Jack London Martin Eden



Yüklə 1,69 Mb.
səhifə30/36
tarix24.12.2017
ölçüsü1,69 Mb.
#35856
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   36

Bir keresinde Martin yolda Gertrud'a rastladı ve öğrendiklerinin tamamıyla doğru olduğuna emin oldu: Bernard Higginbotham, Martin'e ailenin şerefini herkesin gözünde lekelediği için ateş püskürüyormuş ve Martin'in, evine girmesini de yasaklamış.

Gertrude:

— Niye buralardan gitmiyorsun, Martin? diye adeta yalvarmıştı. Buradan git, bir iş tut, kendine bir çeki düzen ver, her şey unutulunca geri gelirsin.

Martin başını salladı, ama hiçbir açıklamada bulunmadı. Nasıl açıklayabilirdi. Aile bireyleri ile arasındaki korkunç zihni uçurum Martin'i dehşete düşür-

508


Jack London

müştü. Bu uçurumu aşıp da onlara durumunu anlatmasına imkân yoktu. Ne İngiliz dilinde, ne de herhangi bir dilde, onlara tutum ve davranışlarını anlatabilmesini sağlayacak kelimeler, yoktu. Martin'in hesabına, onların gözünde en yüksek davranış bir iş sahibi olmaktı. Onların ilk ve son sözleri buydu. Bütün fikirleri işte kabaca bu sözlüğe sığdırılabilirdi. Bir iş tut! Çalış! Kızkardeşi konuşurken, Martin, zavallı budala köleler diye düşündü. Kölelerin kafasını kendi köleliklerinden başka bir şeyin yorduğu yoktu. Bir iş onlar için, önünde yere kapanıp tapınılacak altından bir puttu.

Hemen o gün tefeciyi ziyaret etmek zorunda kalacağını bilmesine rağmen Martin, Gertrude'un para teklifini başını sallayarak reddetti.

Gertrude ona:

— Bu sıralarda Bernard'a yaklaşma diye uyarıda bulunup ekledi. Birkaç ay geçsin de, Bernard yatıştıktan sonra, eğer istersen onun servis arabasını sürme işini alırsın. Ne zaman bana ihtiyacın olursa haber gönder yeter, hemen gelirim, unutma.

Gertrude ağlayarak ayrıldı; onun ağır gövdesini, kaba yürüyüşünü görünce Martin, içinin burkulduğu-nu hissetti. Gertrude'un ardından bakarken, Nice binası yıkılacakmışçasına sarsılır gibi oldu. Köle sınıfları soyut olarak düşündüğü zaman mesele yoktu, ama bu kavramın kendi ailesinde gerçekleştiğini görmek hiç de memnun edici değildi. Eğer yeryüzünde gerçekten de ezilen bir köle varsa, bu kız kardeşi Gertrude idi. Martin bu çelişkiye acı acı güldü.

509

XXXVIII


Hayatın çekilmez ve acı yüzünü zaten tanımıştı. Son zamanlarda ise acının ne olduğunu anlıyor, ıstırabın şeklini çiziyordu. Ancak çizdiği bu şekil onu sarsıyordu. Düşünceleri, eylemleri donup kalmıştı, adımını bile atamıyor, olduğu yerde çakılıp kalıyordu. İşte bu nedenle de yazmayı bir süreliğine rafa kaldırdı. "Gecikmiş" masasının üzerinde ve unutulmuş bir halde uyumaya devam ediyordu. Değişik dergilere göndermiş olduğu yazılarının hepsi de şimdi masanın altını dolduruyordu. Yalnız bir tek yazıda ısrarını sürdürüyordu. Geri geldikçe başka dergilere gönderiyor, bu başyapıt niteliği taşıyan yazının yayımlanmasını istiyordu. Bu yazı Brissenden'in "Sapkın"ıydı.

Hayatı çalışmaktan ibaret gören Martin artık bu-nalımlarıyla uğraşıyordu. Bu bunalım son hızla onu da içine alıp sindirmişti. Sinirleri hassasiyetini yitirmiş, beyni, ruhu, kalbi karma karışık olmuştu. Hayatın belki de en çekilmez yanıyla karşılaşmıştı, sevmiş, ölümüne sevmiş, ama terkedilmişti. Artık bisikletinin, çok sevdiği siyah elbisesinin bir önemi yoktu, kaldı ki her ikisi de rehindeydi. Daktilonun sahiplen de onu kira için sıkıştırmaya başlamışlardı. Fakat o, bunları

511

Martin Eden



önemsemiyordu. Bu bunalım devresini atlatıp kendine yeni bir yol arıyordu. Bu yolu ararken de hayatının alabildiğince sakin geçmesi gerekiyordu.

Haftalar sonra beyniyle ruhunu burkan, içindeki alevi yakan ve beklentiler içinde sorularla baş başa bırakan bir beklentisi gerçekleşti. Sokakta dalgın ve anlamsızca yürürken Ruth'a rastladı. Ruth'un yanında kardeşi Norman vardı. Martin, Ruth'u görünce günlerin getirdiği acı ve baskılara dayanamadı ve koşar adım yanlarına geldi. Ne var ki onlar, Martin'i görmezlikten geldiler, hatta Norman daha da ileri giderek Martin'i kaba bir el hareketiyle itmeye çalıştı.

— Eğer kardeşimin önünü kesmeye kalkarsan polis çağırırım, diye tehditde bulundu.

— Seninle konuşmak istemiyor, ısrar etmekle onu aşağılamış oluyorsun, dedi.

Martin bu sözlere aldırmadı:

— Eğer inat edersen polisi çağırmak zorunda kalırsın, o zaman da adın gazetelere geçer. Hadi şimdi çekil yolumdan da eğer canın istiyorsa git çağır polisini. Ruth'la konuşacağım ben.

Ruth'a:

— Kendi ağzından duymak istiyorum, dedi. Ruth sararmış titriyordu ama kendini toplayıp sorar gibi baktı.



Martin aceleyle:

— Mektubumda sorduğum soru, dedi.

Norman sabrının tükendiğini gösteren bir harekette bulundu, Martin bakışıyla onu durdurdu.

Ruth başını iki yana salladı.

512

Jack London



Martin sordu:

— Bütün bunlar tamamen senin kendi isteğinle mi?

Ruth, alçak, kendinden emin bir sesle ve vereceği cevabı enine boyuna düşünerek:

— Evet. Kendi isteğimle. Beni öylesine küçük düşürdün ki, arkadaşlarımla karşılaşmaktan utanıyorum. Hepsinin de benim hakkımda konuştuklarını biliyorum. Sana söyleyebileceğim bundan ibaret. Beni çok kötü duruma düşürdün, seni bir daha asla görmek istemiyorum.

— Arkadaşlar! Dedikodu! Yalan gazete haberleri! Hiç şüphe yok ki bütün bunlar aşktan daha kuvvetli değildir! Ben ancak, senin beni hiçbir zaman sevmemiş olduğuna inanabilirim.

Ruth'un yüzüne hücum eden kan, betini benzini sararttı. Belli belirsiz bir sesle:

— Bütün geçenlerden sonra mı? dedi. Martin sen ne dediğini bilmiyorsun. Benim haysiyetim var.

Norman kızkardeşini kolundan çekerek:

— Görüyorsun, seninle herhangi bir ilişiği kalmasını istemiyor işte, diye bağırdı.

Martin kenara çekilip onlara yol verdi. Eli bilinçsiz bir hareketle cebine gidip boş yere tütün ve kahverengi sigara kâğıdını aradı.

Kuzey Oakland'a kadar uzun bir yol vardı, ama Martin merdivenleri çıkıp da odasına girene kadar yürüdüğünün farkında bile değildi. Kendini, yatağının kenarına oturur halde, yeni uyanmış bir uyurgezer gibi çevresine bakınırken buldu. "Gecikmiş"in masanın üstünde durduğunu gördü, sandalyesini çekti, uzanıp

513


Martin Eden

kalemini aldı. Yaradılışından gelen bir etkiyle, mantığı onu hep her şeyi tamamlamaya zorlardı. Burada bitmemiş bir şey vardı. Bu şey, başka bir şeyin tamamlanabilmesi için geri bırakılmıştı. Şimdi bu başka şey bitmiş bulunuyordu ve Martin, artık bitirene kadar kendini bu işe verecekti. Ondan sonra ne yapacağını bilmiyordu. Bildiği tek şey, hayatının bunalımlı bir dönemini atlatmış olduğuydu. Bir dönem tamamlanmıştı ve Martin bu devreyi bitirmek için bir usta gibi son defa elinden geçiriyordu. Geleceği merak ettiği yoktu. Nasıl olsa yakında geleceğin kendisine neler hazırladığını öğrenecekti. Bu her ne ise, önemi yoktu.

Beş gün, hiçbir yere gitmeden, kimseyi görmeden, azıcık bir yemekle yetinip başını kaldırmadan "Qecikmiş"in üstünde çalıştı. Altıncı günün sabahı postacı ona, The Parthenon"un editöründen ince bir mektup getirdi. Mektuba bir bakışta, "Sapkın"ın kabul edildiğini anladı. Editör mektubuna devamla, "Şiiri Mr. Cartwright'e vermiştik, bize verdiği raporda şiirden öyle övücü bir dille söz ediyor ki, şiiri geri çevirmemize imkan yok. Şiiri yayınlamaktan duyacağımız samimi zevkimizi belirterek şunu size bildirmek isterim ki, Temmuz sayımız hazırlanmış olduğu için şiiri Ağustos sayısında çıkarmayı tasarladık. Lütfen memnuniyetimizi ve teşekkürlerimizi Mr. Brissenden'e iletiniz ve bize kendisinin bir fotoğrafı ile hakkında biyografik bilgi postalayınız. Önerimizi yeterli bulmadığınız takdirde bize derhal bir telgraf çeker ve uygun bulduğunuz fiyatı bildirirseniz çok teşekkür ederiz.

Teklif ettikleri para üçyüz elli dolar olduğundan, Martin telgraf çekmeye lüzum görmedi. Bundan sonra iş Brissenden'in rızasını almaya gelmişti. Eh, so-

514

Jack London



nunda Martin haklı çıkmıştı, üstelik fiyat da gayet iyi, gerçi bu fiyat asrın şiirine veriliyordu ama yine de çok iyiydi. Cartwright Bruce'a gelince, Martin onun, azıcık da olsa Brissenden'in saygısını kazanmış biricik eleştirmen olduğunu biliyordu.

Martin kentin çarşı semtine bir tramvayla indi; dışarı, da birbiri ardınca kayıp geçen evleri, yol kavşaklarını seyrederken, arkadaşının başarısına ve kendi kazandığı net zafere pek fazla sevinmediğini üzülerek farketti. Değerli yazıların ne olursa olsun yayınlanacağı hakkındaki kendi fikri doğru çıkmış, öbür yandan da Amerika Birleşik Devletleri'nin biricik kritiği şiiri övmüştü. Ne var ki Martin'in içindeki şevk zembereği kuvvetini kaybetmişti; Martin, Brissenden'e güzel haberi vermekten çok onu görme arzusunun içini doldurduğunu hissetti. "The Parthenon"dan gelen kabul cevabı ona, kendini "Gecikmiş"ine verdiği beş gün içinde Brissenden'den ne bir haber aldığını ne de onu düşünmüş olduğunu hatırlatmıştı. Martin kafasının ne kadar bulanık olduğunu ilk defa şimdi farketti ve arkadaşını unuttuğu için utanç duydu. Ama bu utanç bile içine işleyip yakamadı onu. "Gecikmiş"in yazılışıyla ilgili ilginç heyecanlar dışında Martin hiçbir heyecana tepki göstermiyordu. Diğer bütün heyecanlara karşı bu beş gün uyuşukluk hali içinde kalmıştı. Tramvayın, içinden vınlayarak geçtiği bütün bu hayat ona uzak ve gerçekdışı bir şey gibi geliyordu. Eğer önünden geçtiği kilisenin büyük taş kulesi birdenbire yıkılıp kafasının üstünde parçalansaydı, Martin buna pek az ilgi gösterir, şaşkınlığı ise gösterdiği ilgiden de az olurdu.

Otele ulaştığında acele Brissenden'in odasına çıktı,

515


Martin Eden

aynı aceleyle de aşağı indi. Oda boştu. Brissenden'in hiçbir eşyası yoktu.

Kendisine merakla bakan otel katibine:

— Mr. Brissenden adres bıraktı mı? diye sordu. Katip:

— Duymadınız mı? dedi.

Martin başıyla, duymadığını anlattı.

— Şey, gazeteler bu haberle doluydu. Yatağında ölü bulundu. İntihar etmiş. Kendini kafasından vurmuş.

— Gömüldü mü? Martin'e sanki soruyu soran kendi sesi değilmiş de, uzaklardan, bir başkasının se-siymiş gibi geldi.

— Hayır. Soruşturmadan sonra cesedi doğuya gönderildi. Ailesi, bu işlere bakmaları için avukatlar tuttu.

Martin:


— Amma da aceleciymişler, diye yorumda bulundu.

— Bilmem. Beş gün önce oldu.

— Beş gün önce mi?

— Evet. Beş gün önce. Martin dönüp giderken bir.

— Off, dedi.

Köşede postaneye uğradı ve "The Parthenon "a bir tel çekerek şiiri yayınlamalarını bildirdi. Cebinde sadece eve dönüş parası olan beş sent kaldığından, telgrafı ödemeli yolladı.

Odasına geldikten sonra da hemen yazısının başı-

516


Jack London

na geçti. Günler, geceler gelip geçti, o, masasının başından ayrılmadan işine devam etti. Tefeciden başka hiçbir yere gitmedi, beden hareketleri yapmadı, aç olduğu ve yiyecek bir şeyleri bulunduğu zaman metodik bir şekilde yemek yedi, ya da pişirecek şeyi olmadığı zamanlar aynı şekilde metodik olarak açlığa katlandı. Öykü bölüm bölüm, zamanından önce bitti, ama Martin buna bir giriş eklemek ihtiyacını hissetti ve kafasında öykünün kudretini arttıran bir giriş geliştirdi. Bu ise daha yirmi bin kelimeyi gerektiriyordu. Yazının mükemmel olmasını gerektiren hayati bir sebep yoktu, ama ilginç ölçüleri onu işini iyi yapmaya zorluyordu. Garip bir şekilde çevresindeki bütün dünyadan soyutlanmış ve sersemlemiş bir halde, önceki hayatını anlatan bu süslü edebi yazılar arasında kendini tanıdık bir hayalet gibi hissederek çalışmaya devam etti. Vaktiyle birisi ona, hayalet, ölü olan ve duygusu kalmadığı için ölü olduğunu bilmesine imkan olmayan kimsenin ruhudur, demişti. Martin'in aklına bu geldi ve bir an durup, acaba gerçekten ben de ölüyüm de farkında mı değilim diye düşündü.

"Gecikmiş"in bittiği gün geldi çattı. Daktilo makinesinin acentesinden bir ajan gelmiş, Martin sandalyede bitiş bölümünün son sayfalarını yazarken, o da yatağın kenarına oturmuş bekliyordu. Yazının sonuna büyük harflerle "Son" yazdı, bu onun için gerçekten de son demekti. Daktilonun kapıdan çıkarılıp götürü-lüşünü bir çeşit iç rahatlığıyla seyretti, sonra gidip yatağına uzandı. Açlıktan bayılmak üzereydi. Otuz altı saattir ağzına lokma koymamıştı, ama bunu düşünmüyordu bile. Gözleri kapalı, sırt üstü yatmış hiçbir şey düşünmüyordu. Sersemlik, ya da uyuşukluk Martin'in içinden kaynayarak, bütün bilincini kapladı.

517


Martin Eden

Yarı hezeyan içinde, Brissenden'in kendisine sık sık tekrarlamaktan zevk duyduğu sonsuz şiirin mısraları dudaklarından dökülmeye başladı. Martin'in ağzından monoton bir şekilde çıkan kelimeler, kapının dışında merakla içerisini dinlemekte olan Maria'yı endişelendirdi. Kelimeler ona bir şey anlatmıyordu, ama gerçek olan Martin'in bu kelimeleri söylediğiydi, şiirin ana fikri ve nakaratı, "Bitirdim" di.

"Bitirdim

Notu bir kenara bıraktı elim.

Havaya asılı gölgeler gibi

Mor yoncalar arasında

Şarkı da,

Şarkıyı söyleyen ses de

Bitecektir yakında.

Bitirdim


Notu bir kenara bıraktı elim.

Çiğli çalılar arasında öten

Seher bülbülü, gibi şakırdım

Bir zamanlar ben de;

Şimdi söndü nefesim.

Yorgun keten kuşu gibiyim

Gırtlağımda kalmadı sesim;

Büyük bir titizlikle bitirdim şarkımı.

Bitirdim.

Notu bir kenara bıraktı elim." Maria daha fazla dayanamadı, hemen koşup sobanın üzerinde duran tencereden, bir litrelik çanağın

518

Jack London



içine çorba koydu, kepçesiyle tencerenin dibinden toparladığı bol kuşbaşı et ve sebze ile doldurdu. Martin doğrulup oturdu ve yemeğe başladı. Çorbasını içerken bir taraftan da Maria'yı, uykusunda konuşmadığına, ateşi olmadığına inandırmaya çalışıyordu.

Maria onu yalnız bıraktıktan sonra, omuzlan düşmüş bir halde parlaklığını kaybetmiş gözlerini hazin hazin çevresinde dolaştırarak oturdu; sabah postasıy-la gelen, açılmamış bir derginin yırtık ambalajı, karanlık beynine bir ışık demeti sunana kadar, gözleri bütün dünyaya kapandı ve hiçbir şeyi görmedi. Bu "The "Parthenon"dur, diye düşündü, Parthenon'un Ağustos sayısı, "Sapkın" da mutlaka içindedir. Ah, Brissenden burada olup da görseydi!

Sayfaları çevirirken birden durdu. "Sapkın"ı Be-ardsleyvari bir çerçeve içine alarak, muhteşem bir motifle, önemle belirtmişlerdi. Motifin bir yanında Brissenden'in, öbür yanında da İngiliz Büyükelçisi Sir John Value'nun fotoğrafı, baş tarafta da editörün bir notu vardı. Bu notta, Sir John Value'nun, Amerika'da şair yoktur deyişine değinerek, "Sapkın "ı "The Part-henon"un tanıttığını belirtiyordu. "İşte, alsana, Sir John Valut!" Cartwright Bruce, Amerika'nın en büyük kritiği olarak gösteriliyor ve onun "Sapkın"dan Amerika'da şimdiye dek yazılan en büyük şiir olarak bahsedişine değiniliyordu. Nihayet editörün önsözü şöyle bitiyordu: "Henüz Sapkın'ın gerçek değeri üzerinde kararımızı vermiş değiliz, belki de hiçbir zaman, veremeyeceğiz. Ne var ki, onu, kelimelere, kelimelerin bağlanışına ve Mr. Brissenden'in bu kelimeleri nereden bulduğuna, nasıl biraraya getirdiğine hayretler ederek, tekrar tekrar okuduk." Arkasından da şiir geliyordu.

519


Martin Eden

Martin, dergiyi dizlerinin arasından yere bırakırken:

— Çok önemli bir başarı kazandın Briss, koca herif, diye söylendi.

Bu dergi insanın midesini bulandıracak kadar ucuz ve adi idi, ama Martin ruhsuz bir şekilde midesinin pek de bulanmadığını farketti. Kızabilmiş olmayı istedi, ama kızmaya yeltenecek kadar bile enerjisi yoktu. Hissiz kalmıştı. Kanı, hızla kabaran öfkenin bile hızlandıramayacağı kadar donmuştu. Zaten ne önemi vardı? Bu dergide Brissenden'in burjuva toplumunda mahkum ettiği diğer şeylerle aynı seviyedeydi işte.

— Zavallı Briss, diye konuştu Martin; sağ olsa beni hiç affetmezdi.

Gayret edip yerinden kalktı ve vaktiyle içinde daktilo kağıtlarının durduğu kutuyu aldı. İçindekileri elden geçirip kutudan arkadaşının yazdığı onbir tane şiir çıkardı. Bunların enine ve boyuna yırtıp çöp sepetine attı. Bu işi mecalsiz bir şekilde yaptı, bitirince de yatağın kenarına oturup boş gözlerle önüne bakmaya başladı.

Orada ne kadar oturduğunu bilmiyordu, birden görmeyen gözlerinin önünde beyaz bir çizgi hayali belirdi. Acayipti. Ama gerçekten de baktıkça bu hayal gitgide daha belirli bir şekil alıyordu. Martin bunun, Pasifiğin beyaz köpüklü dalgaları arasında, üzerinden buğular yükselen mercan döküntüleri olduğunu gördü. Arkasından, kırılan dalgalar çizgisinin üzerinde gözleri ufak bir kanoyu, dirsekli cinsten bir kanoyu seçti. Kanonun kıçında, beline dizlerine kadar inen kı-

520


Jack London

zil bir kumaş parçası sarmış bronz derili genç bir Tan-rı'nın, güneşte pırıl pırıl çakmaklanan kısa küreğini suya daldırıp çıkardığını gördü. Onu tanıdı. Bu Moti idi; reis Tati'nin en genç oğlu, burası da Tahiti idi. O buram buram tüten mercan kayalarının ötesinde de tatlı Papara ülkesi, reisin nehrin ağzındaki saz evi duruyordu. Günün bitimiydi, Moti balıktan dönüyordu. Mercan kayalarının üzerinden aşabilmek için kanosunu kaldıracak büyük bir dalgayı bekliyordu. Sonra kendisinin de eskiden çoğunlukla olduğu gibi kanonun burnunda oturduğunu gördü; küreğini suyun içinde hafif hafif aşağı yukarı oynatıyor ve firuze renkli dalga bir duvar gibi arkalarında yükseldiği zaman küreğini suya deliler gibi daldırmak için Moti'nin işaretini bekliyordu. Bir an sonra Martin artık bir seyirci değildi; şimdi bizzat kendisi kanonun içindeydi, Moti bağırıyor, her ikisi de kısa küreklerini bütün güçleriyle daldırarak, firuze renkli dalganın dik yüzü üzerinde uçuyorlardı. Teknenin demirden yapılan sütunları altında su bir buhar fıskiyesinden fışkırır gibi ıslık çalıyordu. Hava, savrulan serpintilerle dolmuştu, denizin hışırtı ve uğultularla karışık kükreyişi arasında kano, döküntülerin içinde kalan gölcüğün sakin suları üzerine sürüklendi. Moti güldü, başını sarsarak gözlerinden tuzlu suları silkti ve ikisi biden önü kapalı mercan plajına doğru küreklerine asıldılar. Kıyıda hindistancevizi ağaçlan arasından, Tati'nin sazdan yapılmış evinin duvarları, gurup ışıklarına karşı, altındanmış gibi görünüyordu.

Resim eriyip kayboldu, rezil odasının dağınıklığı Martin'in gözleri önüne seriliverdi. Tekrar Tahiti'yi görebilmek için boş yere zorladı kendini. Orada, ağaçlar

521


Martin Eden

arasında şarkıların söylendiğini, mehtapta kızların dans ettiklerini biliyordu, ama bunların hiçbirini göremedi. O sadece, üstü karmakarışık yazı masasını, masanın üzerinde daktilo makinesinden boş kalan yeri ve yıkanmamış camlan gördü. Bir iniltiyle gözlerini kapadı ve uyudu.

522

XXXIX


Ayrılıklar insan ruhunda bıraktığı acıyla anılır. Bu acı ruhların şekillenmesinden hayat görüşünün değişmesine; hatta insanın kendisini yenilemesine neden olur. Aşk ayrılığı ise ölümden daha şiddetlidir. İnsanı sersemletip hayattan soğutması bir yana tam bunalımların ortasında bırakır. İnsan bu durumda yapayalnızdır, kimsesizdir, elleri üşümüş, ayakları donmuştur; bedeni, aklı, beyni esrarkeşlere özgü alemlere dalmıştır. Martin Eden'de böylesine büyük iki acıyı kısa aralıklarla tatmak zorunda kalmıştı. Önce canından çok sevdiği Ruth'u terk etmiş, sonra da kadim dostu Bris-senden dünyayı bırakıp gitmişti. Bu iki kayıp Martin'i bunalımların tam ortasına itmişti, uyku ile uyanıklık arasındaki derin uçurumlarda dolaşıp durmuş, çılgın beyni duygularının içinde erimişti. Yemeğe ihtiyacı oiduğu kadar deliksiz bir uykuya da ihtiyacı vardı. Bu yüzden Martin o geceyi derin bir uykuyla geçirdi, sabah seferine çıkan postacı tarafından uyandınlıncaya kadar kıpırdamadı. Yorgundu, bitkindi, çevresel ve içsel bütün etkilere karşı hareketsiz olduğunu hissetti. Postacı, soyguncu dergilerin birinden ince bir zarf getirmişti. Bu zarfın içinde yirmi iki dolarlık bir çek

523


Martin Eden

vardı. Bir buçuk yıldır bu yirmi iki dolarını defalarca istemiş, her isteyişi onursuz dergi yöneticileri tarafından reddedilmişti. Artık çekinde, tutarının da bir önemi yoktu. Çeke ve tutarına anlamsız bir bakış fırlattı. Bir yayıncıdan çek aldığında duyduğu o eski heyecanı tamamen kaybolmuştu. Eskiden aldığı çeklerin aksine, bu ona geleceğe dair büyük ümitler vermedi. Martin için, yirmi iki dolarlık bir çekti, o kadar. Yalnızca kendisine yiyecek bir şeyler alıp karnını doyurmasını sağlayacak normal bir kağıt parçasından başka bir şey değildi.

Hayatın Martin'e oynadığı oyun daha bitmemişti. Aynı postadan, Mew York'ta yayınlanan haftalık dergilerden birinin, aylarca önce kabul edilen bazı mizahi şiirlerinin tutarı karşılığı olarak gönderdiği bir çek daha çıktı. Bu da on dolarlık bir çekti. Bu çekin de hiçbir anlamı yoktu. Aklına bir fikir geldi ve Martin bu fikri soğukkanlılıkla değerlendirdi. Ne yapacağını bilmiyordu ve bir şey yapmak konusunda da aceleye lüzum görmüyordu. Bu arada yaşaması da lazımdı, üstelik çok da borcu vardı. Acaba masanın altında duran koskocaman yazılar yığınını pullayıp yeniden seyahate çıkarmak, karşılığını alacağı bir yatırım olamaz mıydı? Bunlardan bir iki tanesi kabul edilebilirdi. Bu da onun yaşamasına yardım ederdi. Bu yatırımı yapmaya karar verdi ve çekleri Oakland'daki bankada paraya çevirdikten sonra on dolarlık posta pulu aldı. Gidip de o havasız odasında kendine kahvaltı hazırlamak düşüncesi Martin'e iğrenç göründü. İlk defa borçlarını ödemeyi düşünmekten vazgeçti. Odasında on beş, yirmi sente, kendisine oldukça zengin bir kahvaltı hazırlayabileceğini biliyordu. Ama o, bunun yeri-

524


Jack London

ne Forum Cafe'ye gitti ve kendine iki dolar tutan bir kahvaltı ısmarladı. Garson'a bir yirmi beş sent bahşiş verdi, bir paket Mısır sigarası için de elli sent harcadı. Ruth'un kendisinden sigarayı bırakmasını istediği günden beri ilk defa o gün sigara içti. Ama şimdi içmemesi için hiçbir sebep göremiyordu, üstelik canı da içmek istiyordu. Paranın ne önemi vardı sanki? Beş sente istese bir paket Burham marka tütünle kahverengi sigara kağıdı alabilir, bunlarla da kırk tane sigara sarabilirdi ama ne olacaktı? Şu anda para derhal satın alabileceği şeyden gayrı hiçbir şey ifade etmiyordu onun gözünde. Martin haritasız, rehbersiz kalmıştı, gidecek hiçbir limanı olmaksızın asgari hayat şartları içinde sürüklenip gidiyordu ve bu, insanı derinden yaralayan bir hayattı.

Günler akrebin kıskacında akıp gitti. Martin her gece düzenli olarak sekiz saat uyudu. Daha başka çeklerin gelmesini beklediği sırada her ne kadar yemeklerini, on sente karın doyurulan Japon lokantalarında yiyor idiyse de, yanaklarındaki çukurluklarla beraber vücudu da dolmaya başladı. Artık kısa uykularla, aşırı iş ve aşırı çalışmayla kendini yormadı. Hiçbir şey yazmadı, kitapları da kapadı. Tepelerde bol bol yürüyüşlere çıktı, sessiz parklarda aylak aylak uzun saatler geçirdi. Ne bir arkadaşı, tanışı ne de yeni bir arkadaş ya da tanış edinmeye niyeti vardı; Durmuş hayatına yeniden hareket verecek bir dürtünün ortaya çıkmasını bekliyordu, ama bu dürtünün nereden geleceğini bilmiyordu. Bu süre içinde hayatı sıkkın, plansız, boş ve aylak geçmekte devam etti.

Bir keresinde, "gerçek kir"e bir göz atmak için San Fransisco'ya indi. Ama tam üst kat merdivenlerinin

525

Martin Eden



eşiğinde birdenbire irkilerek vazgeçip geri döndü ve sokağın kalabalığı içine dalarak oradan kaçarcasına uzaklaştı. Felsefi tartışmaları işitmek düşüncesi onu korkutmuştu. "Gerçek kir"den biri rastlar da tanır korkusuyla bir hırsız gibi kaçtı oradan.

Ara sıra "Sapkın"ın nasıl kötü bir davranışla karşılaştığını görmek için gazete ve dergilere göz atıyordu. Şiir başarı kazanmıştı. Ama nasıl bir başarı! Onu herkes okumuştu ve şimdi herkes bunun gerçekten bir şiir olup olmadığını tartışıyordu. Gazeteler bunu dillerine dolamışlar, her Allah'ın günü bilgiç makaleler, şakacı başyazılar ve abonelerden gelen ciddi mektuplar yayınlanıyordu. Helen DellaDalmar kendine dahi şair süsü verip Brissenden'i inkar ederek, onun şair olmadığını ispat için halka ciltler dolusu mektuplar yazdı. Ertesi sayıda "The Parthemon" yarattığı heyecandan ötürü kendi kendini övüp Sir John Value ile alay ve Brissenden'in ölümünü tüccarca ve insafsızca istismar ederek çıktı. Yarım milyon sattığına yemin billah edilen bir gazete, Helen DellaDal-mar'ın esinle yazılmış orijinal bir şiirini yayınladı; şiirde Brissenden'le alay edilip eğleniliyordu. Helen DellaDalmar aynı zamanda Brissenden'in şiirini alaya alan ikinci bir şiir yazmak suçunu da işlemişti.


Yüklə 1,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   36




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin