İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə3/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   169

35- «Hz. Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i ve­la­yetçe kabul edilen üç evliya-yı azimenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylani’dir. Ve demiş:

­­h²R«#«ž |«V­Q²7~ ¬t«V«4 |«V«2 ~®f««"«~  _«X­K²W«- «— «w[¬7Å—«ž~­‰Y­W­- ²a«V«4«~



fıkrasıyla ba’del-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bu­lunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zattır.» (S.T.144)

36- Hazret-i Gavs’ın ba’del-memat tasarruf-u maneviyeye sahib oldu­ğunu gösteren bir hâdise-i maneviye olarak naklediliyor ki:

37- «Hazret-i Mevlana (K.S.) Hindistan’dan Tarik-ı Nakşîyi getirdiği va­kit, Bağdad dairesi, Şâh-ı Geylani’nin (K.S.) ba’delmemat hayatta olduğu gibi tasar­ru­funda idi. Hazret-i Mevlana’nın (K.S.) manen tasarrufu cay-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibendle (K.S.), İmam-ı Rabbani’nin (K.S.) ruhaniyetleri Bağdad’a gelip Şah-ı Geylani’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki: Mevlana Halid (K.S.) senin evladın­dır, kabul et. Şah-ı Geylani (K.S.), onların iltima­sını kabul ederek Mevlana Halid’i kabul etmiş. Ondan sonra birden Mevlana Halid (K.S.) parlamış. Bu vakıa ehl-i ke­şifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rü’ya ile görmüşler.» (S.T.16)

38- «Gavs-ı Azam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızıriyeye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususi ism-i âzamı “Ya Hayy” ol­duğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur Ma’ruf-u Kerhî denilen bir kutb-u azam ve Şeyh Hayat-ül Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’dan sonra mematları hayatları gibidir. Beyn-el ev­liya meşhur olmuştur.» (B.L.336)

39- «Bir zaman Hazret-i Gavs-ı Azam Şeyh Geylani’nin (K.S.) terbiye­sinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evladı bulunuyormuş. O muhte­rem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve si­yah ek­mek yiyor. O riyazattan za’fiyetiyle vâlidesinin şefkatini celbetmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kı­zartılmış bir tavuk yi­yor. Nazdarlığından demiş: “Ya Üstad! Benim oğlum aç­lıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!” Hazret-i Gavs tavuğa de­miş: “Kum Biiznillah”. O pişmiş tavuğun kemik­leri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını mutemed ve mevsuk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi keramat-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir ke­rameti olarak manevi te­vatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dere­ceye gelirse, o zaman, o da tavuk yesin.” İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şu­dur ki: Ne vakit senin oğlun da, ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı mide­sine hâ­kim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit le­ziz şeyleri yi­yebilir.» (L.141)

40- Hz. Geylani’nin müftehirane söylediği bazı sözleri temeddüh için değil­dir. Çünki «ehl-i tarikat ve hakikatça müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarik-ı Hakda sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve ser­keşliğini kırmak için lâ­zım gelir ki: Nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenafişşeyh hükmüne gelir. “Ben” dediği vakit, şeyhinin hissiyatiyle ko­nuşur ve hakeza.. tâ fenafirresul, fenafillaha kadar gider. Me­selâ: Nasılki, gayet fedakar ve sadık bir hiz­metkâr, bir yaver, efendisinin his­siyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve pa­dişahıdır gibi konuşur. “Ben böyle istiyo­rum” der; yani “Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor.” Çünki ken­dini unut­muş, yalnız onu düşünüyor. “Böyle em­rediyor” der. Öyle de Gavs-ı Geylani, o hârika kasidesinin tazammun ettiği ezvak-ı fevkalâde, Hazret-i Şey­hin sırr-ı azim-i Ehl-i Beyt’in irsiyetiyle Al-i Beytin şahs-ı manevisinin makamı nokta­sında ve Zat-ı Ahmediye (Aleyhissalatü Vesselâm)’ın ve­rasetiyle Hakikat-ı Muhammediyyesinde (A.S.M.) kendini gördüğü gibi, fena-yı mutlak ile Cenab-ı Hakk’ın tecelli-i zatisine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez; söylese mes’uldür.

41- Hazret-i Şeyh, veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem (Aleyhissalatü Vesselâm)’ın kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliya­nın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zâhir gö­rünen, te­meddüh ve iftihar değil, belki tahdis-i nimet ve âli bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan, mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarik-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğ­raka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azime-i İlahiyeyi yadedip, bihakkın müftehirane şükretmiştir.» (S.T.149)

42- Gavs-ı Azam ve bazı evliya-i azimenin, ihbar-ı gaybî kerametleri de vardır. Ezcümle:

«Gavs-ı Azam’ın istikbalden haber verdiği nev’inden, meşhur Şeyh-ül İs­lâm Ahmed-i Camî dahi İmam-ı Rabbanî (R.A.) olan Ahmed-i Farukî’den haber verdiği gibi, Celaleddin-i Rumî Nakşibendîlerden haber vermiş. Daha bu nevi’den çok evli­yalar, vakıa mutabık haber vermişler; fakat onların bir kısmı sarahata yakın haber vermişler. Diğer bir kısmı haberleri çendan bir derece mübhem, mutlaktır; fakat bahsettikleri zatlar makam sahibi ve büyük oldukla­rından, büyüklükleri ve taayyün­leri cihetiyle o mübhem ihbar-ı gaybîyi, bil’istihkak kendilerine almışlar. Meselâ: Ahmed-i Camî (K.S.) demiş ki: “Her dörtyüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimmidir.” Yani o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbanî’nin (K.S.) büyüklüğü ve teşah-husu, o haber-i gaybîyi kat’iyen kendine almış. Hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumî de (K.S.) Nakşi­bendî’den mübhem bir surette bahsetmiş; fakat Nak­şîlerin büyüklü-ğü ve yük­sekliği ve teşahhusları o haberi de bil’istihkak ken­dilerine almış­lar.» (S.T.160)



43- «Sual: Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bazı evkatta, mazi ve müstak­beli hazır gibi müşahede ederler. Neden maziye ait cihette sarahat suretinde ha­ber veri­yorlar da, istikbalden hafi remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?

44- Elcevab: ­yÁV7~ ެ~«`²[«R7~ ­v«V²Q«< «ž âyetiyle,

(72:26) ¯ÄY­,«‡ ²w¬8 |«N«#²‡~ ¬w«8 ެ~ ~®f«&«~ ¬y¬A²[«3 |«V«2 ­h¬Z²P­< «Ÿ«4 ¬`²[«R²7~ ­v¬7_«2

âyeti ifade et­tikleri kudsi yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takınmak için tas­rih­ten işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ih­tiyar­sız niyetsiz bir surette talim-i İlahî ile olmuştur. Çünki istikbalî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi niyet ile de müdahale etmek, o ya­sağa karşı adem-i itaatı işmam ediyor.» (S.T.162) (Bak: Gayb)

45- Al-i Beyt neslinden gelen Gavs-ı Azam gibi büyük zatların veraset-i Nebe­viye sahibi olarak Kur’ana büyük hizmetleri olmuştur.

Evet «Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Er­baa ve bilhassa Gavs-ı A’zam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in nes­linden gelen imamlar, hususan Zeynel Abidîn ve Cafer-i Sadık ki, herbiri bi­rer ma­nevi mehdi hükmüne geçmiş, manevi zulmü ve zulümatı dağıtıp, envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-ı imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer va­risi ol­duklarını göstermişler.» (M.100)

«Evet (2) «u[¬= «h²,¬~ |¬X«" ¬š_«[¬A²9«_«6 z¬BÅ8­~ ­š_«W«V­2 ferman etmiş. Gavs-ı Azam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi hem şahsen, hem vazifeten bü­yük hârika zatlar bu hadisi, kıymetdar irşadatıyla ve eserleriyle fi­i­len tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hik­met-i Rabba­niye onlar gibi feridleri ve kudsi dâhîleri ümmetin imdadına gönder­miş...» (K.L.7)

46- İşte böyle din yolunda bütün gayretini kullanmış ve sünnet-i seniyeye tam ciddiyetle bağlanmış ve kemâlat-ı beşeriyede mukteda-bih ol­muş dinî şah­siyetler hakkında rivayetlerde, onlara hürmet edilmesine teşvik­ler edilmiştir. (Radıyallahu anhüm) (Geylanî’nin (R.A.) arş-ı âzamı temaşa etmesi, bak: 1529.p. sonu)

47-qqABDULLAH İBN-İ ABBAS (R.A.) ‰_A2 w"~ yV7~fA2 : Ashab-ı Kiram’ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) amcasının oğlu­dur. Ashab-ı Kiram arasında mümtaz bir mevkii haizdir. Sa­hih-i Buhari’de mezkûr ol­duğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında: “İlahi! Onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!” diye dua bu­yurmuştu. Bu âli duaya mazhariyetinden do­layı zamanın en âlim şahsiyeti olmuştu. Resul-i Ek­rem’in (A.S.M.) hadislerini ez­berle­mekte, tefsir, hadis, fıkıh ve feraiz gibi yük­sek ilimlerde eşsizdi.

48- Mezkûr dua-yı Nebevî şudur:

« «u<¬—²_ÅB7~ ­y²WÅV«2«— ¬w<¬±f7~ |¬4 ­y²Z¬±T«4 Åv­Z±V7«~ (3) duası öyle mak­bul ol­muş ki:

İbn-i Abbas, Tercüman-ül-Kur’an ünvan-ı zişanını ve habr-ül Ümme, yani al­lame-i ümmet rütbe-i âlisini kazanmış. Hatta çok genç iken, Haz­ret-i Ömer, onu ulema ve kudema-yı sahabe meclisine alıyordu.» (M.144)

49- Hz. Ömer ve Osman’ın (R. Anhüma) hilafetleri zamanında müftülük va­zi­fesini ifa ediyordu. Kur’anın tefsirindeki müstesna kudretinden dolayı Habr-ül Ümme, Tercüman-ül Kur’an, Sultan-ül Müfessirîn gibi yüksek lakablarla Ashab ve Tabiîn arasında şöhret buldu. 1640 hadis rivayet etmiş­tir. Hicretin 68. yılında 70 ya­şında olduğu halde Taif’de ebedî hayata kavuş­muştur. (R.A.)

50-qqABDULLAH İBN-İ ÖMER hW2 w"~ y±V7~ fA2 : Bi’setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccac-ı Zalim’in emri ile şehid edildi.(R.A.) Sa­habe-i Kiramın ileri gelenlerinden ve Resul-i Ek­rem’e (A.S.M.) çok sadakatlı olup, daima onun ahlâkını yaşamağa çalışanlar­dandı. Hz. Ömer’in (Radıyallahü Anhü) oğlu idi.

Hilafet ve Valilik işlerine hiç karışmadı. Müttaki, cömert, kanaat sahibi, ha­lim bir zat olup kendini dünyaya bağlaması ihtimali olan bir malı olsa der­hal onu sadaka verir veya hediye ederdi. (R.A.) (Bak:1541.p.)



51-qqABDULLAH İBN-İ ZÜBEYR h["ˆ ~ yV7~ fA2 : Ebu Be­kir-i Sıddık’ın kızı Esma’nın oğludur. Muhacirlerden ilk doğan ço­cuk olup ce­saret, şe­caat, ibadet ve takvası ile meşhurdur. Zübeyr Bin Avvam’ın oğlu­dur. Yezid’in salta­natını kabul etmedi ve Mekke’de dokuz sene halifelik yaptı. 73 yaşında şehid edildi. (R.A.)

52-qqABDURRAHMAN BİN AVF ¿Y2 w" wW&h7~ fA2 : Aşere-i Mübeşşereden ve çok fedakâr olan sahabelerdendir. İlk müslüman olan se­kiz kişi­den biri­sidir. İhya-yı din için olan bütün muharebelerde çok feda­kâr­lıkta bulunmuş, biri­sinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir gazada oniki di­şini birden kaybetmişti. Medine’ye ve Habeşistan’a hicret edenlerdendi. Çok zengin idi. Bir defa otuz köleyi birden azad etmişti. Hicri 31 tarihinde 71 ya­şında vefat etti. (R.A.)

qqABDULKAHİR-İ CÜRCANİ z9_%h%h;_T7~fA2 : (Bak: Cürcanî)

53-qqABES bA2 : Oyuncak kabilinden faydasız ve boş iş. Lüzumsuz ve gayesiz şey. Tesadüfi. (Bak: Gaye, Hikmet)

54-qqABESİYYUN –Y[CA2 : Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve ga­yesiz, kendi kendine, Hâlik­sız olduğuna inanmak isteyen batıl yoldaki felse­feciler. 20.yy. da Ekzistansializm (Fr. Existentialisme) (Varoluşçuluk) adı al­tında ortaya çı­kan bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Biri, dini kabul edip insanın ha­yat ve varoluşunun mânâsını, Allah’a iman ile izah eden Hristiyan Ekzistansializ-mi; diğeri inkarcı, ateist Ekzistansializm. Bu sonuncusu, insanın varoluşunu ve in-san hayatını, inançsızlık sebebiyle, abes, saçma olarak görür. Bu görüş Batı insanını, bilhassa gençliğini buh­ranlara itmektedir. (Bak:Hikmet)

55- Kökleri eski devirlere kadar giden bu inkarcı abesiyyunun iddialarını Kur’an, her şeyde hikmetler bulunduğunu göstererek reddetmiştir. Ezcümle:

«(52:35) ¯š²|«- ¬h²[«3 ²w¬8 ~Y­T¬V­' ²•«~ Yani: “Kâinatı abes ve gayesiz itikad eden

felasife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, va­zifesiz, Hâliksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş görmüyorlar mı ki, kâi­nat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir. Ve mevcu­dat, zerrelerden gü­neşlere kadar vazifelerle muvazzaftır. Ve evamir-i İlahiyeye musahharlardır.» (S.386)

56- Kur’an (21:16 - 23:115 - 38:27 - 44:38) âyetleri ile âlemin bir eğlence ve abesiyet üzere yaratılmadığını bildirir.

56/1-qqACAİB-İ SEB’A-İ ÂLEM v7_2 ¬šyQA, `=_D2 : Dünyanın yedi acaibi, büyük antika eserleri. Gerçi dünyada bunlar gibi daha antika eserler vardır ve olabilir. Fakat, ekseri Avrupa kaynaklarına göre meşhur ol­muş yedi büyük eser şunlardır:

1- Mısır piramitleri.

2- Babil’de Semiramis’in asma bahçeleri.

3- Zeus’un heykeli.

4- Rodos heykeli.

5- Efes’te Artemis-Diana mabedi.

6- Bodrum (Halikarnas)da Mosokus’un türbesi.

7- İskenderiye deniz feneri.

Halbuki Kamus-u Alâm’a göre 4000 km.yi aşan Çin Seddi, bunların ço­ğun­dan daha büyük ve acibdir. Bazı kaynaklar bilgi ihatasızlığından bu bü­yük eser­den bah­sedememişlerdir. Bu eksikliği dile getiren, Tercüman Yayın­larından Hâ­rikalar An­siklopedisi haklı tenkidinde şunları yazıyor:

«Her şeye rağmen Çin Seddi bir hârikadır. Dünyanın yedi hârikasını sa­yan Ro­malı tarihçilerin uzakdoğu hakkında bilgilerinin ihatasızlığı sebebiyle, onu ve doğu­nun ünlü eserlerini hârikalar arasında gösterememişlerdir. Fakat Dünya, Çin Seddini tanıdıktan sonra onu Mısır piramitlerinin ardından ikinci hârika ola­rak ka­bul etmek gerektiğini söyleyen tarihçiler çok olmuştur.” (Hâ­rikalar An­siklopedisi sh:256, Tercüman Yayınları)

Keza Resimli Kamus-u Osmanî Acaib-i Seb’a maddesinde ve Bedayi-iz Zuhur Fî Vakayi-id Dühur adlı eserin 34-45. sahifeleri arasında mezkûr izaha uygun tafsi­latlı mâlumat verilir.

Demek Çin Seddi, ilmî ihataya sahib tariçilere göre Acaib-i Seb’a-yı Ale­min ikincisidir. Bu mânâya temas eden “International Encyclopedia” da “Se­ven” (Yedi) maddesinde dünyanın yedi hârikası anlatılırken; “Bir parça deği­şik sayıla­bilmekle beraber umumiyetle mâlum yedi hârikayı ihtiva eder” de­mek su­retiyle bu Acaib-i Seb’adan, başka eserlerin de nazara alınabileceğini ifade eder.

Bazı kaynaklarda, Antiper adlı bir tarihçi, Yunanlı yolcuların hatıraların­dan fay­dalanarak M.Ö.100’de bu eserleri tesbit edip, bunların bir listesini yapmıştır, denil­mektedir.

Buna göre mezkûr yedi hârikanın başlangıçtaki tesbiti, tarih ilminin külli naza­rıyla yapılmış bir tesbit olmayıp cüz’î ve ferdî bir tesbitin kitablara intikalen meşhur olmasıdır.



57-qqACB `D2 : Omurganın en son kemiği. “Us’us” denilen küçük kemik. Herşeyin kuyruk dibi ve nihayeti. Hadis-i Şerifde ismi geçen ve insa­nın kuy­ruk so­kumundaki en küçük kemik diye ifade edilen acbüzzenebe dair hadis-i şeriflerden biri şöyle­dir:

­`Å6 «h­< ­y²X¬8«— «s¬V­' ­y²X¬8 ¬`²9 Åg7~ ­`²D«2 ެ~ ­~«hÇB7~ ­y­V­6 ²_«< «•«…³~ ¬w²"! Ç u­6

Yani, “Bütün Âdem oğullarını toprak yiyecektir, kuyruk kemiği müs­tesna. Her Âdem oğlu bundan yaratılmıştır ve bundan terkib olunacaktır.” (4)

58- Mezkur hadiste geçen ve mahiyeti oldukça derin olan acbüzzeneb bir âye­tin tefsiri münasebetiyle şöyle izah ediliyor:

«(30:27) ¬y²[«V«2 ­–«Y²;«~ «Y­;«— ­˜­f[¬Q­< Åv­$ «s²V«F²7~ Η«f²A«< >¬gÅ7~ «Y­;«—

“Yani: Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha ko­lay, daha rahattır.” Nasıl ki bir taburun askerleri istirahat için da­ğılsa, sonra bir boru ile çağırılsa, kolay bir surette tabur bayrağı altında toplan­ma­ları; yeniden bir tabur teş­kil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de; bir bedende birbiri ile imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esa­siye, Hz. İsrafil’in (A.S.) sûru ile Hâlik-ı Zülcelal’in emrine “Lebbeyk” de­meleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün zerrelerin top­lanmaları belki lâzım değil. Nü­veler ve tohumlar hükmünde olan ve hadisde “Acb-üz-zeneb” tabir edilen ecza-i esasiye ve zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm be­den-i insanîyi onların üs­tünde bina eder.» (S.524)

Bir atıf notu:

-İnsan vücudunda bazı zerreler yüksek vazifelerde elde ettikleri manevi te­nevvürle, ikinci neş’eye medar olmak liyakatını kazanabilirler, bak: 4089, 4093.p.lar.

59- «Zahire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zaide birlikte iade edilir. Evet, cünüb iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ay­rılan herbir cüz’ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tah­kike göre, nebata­tın tohumları gibi “Acb-üz-zeneb” tabir edilen bir kı­sım zer­reler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine be­den-i insanî neşv ü nema ile teşekkül eder.» (İ.İ. 57)

60-qqACZ iD2 : Beceriksizlik. Güçsüzlük. Zararlardan korunmakta acze düş­mek. Bir şeyin geri tarafı. (Bak: 1679, 1684.p.lar)

61- Her insanın, biri acz diğeri fakr olarak tarif edilen iki mühim hususi­yeti vardır. Bu iki hususiyet insan fıtratının camiiyetindendir. Şöyle ki:

Acz; insanın âlemde pekçok tesirlerden müteessir olması ve o müteessir eden sebeb ve neticeleri yok edememesi ve kendini onlardan kurtaramama­sını ifade eder.

Müteessir ve müteellim olma ise, hayat ve hayatın camiiyyetindendir. Me­selâ taş da bir varlıktır, fakat camid olduğundan teessürü yoktur. Hayatın basit derecesine sahib olan nebatata az şeyler zarar verir. Hayvanın teessür sahası bi­raz daha geniş­tir. Nebatiyet, hayvaniyet ve insaniyet derecelerine sahib olan in­san ise, fıtratı câmi olduğundan, mazi ve müstakbel de dâhil olarak kâinat ge­nişliğinde vaki ve muhte­mel herşeyden teessürü vardır.

İnsanın ikinci hususiyeti olan fakr ise, maddi ve manevi, ruhî ve cesedî ih­ti­yaç­ları olarak sonsuz cennet saadetlerine kadar uzanan bütün arzu ve ih­tiyaçla­rını kendi iktidariyle elde etmesi cihetindeki mutlak iktidarsızlığını ifade eder.

İşte bu acz ve fakrın insana verilmesinin pekçok İlahî hikmetlerinden birkaç cüz’i nümunesi şudur ki:

62- «Fâtır-ı Hakîm, insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesim bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadir-i Rahim ve gı­nası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zatın hadsiz tecelliyatına cami, geniş bir âyine olsun.» (S.321)

63- Evet «gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de insan, za’f ve ac­ziyle, fakr ve hacatiyle, naks ve kusuru ile, bir Kadir-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gı­nasını, rahmetini bildiriyor. Ve hakeza... Pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hatta hadsiz aczinde ve nihayetsiz za’fında, had­siz a’dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcibül-Vücud’a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğun­dan, vicdan daima o nokta­dan bir Ganiyy-i Rahim’in der­gahına dayanır; dua ile el açar. Demek her vic­danda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihe­tinde iki küçük pencere, Kadir-i Rahim’in bârigah-ı Rahmetine açılır, her va­kit onunla bakabilir.» (S.686)

64- «Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin îkazatıyla uyanmış, in­ti­baha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, ba­şıboş ya­şamazlar ve olamazlar. Ve en dinsizi de, dine iltica etmeğe mecbur­dur. Çünki acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten haricî ve dahilî düş­manlara karşı istinad noktası; ve fakrıyla beraber, hadsiz ihtiyacata mübtela ve ebede kadar uzan­mış arzularına meded ve yardım edecek istimdad noktası, yal­nız ve yalnız Sâni’-i Alem’i tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tas­dik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok!..» (H.Ş.24)

65- Evet «insan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer. Za’fında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünki o za’fın kuv­vetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat, ona müsahhar olmuş. Eğer insan za’fını anlayıp, kalen, hâlen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad ey­lese; o teshi­rin şükrünü eda ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksadları ona öyle müsahhar olur ki, iktidar-ı zâtisiyle onun öşr-i mi’şarına muvaffak olamaz. Yalnız bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Meselâ: Tavuğun yavru­sunun za’fındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yav­rusu, o canavar ve aç arslanı kendine müsahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte cây-i dikkat za’ftaki bir kuvvet ve şâyan-ı temâşa bir cilve-i rah­met...

Nasılki nazdar bir çocuk ağlamasıyla, ya istemesiyle, ya hazin haliyle matlublarına öyle muvaffak olur ve öyle kaviler ona müsahhar olurlar ki; o matlublardan binden birisine bir def’a kuvvetciğiyle yetişemez. Demek zaaf ve acz, onun hakkında şefkat ve himayeti tahrik ettikleri için küçücük par­mağıyla kahra­manları kendine müsahhar eder. Şimdi böyle bir çocuk, o şef­kati inkâr et­mek ve o himayeti ittiham etmek suretiyle ahmakane bir gurur ile “Ben kuvve­timle bunları teshir ediyorum” dese, elbette bir tokat yiyecek­tir. İşte insan dahi Hâlikının rahme­tini inkâr ve hikmetini ittiham edecek bir tarzda küfran-ı ni’met suretinde Karun gibi (28:78) ¯v²V¬2 |«V«2 ­y­B[¬#­~ «_WÅ9¬~ yâni: “Ben kendi il­mimle, kendi iktidarımla ka­zandım” dese, elbette sille-i azaba kendini müstehak eder. Demek şu meşhud salta­nat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemâlat-ı me­deniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun za’fı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ih­san edilmiş, onun cehli için ona il­ham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi; kuvvet ve ikti­dar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiş­tir. Evet bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir kü­çük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı ye­diren; onun ikti­darı de­ğil, belki onun za’fının semeresi olan teshir-i Rabbaniye ve ikram-ı Rahmanîdir. Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Uluhiyetin der­gahında acz ve za’fını, istimdad lisanıyla; fakr ve hâcatını, tazarru ve dua lisa­nıyla ilan et ve abd olduğunu göster.» (S.327-328)



66- qqÂD …_2 : Hud Peygamber’e (A.S.) isyan ettiklerinden gazab-ı İla­hîye uğra­yan ve he­lak olan, Yemen tarafında yaşamış bir kavmin adıdır. Bu kavim, kuvvet ve ser­vetleri dolayısıyla hayatperest ve zalim olduklarından Allah on­ları helak etmiş ve her asrın ders alması için Kur’an’da kıssalarını tekrarla zikretmiş­tir. (Bak: Hûd, Şeddat ve 1041.p.)

67- Zalimlere gelen musibet ve cezaları bildiren Kur’an’daki âyetlerde, geçmiş ve gelecek bütün zalimlere tehdid ve ihtarlar ve ehl-i iman için ibret dersleri ve te­selliler vardır.(Bak: 973/1.p.)

68- “Evet kavm-i Nuh ve Semud ve Âd ve Firavun ve Nemrud gibi bütün mu­arızlar, gadab-ı İlahîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî to­katlar ye­dikleri gibi; kâfile-i kübrânın Nuh Aleyhisselâm, İbrahim Aleyhisselâm, Musa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm gibi bütün kudsi kahra­manları dahi, hârika ve mu’cizane ve gaybî bir surette mu’cizelere ve ihsanat-ı Rabbaniyeye mazhar olmuş­lar. Birtek tokat hiddeti, birtek ikram muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat mua­rızlara ve binler ik­ram ve muavenet kâfileye gelmesi, bedahet derecesinde ve gün­düz gibi zahir bir tarzda o kâfilenin hakka­niyetine ve sırat-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delâlet eder.” (Ş.96)

69- Keza “ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i ava­mın basit fehimlerini okşıyan zahirî ve basit mertebesi dahi, en ulvi ta­bakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret de­ğil, belki bir külli düsturun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitab ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrar ile «w[¬W¬7_ÅP7«~ «w[¬W¬7_ÅP7«~ deyip tehdidleri ve zulümlerinin cezası olan mu­sibet-i semaviye ve arziyeyi şid­detle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Ad ve Semud ve Firavunun başlarına gelen azablarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Musa Aleyhisselâm gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.” (Ş.244)

Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin