İsmail arabaci kiMDİR



Yüklə 2,91 Mb.
səhifə112/269
tarix07.01.2022
ölçüsü2,91 Mb.
#83021
1   ...   108   109   110   111   112   113   114   115   ...   269
TÜRKİYE GÜRCÜLERİ

İşgaller, savaşlar, ayaklanmalar ve sürgünler Gürcüler'i de Asya'nın, Avrupa'nın dört bir yanına dağıtmıştır. Bugün Gürcistan dışında Türkiye, Fransa, ABD, İran, İsrail, Rusya gibi pek çok ülkede Gürcü topluluklar bulunmaktadır. Ancak bu noktada Türkiye'nin özel bir yeri vardır. Gürcistan dışındaki en büyük Gürcü yoğunluğu Türkiye'de yaşamaktadır. Gürcistan'ın nüfusu 5,2 milyondur. 1965 nüfus sayımına göre anadili Gürcüce olanların nüfusu yoğunluğu dağılımı şöyledir: %20 oranla Artvin, %14 Ordu ve %13 Sakarya, %9 Bursa, %8 Kocaeli, %7 Samsun, %6 Giresun, %4 Bolu, %4 Amasya, % 4 Balıkesir, % 3 Sinop, %2 Tokat’tır. Bu oran üç aşağı beş yukarı günümüzde de aynıdır. Artvin’de 150.000 Gürcü yaşadığını kabul edersek, Türkiye’de en fazla 750.000 civarında Gürcü yaşadığı ortaya çıkmaktadır. Göçmen Gürcülerin en yoğun yaşadığı il Ordu ve Ünye ilçesidir. Gürcülerin nüfus artış hızı düşüktür. Gürcistan'daki Gürcüler büyük çoğunlukla Hıristiyan, Türkiye'dekiler ise Müslümandırlar. Türkiye’de yaşayan Gürcüler, Sovyet Birliği-Türkiye sınırının çizilmesinden sonra Artvin ve çevresi olmak üzere Türkiye sınırı içinde kalanlarla, 1877- 1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Batum ve çevresinden göç ederek çoğunluğu Ordu, Samsun, Sinop, Tokat, Amasya, Adapazarı, Bolu, Balıkesir ve Bursa yörelerine yerleşen Müslüman Gürcüler'dir. Yerli Gürcüler yoğunluklu olarak Artvin ve Ardahan’ın kuzey ilçelerinde yaşamaktadır. Artvin’in Şavşat ilçesinin nüfusunun tümü Gürcü’dür.

Çeşitli kaynaklar Türkiye Gürcüleri'nin tarihini Osmanlıların Gürcistan topraklarına girdiği 1578'den başlatırlar. Osmanlı'nın "Acem Seferi"n de önce o zamanlar "Dehan-ı Gürcistan" (Gürcistan ağzı olarak da bilinen) Ardahan kalesi, ardından Çıldır, ardından da Tiflis ele geçirilir. Osmanlılar ele geçirdikleri yerleri aynı yıl Çıldır Eyaleti olarak merkezi idareye bağladılar. Eyaletin merkezi döneme göre Çıldır ya da Ahıska'ydı. Gürcistan'ın işgal edilen bölgeleri Osmanlı tarihinde zaman zaman Ahıska Paşalığı olarak da geçer.

Gürcistan 1801'de Rusya tarafından ilhak edildi. Bu tarihten sonra Gürcistan'ın Osmanlı işgali altındaki kesimi İran-Rusya-Osmanlı arasında çeşitli savaşların ve anlaşmaların konusu oldu. İşgalciler zaman zaman değişti. 1800'lerin ikinci yarısında Gürcülerin birbiri peşi sıra Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmalarına tanık olundu. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlılar yenilince Batum, Kars, Ardahan, Artvin, Ardanuç, Şavşat, Borçka ve de Hopa'nın bir kesimi Rusya'ya bırakıldı. Müslüman Gürcülerin çoğu Rusya'ya bırakılan yerlerden kaçarak Giresun, Ordu, Samsun, Sinop, İstanbul gibi kıyı kentlerine, bir kısmı da daha içlerde Amasya, Adapazarı, Bursa ve Balıkesir'in köylerine yerleştiler.

19. yüzyıl boyunca gerek Kafkaslardan, gerekse de Balkanlardan Anadolu'ya yapılan göçler, hemen her göç gibi Gürcüler için de tam bir kıyımdır. Ama bugün ne kaç kişinin göç yollarına döküldüğü, ne de göç yollarında kaç on bin, ki yüz bin Gürcünün öldüğü ne yazık ki bilinmemektedir.

Osmanlı toprakları sınırları içindeki Gürcülerin Müslümanlaşmasıyla yaşam biçimleri de farklılaştı. Gürcüler bu dönemde esas olarak dil ve de yiyecek, giyecek gibi kültürlerini korudular. Gürcüler de köy geleneklerini koruyan bir halktır. Çeşitli işlerin yardımlaşma, dayanışma yoluyla yapılması Gürcüler'de de köklü geleneklerden biridir. Gürcülerde buna imece'ye çok benzer bir kelimeyle meci ya da nadi deniliyordu. Türkiye'deki Gürcüler Gürcüceyi hemen hemen baştan beri yalnız konuşma dili olarak kullanmışlardır. Bu yüzden Gürcüce okuma yazma bilen yok denecek kadar azdır. Zaten belli bir süre sonra dış dünyayla olan ilişkilerinde de Türkçe hakim bir dil haline gelmiş ve Gürcüce daha çok aile içerisinde kullanılan bir dile dönüşmüştür. Günümüzde Türkiye Gürcülerinin ancak %25’i Gürcüce konuşabilmektedir. Gürcülerin kimliklerini belli ölçülerde korumaları, ağırlıklı olarak bütünüyle Gürcü nüfusundan oluşan köy ve kasabalarda yerleşmiş olmaları sayesindedir. Keza buna bağlı olarak Gürcülerin uzun süre bir gelenek olarak sürdürdükleri "içten evlenme" geleneği de kimliğin korunmasında önemli olmuştur. Ancak bunun son zamanlarda büyük ölçüde kırılan bir gelenek olduğunu da belirtmeliyiz.



1977'de Türkiye'deki Gürcüler İsveç'de Çveneburi adlı bir dergi yayınlamaya başladılar. Dergi daha sonra Türkiye'de yayınlanmaya başlandı. 1979'da son sayısı basıldı. Çveneburi hem Türkçe, hem Gürcüce'ydi. 1980'lerin sonuna doğru ise Türkiye'yle Gürcistan arasındaki ilişkilerin gelişmesiyle Gürcülerin kültürel faaliyetleri de yaygınlaşmıştır. Bursa, İnegöl, Ankara, İstanbul, İzmit gibi Gürcü nüfusun belli ölçülerde yoğun olduğu yerlerde Gürcü dernekleri kuruldu. Türkiye Gürcüleri 1993'de Çveneburi dergisini yeniden yayınlamaya başladılar.



Tarihsel Gürcistan'ın güneybatı kesimindeki Gürcüler'in, Osmanlı yönetimi altında kalması ve 17-18. yüzyıllarda Müslüman'laşmasıyla birlikte Hıristiyan Gürcüler'den yaşam biçimi açısından büyük ölçüde farklılaştığı söylenebilir. Her şeyden önce bu, İslam'ın kurallarını benimsemenin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Öte yandan siyasal gelişmeler ve savaşlar da etnik olarak aynı, ama dinsel bakımından farklı olan bu toplulukları birbirinden koparmıştır. O tarihsel koşullarda Müslüman Gürcüler, Hıristiyan Gürcüler için yalnızca birer Tatar (Osmanlı,Türk, Müslüman) idi. Hiç kuşkusuz Müslüman'laşan Gürcüler, ulusal kültürü ve yaşam biçimini tümden yadsımış ya da unutmuş değillerdi. Gürcüce konuşmak başta olmak üzere, Müslümanlık'la açık bir şekilde çelişmeyen (hatta zaman zaman çelişen), Müslümanlığa uyarlanabilen gelenek ve göreneklerini korudular. Geleneksel yemeklerini pişirmeyi göç sonrasına değin taşıdılar. Osmanlı döneminde Osmanlı toplumuna özgü sayılabilecek giyinmenin yanında ulusal giysilerini de kullandılar.
Batı- Orta Karadeniz kıyılarına gelen Gürcüler, özellikle bataklık alanların bulunduğu yörelerde sıtma ile karşılaştılar. Bu nedenle bir çoğu kıyı bölgeyi aşarak yüksek yerlere yerleştiler. Yüksek yerlerde geldikleri bölgeninkine benzer bir iklim buldular. Bu arada sıtmaya yakalananlar ve ölenler oldu. Ama göç eden nüfusun ne kadar olduğu bilinmediği gibi göç sırasında ve sonrasında ne kadar insanın olduğu da bilinmemektedir. 19. yüzyılda Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan Anadolu'ya yapılan göçler, içinde kitlesel ölümleri taşıdığından Osmanlı tarihinin en trajik yanını oluşturmaktadır. Özelikle Gürcüler'in Rus askerlerinden kaçışı her ailede kötü anılarla saklıdır, hemen hemen her aile bu göç sırasında başta çocuk ve yaşlılar olmak üzere kayıplar vermişlerdir.
Osmanlı yönetimi her şeyi yeniden kurmak zorunda olan Gürcüler'i göçlerinden sonra 5-6 yıl her türlü yükümlülük, vergi ve askerlikten muaf tuttu. Gürcüler kısa süre içinde o dönem için mükemmel denebilecek evler yaptılar. Evlerini kestane kerestesinden yapmayı tercih ediyorlar ve çatılarını kiremit yerine "kavari" dedikleri küçük tahtalarla örtüyorlardı. Rüzgarın etkisiyle çatıdan uçan bu tahtalar kiremit gibi kırılmadığından yeniden yerine konabiliyordu. Birbirine geçme yoluyla kestane ağacının tahtalarından yapılan evler genellikle bir-iki oda ve bir mutfaktan oluşuyordu. Bu dönemde aynı yöredeki yerli halkla, Gürcüler'den yaklaşık 15 yıl önce göç etmiş olan Çerkesler ise baraka benzeri evlerde yaşıyorlardı. Gürcüler evlerini birbirine belirli uzaklıkta yapıyorlardı. Evlerinin genellikle yakınında hasat edilen mısırı korumaya yarayan anbar (nalia) ve serenler (begeli) bulunuyordu. Bunlar dört direk ve her direğin üzerine farelerin çıkmasını önlemek için konan tekerlek biçimindeki tahtalar üstünde inşa ediliyor, çatıları saz, mısır sapı ya da tahta ile örtülüyordu. Son derece dindar olan Gürcüler'in (bu durum göç etmelerinin önemli nedenlerinden biri olarak kabul edilmektedir) kurduğu köylerde o döneme göre mükemmel sayılabilecek cami ve mektepler vardı. Mekteplerde kız ve erkek çocuklarına din bilgileri öğretiliyordu. Gürcüler düzenli olarak Cuma namazlarından sonra, köy ve cami ile ilgili sorunlar üzerine görüşmelerde bulunuyorlardı. Gürcüler'in bu yerleşme biçiminden hareketle geldikleri yerleri benimsedikleri ve geri dönmeyi düşünmedikleri sonucuna varılabilir.
Gürcüler 5-10 kişilik aileler halinde göç etmişlerdi. Geldiklerinde "30 kuruş gibi bir para" dışında hiçbir şeyleri yoktu. Ama birkaç yıl içinde ihtiyaç fazlası oluşturacak kadar tarla va hayvan edinmeyi, yerli halka göre daha iyi bir yaşam düzeyine ulaşmayı başardılar. Her Gürcü evinin kendine ait "havli"si ve bahçesi vardı. Buralarda mısır başta olmak üzere hıyar, fasulye, kabak, pancar, lahana, patates gibi ürünler yetiştiriyorlardı. Gürcüler'de meyve yetiştirmek bir tür gelenekti ve yerleştikleri her yerde mutlaka dut, elma, armut, incir, erik gibi neredeyse her tür meyve ağacı bulunuyordu. Ayrıca havlilerinde tavuk besliyor, ormanlık alanlarda arıcılık yapıyorlardı. Gürcüler mısır tarlalarını yaban domuzlarından korumak için buralarda "sayvan" denen kuleler yapıyor, köpek ve silahlarıyla birlikte geceyi bu kulelerde geçiriyor, gece boyunca bağrışıyor, teneke çalıyor ve silah atıyorlardı.
Gürcüler tarım için gerekli her türlü araç ve gereci, araba, ev, anbar ve serenlerini kendileri yapıyor, keten ve kendir yetiştirerek ip, iplik, elbise gibi ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. İpek kozası yetiştirerek ipekli kuşak dokuyor, fındık ağacı kabuklarından sepet yapıyorlardı. Hasat ettikleri mısırı, dere kenarlarında yaptıkları ve ortaklaşa kullandıkları su değirmenlerinde (tziskvili) öğütüyorlardı. Mısır unundan yapılan ekmeği (cadı) taştan oyularak yapılmış ve pileki (ketsi) denen bir kap içinde pişiriyorlardı. Mısır ekmeğini genellikle sıcak ve henüz pişmiş yiyorlardı. Lahana yemeği, fasulye ve mısır çorbası Gürcüler'in başta gelen yemeklerindendi. Yemek evin mutfak işlevini gören bir odasında, ya da evin ayrı bir bölümünde bulunan ocakta pişiriliyordu. Türkiye'ye göç etmiş olan Gürcüler geldiklerinde oldukça sağlıklıydılar ve aralarında torununun torununu görebilen yaşlılar vardı. Oysa yerleştikleri bölgelerdeki yerli halk arasında 60 yaşın üzerinde çok az insana rastlanıyordu. Ama kısa süre sonra Gürcüler'in sağlığı da bozulmaya başladı. Gürcüler hastalarını genellikle kendi yöntemleriyle tedavi ediyorlardı. Başta gelen tedavi yöntemi de hastayı terletmekti. Hastanın üzerine yatak yorgan gibi eşyayı yığıyor ve bu yolla terlemesini sağlıyorlardı.

Gürcüler birbirleriyle dayanışarak ve yardımlaşarak birçok işi beraber yapıyorlardı. Buna "meci" ya da imece (nadi) deniyordu. Örneğin köylüler araba ve hayvanlarıyla meciye katılıyor ve hanenin bir yıllık odununu bir günde çekebiliyorlardı. Meci eden kişi önceden yemek pişiriyor ve meciye katılanlara ziyafet veriyordu.


Gürcü köylüler arasında İstanbul'a gidip öğrenim görenler de vardı. Bunlar devlet hizmetinde bulunuyor, ama sonunda yeniden köylerine dönüyorlardı.
Gürcü kadınları "fistan" denen uzun etekli elbise ile kısa ve oldukça dar bir tür yelek giyiyorlardı. Başka bir yere giderken köydeki ekonomik durumlarına göre bazıları adi basmadan, bazıları ipekten ve bellerine kadar kısa "büzgüler" giyiyorlardı. Kadınlar zamanını daha çok yemek pişirerek geçiriyorlardı. Gürcü kadınları kocalarına saygı gösteriyor ve itaat ediyorlardı. Doğurmayan kadın toplumda itibarını yitiriyor, çok doğuranlardan ise övgüyle söz ediliyordu. Kadınlar erkek çocuk dünyaya getirdiğinde bu olay silahlar atılarak kutlanıyordu. Gürcü erkekleri başlarına sargı sarıyor ve "zikva" denen sarı şalvar giyiyorlardı. Giysileri genellikle aba ve çuhadandı. Abayı kendileri dokuyor, elbiselerini kendileri dikiyorlardı.
Kafkaslar'daki Gürcüler'de klan dışında evlenme (egzogami) uygulanıyordu. Bu uygulama, aynı babasoylu kişiler arasında ve aynı klanı oluşturan farklı babasoylu kişiler arasında evliliği yasaklıyordu. Türkiye'ye göç eden Müslüman Gürcüler'de egzogami kuralı bozulmuştu ve baba tarafından akrabaları sınırlamıyordu. Müslüman Gürcüler'de akrabalar arasında evlilikler (içten evlenme) yapılıyor, Gürcü olmayanlara kız verilmiyor, ama seyrek olsa da Gürcü olmayanlardan kız alınıyordu. Gürcüler çocuklarını 20-25 yaşları arasında evlendiriyorlardı. Kız verilirken karşılığında para alınıyordu. Gelin evden çıkarken gerek gelinin arkadaşı, gerek en yakın erkek akrabası kapının önünde duruyor, bir "atiye" armağan istiyordu. Oğlan tarafı bunu karşılamadan gelin evden çıkmıyordu. Gelin evden çıktıktan sonra ata bindiriliyor, kadın ve erkeklerden oluşan atlı-yaya bir topluluk eşliğinde damat evine gidiliyordu. Gelin, damadın evinde kadınlar tarafından karşılanıyordu. Damat kadınların arasında gelinin başındaki örtüyü kamasıyla açıyor ve henüz evlenmemiş olan bir kızın üzerine atıyordu.
Gürcüler düğün ve özel toplantılarında "horoni" (horon) dedikleri bir oyun oynuyorlardı. Bu oyunda oldukça çevik ve çabuk hareket etmek esastı. Horon, genellikle üç kişiyle oynanıyor ve silahlar atılıyordu. Sonra konuklara evin içinde kurulan sofralarda yemek yediriliyordu. Sıra pilava gelince herkes kaşığını bırakıyor ve geri çekiliyordu. Sofra, ileri gelen biri tarafından "tutuluyordu". "Sofra tutmak", kız tarafından bu önde gelen kişinin ev sahibinden tavuk, koyun, meyve gibi şeyler istemesiydi. Bu sırada bütün düğün halkı tabancalarını evin her yanına doğru ateşliyor ve evi "delik-deşik" ediyorlardı. Sonunda istedikleri yerine getiriliyordu. Bunları ya sofrada yiyorlar, ya da ev sahibine iade ediyorlardı. Gürcüler altın, ya da gümüş ziynete büyük önem veriyorlardı. Her erkeğin karısına beşi bir yerde, gümüş kemer gibi takılar alması neredeyse zorunluluk sayılabilecek türden bir gelenekti.
Türkiye'ye göç eden Müslüman Gürcüler, Gürcüce'yi yalnızca konuşma dili olarak kullanıyorlardı. Çoğunluğu Gürcüce okuma-yazma bilmiyordu. Gürcüce okuma-yazma bilen az sayıdaki Gürcüler'in hemen hepsi Cürüksu (Kabuleti) Gürcüleri'ydi.
Türkiye Gürcüleri arasında, Osmanlı Dönemi'nde ve Cumhuriyet Dönemi'nin ilk kırk yılı içinde hiçbir kültürel ve siyasal örgütlenmeye, etkinliğe rastlanmaz. Buna karşın Gürcüler daha çok kasabalarda, bütünüyle Gürcü nüfusundan oluşan köylerde yerleşmiş olmaları sayesinde belirli ölçüde kimliğini korumuşlardır. 1960'larda Gürcü kimliğini öne çıkaran girişimler görülür. Bu da neredeyse bütünüyle kültürel alanda gerçekleşmiştir. Bu türden kültürel etkinliklerde Gürcüce yapıtların Türkçe'ye çevrilmesi başta gelen çalışmalar olmuştur.

Ahmet Özkan (Melasvili), 1960'larda Gürcü kimliğini öne çıkaran çalışmalara yöneldi. İnegöl'ün Hayriye Köyü'nde bir kültür evi yapımına girişti. Aleksandre Kazbegi'nin Elguca'sı 1973'te Ahmet Özkan (Melasvili) tarafından Gürcüce'den çevrilerek Elguca ile Mzago adıyla yeniden yayımlandı. Türkiye'deki Gürcüler'in yayın alanında belkide en önemli girişimi Cveneburi Dergisi'ydi. Gürcüce'den Türkçe'ye çeviri yapan bir başka çevirmenden biri olan Hayri Hayrioğlu, Tembel Adam (1983) ve Güneşin Kızı (1986) adı altında bazı Gürcü masallarını Türkçe'ye kazandırdı.


Kaynaklar:

1. www.chveneburi.org

2. www.chveneburi.net

3. www.muslimgeorgia.org



FARKLI BİR GÖRÜŞLE MÜSLÜMAN ACARA KİMLİĞİ


Acaristan denilen bölgedeki Türk varlığı XI. yüzyılda Kıpçak askerlerinin Selçuklular'a karşı Batı Gürcistan'a konuşlandırılmasıyla başlamıştır. Bölge yakın zamana kadar Gürcü (Kartvel) haritalarında dahi bu nedenle "Sa Atabego - Atabek Yurdu" olarak gösterilmiştir. Acara bölgesi müslüman halkı, göçten önce kendilerini asla "gürcü" olarak tanımlamamışlardır. Gürcistanın hakim unsuru olan "Kartveller" ise onlara "Tatar" diyorlardı. 1877'ye kadar Osmanlı toprağı olan bölge, 1878-1918 yılları arasında Rus ve Gürcü Kartveller elinde kalmış, 1918 halk oylamasıyla yeniden Türklere bırakılmıştır. 1921 Kars anlaşmasıyla, Acaristan Muhtar Cumhuriyeti adıyla yeniden yapılanan bölge üzerindeki egemenlik haklarından, Türkiye, halkın dini ve kültürel haklarının korunmasının garantörlüğünü üstlenerek ve Batum limanından istediği gibi yararlanma hakkı alarak vazgeçti.




Yüklə 2,91 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   108   109   110   111   112   113   114   115   ...   269




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin