İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə183/1221
tarix05.01.2022
ölçüsü13,72 Mb.
#76819
1   ...   179   180   181   182   183   184   185   186   ...   1221
Dâr-üs Selâm (Bak: 3326.p.),

  • Cennet-ül Me’va (Bak: Cennat-ül Me’va)

  • Cennet-ül Huld (25:15)

  • Cennet-ün Naim (26:85, 56:89, 70:38), Cennat-ün Naim (5:65, 10:9, 22:56, 31:8, 37:43, 56:12, 68:34)

  • Cennet-ül Firdevs (18:107, 23:11)

  • Cennet-ül Adn (Bak: Cennat-ül Adn)

  • Cennet-in Âliye (69:22, 88:10)

  • Cennet-ül Vesile (5:35 işarî mâna ile ve ¬}ÅX«D²7~|¬4 °}«7¬i²X«8 ­}«V[¬,«Y²7«~ hadi­siyle; Vesile, Cennet’te bir menzildir.) (E.T.1670) (Müslim; Salât, 11. hadis de aynı­dır.) (Bak: 542.p.sonu)

    Kur’anda geçen Cennet hakkındaki mezkûr isim ve tavsiflerden başka Dar-ul Gurefa: Cennet’in köşkleri, şahnişinleri ve yüksek yerleri (29:58) (25:75 âyetine de bak); Dar-ül emin: Dar-üs Selâm manasında korkusuz, tehlikesiz emin yer (44:51); Dar-ul Mukame: İkametgâh, vatan-ı aslî, cennet-i hususiye (35:35); Dar-ul Karar: Tagayyürsüz istikrarlı yer (40:39) gibi ifadeler de vardır. (Bak: 132.p.)

    533- «Saadet-i ebediye iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır. İkinci kısmı ise, saadet-i cismani­yedir. Bunun esasları; mesken, ekl, nikah olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın dere­celerine göre saadet-i cismaniye tebeddül eder.

    Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden hulûd ve devamdır. Çünkü sa­adet devam etmezse, zıddına inkılab eder.» (İ.İ.144)

    Cennet’te lezzetin devamı meselesine gelince: «Lezzetin hakiki lezzet olması, zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet ol­duğu gibi, lezzetin zevali de elemdir; hatta zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazi âşıkla­rın eninleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemden­dir. Ve bütün divanlarıyla yaptık­ları ağlamalar, vaveylâlar, hep mahbubların firak ve zevallerinin tasavvurundan neş’et eden elemdendir. Evet pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevalleri daimî elemleri intac ettiği gibi, çok elem­lerin zevali de leziz lezzetlere bâis olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.» (İ.İ.146) (Bak: Beka)

    534- «Sual: Şeriatta denilmiştir ki: “Cehennem ceza-yı ameldir, fakat Cennet fazl-ı İlahî iledir.” Bunun sırr-ı hikmeti nedir?

    Elcevab: İnsan icadsız bir cüz-i ihtiyarî ile ve cüz’î bir kesb ile, bir emr-i ademî veya bir emr-i itibarî teşkil ile ve sübut vermekle müdhiş tahribata ve şerlere sebe­biyet verdiği gibi, nefsi ve hevası daima şerlere ve zararlara mey­yal olduğu için, o küçük kesbin neticesinden hasıl olan seyyiatın mes’uliyetini o çeker. Çünki onun nefsi istedi ve kendi kesbiyle sebebiyet verdi. Ve şer ademî olduğu için, abd ona fâil oldu, Cenab-ı Hak da halketti. Elbette o hadsiz cinayetin mes’uliyetini, nihayetsiz bir azab ile çekmeye müstehak olur. Amma hasenat ve hayrat ise, madem ki vücudîdirler, kesb-i insanî ve cüz-i ihtiyarî onlara illet-i mûcide olamaz. İnsan onda hakiki fâil olamaz. Ve nefs-i emmaresi de hasenata tarafdar değildir. Belki rahmet-i İlahiye onları ister ve kudret-i Rabbaniye icad eder. Yalnız insan iman ile, arzu ile, niyet ile sahib olabilir. Ve sahib olduktan sonra; o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücud ve iman nimetleri gibi sâbık hadsiz niam-ı İlahiyeye bir şükürdür, geç­miş nimetlere bakar. Va’d-i İlahî ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmanî ile verilir. Zâhirde bir mükâfattır, hakikatta fazldır. Demek seyyiatta sebeb ne­fistir, mücazata bizzat müstehaktır. Hasenatta ise sebeb Hak’dandır, illet de Hak’dandır. Yalnız in­san iman ile tesahub eder. “Mükâfatını isterim” diye­mez, “Fazlını beklerim” diyebi­lir.» (L.84)



    535- Âlemi, mâna-yı harfi ile tefekkür eden mü’mine, fazl-ı İlahînin bir tecellisi olarak âhirette beşyüz sene genişliğinde Cennet verilecektir. Zira «Dünyada, dünya­nın âhiret mezraası ve esma-i İlahiye ayinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fani dünya gibi fani değil, baki bir Cennet verilecektir.

    Hem dünyada yalnız zaif gölgeleri gösterilen esma, o Cennet’in ayinelerinde en şa’şaalı bir surette gösterilecektir. Hem dünyayı, mezraa-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi: Dünyayı fidanlık, yani ancak fidanları bir derece yetiştiren küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir Cennet’i ve­recek ki: Dünyada havas ve hissiyat-ı insaniye, küçük fidanlar olduğu halde, Cennet’te en mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hük­münde olan istidadları, enva-ı lezâiz ve kemâlat ile sünbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası olduğu gibi, Hadisin nususuyla ve Kur’anın işaratıyla sâbittir. Hem madem dünyanın her hata­nın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki esmaya ve âhirete bakan iki yüzünü esma ve âhiret için sevmiş ve ibadet-i fikriye ile o yüzleri mamur etmiş, güya bü­tün dünyasıyla ibadet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, muk­teza-yı rahmet ve hikmettir. Hem madem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetiyle ayine-i esmasını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennet’tir.» (S.649)



    536- Kur’an (3:133) âyetinde takva ehli için hazırlandığı bildirilen Cen­net’in bü­yüklüğü hakkında zikredilen “arz” ifadesi şöyle tefsir ediliyor: «“Arz” tûl mukabili en veya vüs’at veya karşılık ve bedel mânasınadır ki, bir şey satın alınmak için arzolunur.

    Diğer bir âyette (57:21) ¬Œ²‡«ž²~«— ¬š_«WÅK7~¬Œ²h«Q«6 _«Z­/²h«2 buyurulduğundan bu­rada da (3:133) Œ²‡«ž²~«— ¬€~«Y«WÅK7~_«Z­/²h«2 kâf-i teşbihin hazfıyla

    Œ²‡«ž²~«— ¬€~«Y«WÅK7~ «Œ²h«2 _«Z­/²h«2 mânası gözetilmiştir ve bu teşbihin hakiki veya

    azamet-i vüs’atten kinaye olduğu da mevzubahs olmuştur. İbn-i Abbas ve Said İbn-i Cübeyr ve Cumhur demişlerdir ki: “Semavat ve Arz kumaş gibi yayılıp birbi­rine ulanınca, Cennet’in arzına bir mikyas olur. Tûlünü ise, Al­lah’tan başka kimse bil-mez.” Bu kavle göre Cennet, semavattan büyük de­mektir. Bazı ehadis-i Nebevi-yede de Cennet, Arş-ı Azam’ın tahtında ve semavatın fevkinde bulunduğu vârid

    olmuştur. Bunun için Œ²‡«ž²~«— ¬€~«Y«WÅK7~ _«Z­/²h«2 ¯}ÅX«%«— bir kişiye isabet eden Cen­net diye de tefsir edilmiştir. Maamafih bu âyetin zâhiri, bu âlemin semavat ve arzı aynen Cennet’in arzı, ¬Œ²h«Q«6 _«Z­/²h«2 âyeti de teşbihen böyle olduğunu gös­teriyor. Bunların birini bedel, birini en mânasına hamlederek tevfik mümkün ol­duğu gibi, (55:46) ¬–_«BÅX«% ¬y¬±"«‡ «•_«T«8 «¿_«' ²w«W¬7«— âyeti de her iki âyetteki Cen-

    netleri başka başka olarak ahzetmeye müsaiddir.» (E.T.1175) Kur’an (51:22) âyeti de Cennetin semavatın üs­tünde olduğuna işaret eder denilmiştir. (Bak: 1015.p.)



    537- Cennet hayatında mü’minler, bir anda çok yerlerde bulunup ceve­lan et­meleriyle ve rü’yetullaha nailiyet ile pek büyük ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar ola­caklardır.

    Evet «fani, âciz bir hayvan-ı nâtık zeval ve firak sillesini daima yiyen bi­çare in­sana, birden ebedî, baki bir Cennet’te, Rahim ve Kerim bir Rah­man’ın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve ce­velana muvaffak olduğun gibi, saa­det-i ebediyede rü’yet-i cemaline de mu­vaffak olursun, denildiği vakit insaniyeti su­kut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve süruru kalbinde hisse­deceğini tahayyül edebilir­sin...» (S.583) (Bak: Rü’yetullah)

    «Elbette nurani, kayıdsız, geniş ve ebedî olan Cennet’te, cisimlerin ruh kuvve­tinde ve hiffetinde ve hayal sür’atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüzbin yerlerde bulunup yüzbin hurilerle sohbet ederek yüzbin tarzda zevk almak; o ebedî Cen­net’e, o nihayetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sâdık’ın (A.S.M.) haber verdiği gibi hak ve hakikattır. Bununla beraber bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakikatlar tartılmaz.

    İdrak-i maâlî bu küçük akla gerekmez

    Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.» (S.502)

    538- «Sual: Ehadis-i şerifede denilmiştir ki: “Bazı ehl-i Cennet’e, dünya kadar bir yer veriliyor. Yüzbinler kasr, yüzbinler huri ihsan ediliyor.” (*) Birtek adama bu kadar şeylerin ne lüzumu var, ne ihtiyacı var, nasıl olabilir ve ne demektir?

    Elcevab: Eğer insan, yalnız camid bir vücud olsaydı veyahut yalnız mi­deden ibaret nebatî bir mahluk olsaydı veyahut yalnız mukayyed, ağır ve muvakkat ve ba­sit bir zat-ı cismaniye ve bir cism-i hayvanîden ibaret olsaydı; öyle çok kasırlara, çok hurilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan, öyle cami’ bir mucize-i kudrettir ki; hatta şu dünya-yı fanide, şu kısa bir ömürde, şu inkişaf etmemiş bazı letaifinin ihti­yacı cihetiyle bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezaizi verilse belki hırsı tok olma­yacaktır.

    Halbuki ebedî bir dar-ı saadette, nihayetsiz istidada malik, nihayetsiz ih­tiyaçlar lisanıyla, nihayetsiz arzular diliyle, nihayetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan; elbette ehadisde beyan olunan ihsanat-ı İlahiyeye mazhariyeti makuldur ve haktır ve hakikattır. Ve şu hakikat-ı ulviyeye bir temsil dürbü­nüyle rasad edeceğiz. Şöyle ki: Şu Barla bağ ve bahçelerinin herbirinin ayrı ayrı mâliki bulunduğu halde, Barla’da gıdası itibariyle ancak bir avuç yeme mâlik olan herbir kuş, herbir serçe, herbir arı: “Bütün Barla’nın bağ ve bos­tanları, benim nüzhetgâhım ve seyrangâhımdır” diye­bilir.

    Barla’yı zabtedip daire-i mülküne dâhil eder. Başkalarının iştiraki onun bu hükmünü bozmaz. Hem insan olan bir insan diyebilir ki: “Benim Hâli­kım, bu dün­yayı bana hane yapmış; güneş benim bir lambamdır; yıldızlar benim elektriklerim­dir; yer yüzü çiçekli-miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir” der, Allah’a şük­reder. Sair mahlukatın iştiraki, onun bu hük­münü nakzetmez. Bilakis mahlukat onun hanesini tezyin eder. Hanenin müzeyyenatı hükmünde kalırlar. Acaba bu da­racık dünyada insan, insaniyet itibariyle, hatta bir kuş dahi böyle bir daire-i azîmde bir nevi tasarruf dava etse, cesim bir nimete mazhar olsa; geniş ve ebedî bir dar-ı saadette, ona beşyüz senelik bir mesafede bir mülk ihsan etmek, nasıl istib’ad edile­bilir?» (S.501)



    539- Hem «nasılki bu dünyada herkesin dünya kadar hususi ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zahirî ve batınî duygularıyla o dünyasından istifade eder. Güneş bir lambam, yıldızlar mum­larımdır der. Başka mahlukat ve ziruhlar bulunmaları o adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi bila­kis onun hususi dünyasını şenlendiriyorlar, ziynetlendiriyorlar.

    Aynen öyle de; fakat binler derece yüksek, herbir mü’min için binler ka­sır (**) ve hurileri ihtiva eden has bahçesinden başka, umumi Cennet’ten beşyüz sene ge­nişli­ğinde birer hususi Cennet’i vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla Cennet’e ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hu­susi ve geniş Cennet’ini ziynetlendiriyorlar.

    Evet bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangâhtan ve bir aylık bir memleketten ve bir senelik bir mesiregâhda seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle, zevkiyle, zaikasıyla, sair duygularıyla isti­fade ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fani memleketteki kuvve-i şamme ve kuvve-i zaika, bu baki memle­kette bir senelik bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada beşyüz senelik mesiregâhındaki seyahattan; o haşmetli baştan başa ziynetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder. Her mü’min derecesine ve dünyada kazandığı sevablar, haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefid olur.» (L.156)

    540- Cennet’te, ruhanî lezzetlerle beraber cismanî lezzetler de vardır. Çünki «esma-i İlahiye’nin en cem’iyetli ayinesi cismaniyettedir. Ve hilkat-ı kâinattaki makasıd-ı İlahiyye’nin en zengini ve faal merkezi cismaniyettedir. Ve ihsanat-ı Rabbaniyenin en çok çeşitli ve rengarenkleri cismaniyettedir. Ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Hâlik’ına karşı dualarının ve teşekküratının en kes­retli tohumları yine cismaniyettedir. Maneviyat ve ruhaniyat âlemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir. Bunlara kıyasen, yüzer küllî hakikatlar cismaniyette temerküz etti­ğinden, Hâlik-ı Hakim, zemin yüzünde cismaniyeti çoğaltmak ve mezkûr hakikat­lere mazhar eylemek için öyle sür’atli ve dehşetli bir faaliyetle kafile kafile arkasına mevcudata vücud giydi­rir, o meşhere gönderir. Sonra onları terhis eder, başkalarını gönderir. Mü­temadiyen kâinat fabrikasını işlettirir. Cismanî mahsulatı dokuyup, zemini âhirete ve Cennet’e bir fidanlık bahçesi hükmüne getirir. Hatta insanın cis­manî midesini memnun etmek için o midenin hal diliyle bekasına dair dua­sını ke­mal-i ehemmiyetle dinleyip kabul ederek cevab vermek için, hadsiz ve hesabsız ve yüzbinler tarzlarda ve binler çeşit çeşit lezzetlerde gayet sanatlı taamları ve gayet kıymetli nimetleri cismaniyete ihzar etmek, bedahetle ve şeksiz gösterir ki; dar-ı âhirette Cennet’in en çok ve en mütenevvi lezzetleri cismanîdir. Ve saadet-i ebedi-yenin en ehemmiyetli ve herkesin istediği ve ünsiyet ettiği nimetleri cismanî­dir.

    Acaba hiçbir cihet-i ihtimali ve imkânı var mı ki; bu adi midenin hal di­liyle beka duasını kabul edip nihayetsiz mu’cizatlı maddi taamlar ile onu minnetdar ederek, her vakit tesadüfsüz, kasdî olarak fiilen cevab veren bir Kadir-i Rahim, bir Alîm-i Kerim, kâinatın en ehemmiyetli neticesi ve arzın halifesi ve o Hâlik’ın güzidesi ve perestişkârı olan nev-i insanın insaniyet mide-i kübrası ile küllî ve yüksek ve daima arzu ettiği ve ünsiyet ettiği ve fıt­raten istediği cismanî lezzetleri, dar-ı bekada veril­mesine dair hadsiz umumi duaları kabul olmasın ve haşr-i cismanî ile fiilen cevab verilmesin; onu ebedî minnetdar etmesin. Adeta sineğin sesisini işitsin, gök gürültü­sünü işitmesin. Ve adi bir neferin kemal-i ehemmiyetle techizatına baksın; orduya hiç bak­masın, ehemmiyet vermesin. Bu yüz derece muhal ve bâtıldır. Evet

    ¬w­[²2«ž²! ÇH«V«#ö«:ö­j­S²9 «ž²!ö¬y[¬Z«B²L«#ö@«8 @«Z[¬4ö«: (43:71) âyetinin sarahat-ı kat’iyesiyle:

    İnsan, en ziyade ünsiyet ettiği ve dünyada nümunesini tatmış olduğu cismanî lez­zetleri Cen­net’e lâyık bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi azala­rın ettikleri hâlis şükürler ve hususi ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cis­manî lezzetler ile verilecektir. Kur’an-ı Mu’ciz-il Beyan o derece cismanî lezzetleri sarih bir surette beyan eder ki, başka teviller ile mâna-yı zahirîyi kabul etmemek, imkân haricinde­dir.» (Ş.228) (Bak: 549, 1219.p.lar)



    541- Cennet’te yemek-içmek ve muamele-i zevciye meselesine gelince:

    «Ekl ve şürb ve muamele-i zevciye; gerçi bu dünyada bir ihtiyaçtan gelir, bir va­zifeye gider. Fakat o vazifeye bir ücret-i muaccele olarak, öyle müte­nevvi leziz lez­zet içlerine bırakılmıştır ki, sair lezaize tereccuh ediyor. Ma­dem bu dar-ı elemde, bu kadar acib ve ayrı ayrı lezzetlere medar; ekl ve ni­kahtır. Elbette dar-ı lezzet ve saa­det olan Cennet’te o lezzetler o kadar ulvi bir suret alıp ve vazife-i dünyeviyenin uhrevî ücretini de lezzet olarak ona katarak ve dünyevî ihtiyacı dahi, uhrevî bir hoş iştiha suretinde ilave ederek, Cennet’e lâyık ve ebediyete münasib, en cami’ hayatdar bir maden-i lezzet olur.» (S.499)



    542- «Hem Cennet’te lüzumsuz, kışırlı ve fuzuli maddeler olmadığından ehl-i Cennet’in ekl ve şürbünden sonra kazuratı olmadığını Hadis-i Şerif be­yan ediyor. (48) Madem şu süfli dünyada, en adi zihayat olan ağaçlar, çok ta­gaddi ettikleri halde ka­zuratsız oluyorlar. En yüksek tabaka-i hayat olan Cennet ehli, neden kazuratsız ol­masın.» (S.501)

    Bülûğ-ul Meram ci:3, sh:314’de Cennet’te erkeklerin iştiha ve şehvet kuvvetle­rinden bahis vardır.

    «Sual: Å`«&«~ ²w«8 «p«8 ­š²h«W²7«~ (49) sırrınca; “Dost, dostuyla beraber Cennet’te bulu­na­caktır. Halbuki, basit bir bedevi, bir dakikada sohbet-i Nebeviyede lillah için bir muhabbet peyda eder; o muhabbetle, Cennet’te Peygamber Aleyhissalatü Ves­se­lâm’ın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki gayr-ı mütenahi feyze mazhar Re­sul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın feyzi, bir basit bedevi feyziyle nasıl birleşir?

    Elcevab: Bir temsil ile, şu ulvi hakikata şöyle bir işaret ederiz ki, meselâ: Gayet güzel ve şa’şaalı bir bağda, muhteşem bir zat gayet büyük bir ziyafet, gayet müzey­yen bir seyrangâh öyle bir surette ihzar etmiş ki: Kuvve-i zaikanın hissedecek bütün lezaiz-i mat’umatı cami’, kuvve-i bâsıranın ho­şuna gidecek bütün mehasini şamil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garaibi müştemil ve hâkeza bütün havass-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi içine koymuştur.

    Şimdi iki dost var. Beraber o ziyafete giderler. Bir locada, bir sofrada oturu­yorlar. Fakat birisinin kuvve-i zaikası pek az olduğundan cüz’î zevk alır. Gözü de az görüyor. Kuvvet-i şammesi yok. Sanayi-i garibeden anla­maz. Hârika şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan biri­sini, kabiliyeti nisbetinde ancak zevkederek istifade eder. Diğeri ise; bütün zahirî ve batınî duyguları, akıl ve kalb ve his latifeleri, o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki; o seyrangâhtaki bütün incelikleri, güzellikleri ve letaifi ve garaibi, ayrı ayrı hissedip zevkederek, ayrı ayrı lezzet aldığı halde o dost ile omuz omuzadır. Madem bu karmakarışık, elemli ve daracık, şu dünyada böyle oluyor. En küçük ile en büyük beraber iken, Sera’dan Sü­reyya’ya kadar fark oluyor. Elbette dar-ı saadet ve ebediyet olan Cennet’te, –bittarik-ıl-evla– dost dostu ile beraber iken herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmanurrahim’den istidadları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları Cen­netler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mani olmaz. Çünki Cen­net’in sekiz tabakası (50) birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı Azamdır. Nasılki mahrutî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbiri­nin üstündedir... fakat birbi­rinin güneş görmelerine mani olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarz ile ol­duğu, Ehadisin mütenevvi rivayatı işaret edi­yor.» (S.499)

    543- Dünyada fâsıklarla değil, salih kişilerle yapılan dostluk Cennet’te de devam eder. Evet «Dünyada “Elhubbu fillah” hükmünce; sâlih ahbablara muhabbetin ne­ticesi: Cennet’te (15:47) «w[¬V¬"_«T«B­8 ¯‡­h­, |«V«2 ile tabir edilen, karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup, hoş şirin güzel tatlı bir surette dünya maceralarını ve kadim olan hatıratlarını birbirine nakledip eğ­lendirmeleri suretinde; firaksız, safi bir muhabbet ve sohbet suretinde ahbablarıyla görüştüreceği, Kur’anın nassıyla sabit­tir.» (S.648)

    544- Hem dünya hâdisatı ve ahvali âhirette daimî manzaralar olacak, sey­redile­cektir. Evet «Dünya bir destgâh ve bir mezraadır. Âhiret pazarına münasib olan mahsulatı yetiştirir. Çok Sözlerde isbat etmişiz: Nasılki cin ve insin amelleri âhiret pazarına gönderiliyor. Öyle de: Dünyanın sair mevcu­datı dahi, âhiret hesabına çok vazifeler görüyorlar ve çok mahsulat yetiştiri­yorlar. Belki Küre-i Arz, onlar için ge­ziyor; belki denilebilir ki, onun içindir. Bu sefine-i Rabbaniye, yirmidört bin senelik bir mesafeyi bir senede geçip, meydan-ı Haşrin etrafında dönüyor. Meselâ ehl-i Cennet, elbette arzu eder­ler ki, dünya maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler; belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi çok merak eder­ler. Elbette si­nema perdelerinde görmek gibi; o levhaları o vak’aları müşahede et­seler; çok mütelezziz olurlar.

    Madem öyledir, herhalde dar-ı lezzet ve menzil-i saadet olan dar-ı Cen­net’te, «w[¬V¬"_«T«B­8 ¯‡­h­, |«V«2 (15:47) işaretiyle; sermedî manzaralarda, dünyevî maceraların muhaveresi ve dünyevî hâdisatın manzaraları Cennet’te buluna­caktır. İşte bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybolması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menazır-ı sermediyeyi teşkil etmek için, bir fabrika destgâhları hükmünde görünü­yor.

    Meselâ: Nasılki ehl-i medeniyet, fani vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigâr bırakmak için; güzel veya garib vaziyetlerin suretlerini alıp, sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor, zaman-ı maziyi zaman-ı halde ve istikbalde gösteriyor ve dercediyorlar... Aynen öyle de: Şu mevcu­dat-ı bahariye ve dünyeviyede kısa bir hayat geçikdikten sonra, onların Sani-i Hakim’i, âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydetmekle beraber âlem-i ebedîde, sermedî manzaralarda onların etvar-ı hayatlarında gördükleri vezaif-i hayatiyeyi ve mu’cizat-ı Sübhaniyeyi, menazır-ı sermediyede kaydetmek, muktezayı ism-i Hakim ve Rahim ve Vedud’dur.» (M.293) (Bak: A’raf)


    Yüklə 13,72 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
  • 1   ...   179   180   181   182   183   184   185   186   ...   1221




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin