asr-ı cahiliyette ve o sahra-yı bedeviyette farzet ki, herşey zulmet-i ce­hil ve gaflet altında perde-i cümud u tabiata sarılmış olduğu bir anda birden Kur’anın lisan-ı ulviyesinden

¬v[¬U«E²7~¬i<¬i«Q²7~¬‰—Çf­T²7~ ¬t¬V«W²7~ ¬Œ²‡«ž~ |¬4 _«8«— ¬€~«Y«WÅK7~|¬4_«8 ¬y±V¬7 ­d¬±A«K­<

(62:1) gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem ­d±¬A«K­# sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gök yüzünde birer camid ateşpare olan yıldız­lar ve yerdeki perişan mahlukat, ­Œ²‡«ž²~«— ­p²AÅK7~ ­€~«Y«WÅK7~ ­y«7 ­d±¬A«K­# (17:44) sayhasıyla işitenlerin nazarında; gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer ke­lime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakikat-eda ve arz bir kafa, berr ve bahr bi­rer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı didar eder. Yoksa bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikını göremezsin. Evet o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-ü mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zülumatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve bir çok enva-ı i’cazı içinde bu nev’-i i’cazını zevk edemezsin.» (S.137)

«Hatta bir adam, (57:1) ¬Œ²‡«ž²~«— ¬€~«Y«WÅK7~ |¬4 _«8 ¬y±V¬7 «dÅA«, âyetini okudu. Dedi ki: “Bu âyetin hâ­rika telakki edilen belagatını göremiyorum.” Ona de­nildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o za­mana git, orada dinle.” O da, kendini Kur’andan evvel orada tahayyül eder­ken gördü ki: Mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazife­siz olarak halî, hadsiz, hudutsuz bir fe­zada; kararsız, fani bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’anın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki; bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sı­ralarında dizilen zişuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir cami-i ke­bir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayatdarane zi­kir ve tesbihde ve vazife başında cuş u huruşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti. Ve bu âyetin derece-i belagatını zevk ederek, sair âyetleri buna kıyasla, Kur’anın zemzeme-i belagatı arzın nısfını ve nev’-i beşerin humsunu istila ederek, haşmet-i salta­natı kemal-i ihtiramla ondört asır bilâfasıla idame ettiğinin binler hikmetle­rinden bir hikmetini anladı.» (Ş.135) (Bak: 3008.p.)


Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   1141   1142   1143   1144   1145   1146   1147   1148   ...   1221




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin