Kader beni, iki Alman devletinin tam sınırları üzerinde bir ka­sabada, Braunau am Inn'de dünyaya getirdi. Alman olan Avusturya, büyük Alman vatanına tekrar dönmelidir



Yüklə 1,96 Mb.
səhifə19/51
tarix28.10.2017
ölçüsü1,96 Mb.
#18647
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   51

Eski eserler, adı ve zamanı geçmiş köhne şeyler olarak gösterili­yordu. Sanki bu devirde, kendi utandırıcı yetersizlikleri bir yüksek eser vermiş gibi... işte geçmişin başarısını, halin gözlerinden uzak tutmak ve örtmek için sarf edilen çaba, bize gelecek günlerin hava­rilerinin ne mal olduklarını açıkça göstermektedir. Bu faaliyete dik­katle bakılırsa, yeni veya sahte kültür hareketleri söz konusu olma­dığı anlaşılırdı, Sarf edilen çaba, bizzat medeniyetin temellerini yık­mak içindi. Böylece o güne kadar sağlam kalmış olan güzel sanatlar, düşünceler ve hisler çılgınlığın bataklığına, mümkün olduğu kadar derin batırılacak ve manevi yönden siyasi komünizme yol açılacaktı. Pericles asrı Parthenon ile maddiyat kazanmışsa, bugünün komü­nist parçaları da birkaç filozof bozuntusu kübistlerle maddi bir şekil almıştır.

Bu husus ele alındığı sırada, milletimizin bir kısmının gözle gö­rülen korkaklığına da dikkat etmek gerekir. Bunlar öğrenim ve top­luluk içindeki durumları itibariyle, kültürüne karşı girişilen bu teca­vüzlere bir cephe meydana getirmeli idiler. Sadece komünist sanat havarilerinin bağrışmalarından korkarak her türlü ciddi direncin­den vazgeçtiler ve böylece o zaman kaçınılması imkansız sanılan akımın kucağına kendilerini attılar. Çünkü bu komünist sanatı ha­varileri kendilerini seçkin birer yaratık olarak kabul etmeyenlere şiddetle saldırdıkları gibi, onları geri kafalı adam diye damgalayıp teşhir ediyorlardı. Bu yarı delilerin ve saçma sanat dolandırıcılarının ithamlarından korkuluyordu. Sanki fikir yönünden bozulmuş bu heriflerin ve milleti aldatanların yaptıklarını anlamamak ayıp ola­cakmış gibi...

Bu kültür çırakları, deliliklerini kudretli bir esermiş gibi göster­mek için gayet basit bir vasıtaya sahiptiler. Onlar, anlaşılmaz her eseri, hayretler içinde kalmış dünyaya, kendi içlerinde "yaşanılmış olaylar" adı altında sunuyorlardı. Böylece itiraz edecek pek çok kişi­nin sözlerini daha baştan ağızlarından çekip alıyorlardı. Bunun bir tecrübeden ibaret olduğunda hiç şüphe yoktu. Ancak anlaşılmayan taraf, sağlam dünyaya, karmakarışık fikirlere yakalanmış kimselerin veya katillerin duygusal aptallıklarını sunmalarında bir anlam bu­lunması idi.

Bir Maurice von Schvvind'in veya bir Böcklin'in eserleri de ya­kından yaşanmış tecrübelerdi. Fakat bunlar bazı soytarılar tarafın­dan değil, Tanrı'nın lütfuna erişmiş yazarlarca yaşanmış tecrübeler­di. Fakat bu konuda aydın çevrelerin esef edilecek korkaklığını gör­mek ve anlamak mümkündü. Bu çevreler milletimizin sağlam içgü­düsünün zehirlenmesi karşısında, sanki herhangi bir ciddi direnç önünde şaşırıp, mıhlanmış gibi duruyorlar ve adi çılgınlıkların için­den çıkıp kurtulmak görevini halktan bekliyorlardı. Bunlar sanattan anlamıyormuş gibi görünmemek için, sanata karşı bütün bu hıya­netleri satın alıyorlardı. Sonunda iş iyi ile kötüyü ayıramayacak ka­dar karıştı.

On dokuzuncu yüzyılda, Almanya'nın şehirleri medeniyet mer­kezi vasıflarını kaybederek, yalnız birer göç merkezi seviyesine indi­ler. Büyük şehirlerimizin modern proletaryasının oturduğu yere karşı duyduğu pek az bağlılık, artık herkesin tesadüfen ilişip kaldığı bir noktadan başka bir şeyi söz konusu etmemesinden ileri geliyor­du. Bu kısmen sık sık yer değiştirmelerin sonucu idi. Buna sebep olan sosyal şartlar insana oturduğu yere sımsıkı bağlanmak fırsatını vermiyordu. Fakat bunda genel kültür yönünden karakter eksikliği­nin de rolü vardı.

Kurtuluş savaşları sırasında Alman şehirleri az oldukları gibi pek küçüktüler. Gerçekten hükümet merkezleri oluşu itibariyle kültür yönünden belirli bir iki rakibi vardı. Bugünkü aynı dönem­de şehirlere kıyasla nüfusu elli binden fazla birkaç şehir bilim ve güzel sanatlar yönünden zengindiler. Münih'in nüfusu altmış bine yaklaştığı sıralarda, bu şehir Alman sanat merkezleri arasında başta geleni oluyordu. Şimdi ise sanayi merkezlerinin hemen hemen hepsi bu nüfusa sahiptirler ve hatta daha da kalabalıktırlar. Fakat gerçek bir değer içeren hiçbir şeye sahip olamamışlardır. Bunlar birer kışla yığınından ibarettirler, içlerinde barınılır ve kira ile oda tutulur, işte hepsi bu kadar. Bu derecedeki karaktersiz yerlere sevgi ile bağlanması imkansızdır. Hiç kimse, bir özelliği olmayan ve sanki en ufak sanat eserine yer verilmemesi için gayret sarf edilmiş gibi gözüken bu şehirlere asla bağlanamaz. Ancak iş bununla da bitmiyordu. Büyük şehirler nüfusları arttıkça, gerçekten sanat eserleri yönünden zayıflıyorlardı. Buralar gitgide daha hayvani bir hal alıyordu. Soysuzlaşma küçük sanayi şehirlerindekinden daha az oluyordu, fakat bu yerlerde hep aynı manzara göze çarpıyordu. Modern devrin büyük şehirlerde kültüre ayırdığı hisse tamamen yetersizdi.

Bütün şehirlerimiz geçmişin şan, şeref ve hazineleri ile yaşıyor­lar. Günümüzün Münih'inden Birinci Louis zamanında meydana getirilen eserlerin hepsi ortadan kaldırılsa, o dönemden bu yana ya­pılan önemli güzel eserlerin sayısının ne kadar az olduğu dehşetle görülecektir. Bu, Berlin ve diğer şehirler için de böyledir. Fakat esas nokta şudur. Bugünkü büyük şehirlerimizle, şehrin genel görünüşü içinden ayrılıp ortaya çıkacak, göze çarpacak ve bütün bir devrin sembolü olarak gösterilebilecek hiçbir anıt yoktur. Halbuki orta çağların şehirlerinde şan ve şerefin bir anıtı vardı. Eski zamanın şe­hirlerinin belirli anıtı özel meskenler arasında bulunmuyordu, bu geçici bir akıbete değil, sonsuzluğa aday görülen topluluk anıtları arasında ilk bakışta göze çarpıyordu. Çünkü bunlar herhangi bir mülk sahibinin servetini aksettirmek için kullanılamazdı. Bu anıtlar topluluğun büyüklüğünü ve önemini ortaya koyarlardı, işte halkın her birinin bugün bizi şaşırtacak derecede şehre bağlanışını sağla­yan anıtlar, bu şekilde meydana getirildiler. Gerçekten şehir halkı­nın gözleri önünde bulunan şey, vatandaşların adi görünüşlü evleri idi, büyük ve önemli binalar tamamen topluma ait idi. Bunların karşısında mesken olarak kullanılan binalar ayrıntı seviyesine düşü­yordu.

Eski devlet zamanında yapılan inşaatın büyüklükleri aynı dev­rin evleri ile kıyaslanırsa kamuya ait eserlerin ön plana alınması ge­rekeceği yolundaki prensibin ne kuvvetle doğrulanmış olduğu gö­rülür. Çok eski çağlardan kalma harabeler arasında yükselerek, du­ran bazı sütunlar o devirlerin iş hanları değildir, onlar ibadet yerleri ve devlet binalarının kalıntılarıdır. Yani bizzat topluma ait eserler­dir. Çöküş halindeki Roma'nın debdebe ve büyüklüğü içinde bile, ön planda yer alan binalar birkaç vatandaşın villaları ve sarayları olmamıştır. Bugüne kadar kalan eserler, devletin, yani milletin mabet­leri, hamamları, arenaları, su yollarıdır. Orta çağlarda Almanya bile, güzel sanatlara ait düşünceler farklı olmakla beraber, aynı hakim prensibi korudu. Eski çağlarda kendisini Akropol'de veya Panteon'da ifade eden his, şimdi gotik sanatın şekillerine giriyordu. Bu büyük binalar, o ahşap ve tuğla yapılardan kurulu orta çağ şehirleri­nin ezilmiş yığınları üzerlerinden birer dev gibi göklere yükselirler­di. Bugün bile çevrelerini apartman denen taş yığınları sarmasına rağmen, bu anıtlar kendilerine has vasıflarını koruyorlar. Bu anıtlar her yere kendi özelliklerini veriyor ve kendi görünüşlerinden bir parça meydana getiriyorlar. Katedral, belediye sarayları, haller, bek­çi kuleleri gerçekte eski çağların düşünüşünü kapsayan yeni bir gö­rüşün belirli işaretleri idiler. Devlet binaları ile şahıslara ait binalar arasında esef edilecek kadar fark vardı. Bir gün Berlin, Roma'nın akıbetine uğrayacak olursa yeni nesiller en değerli ve önemli eser olarak birkaç Yahudi'nin mağazalarına ve birkaç şirketin binalarına hayranlık duyacaktır. Günümüzün medeniyetinin belirli vasıflarını bunlar ifade edecektir. Bugün Reich'ın binası ile, maliye ve ticaret binaları arasında hüküm süren o büyük nispetsizliği bir kıyaslamak

yeter sanırım...

Bugün devlet binaları için ayrılan tahsisat gülünç ve çok yeter­sizdir. Bundan dolayı sonsuzluğa kadar ayakta kalacak binalar yapı­lamıyor. Yapılanlar o anın ihtiyacını karşılayacak çapta oluyor. Bu konuda daha yüksek bir fikir kendini kabul ettirmiyor. Berlin şato­su yapıldığı sırada, zamanımızda kütüphanenin haiz olduğu önem­den çok daha büyük bir önemi vardı. Halbuki yaklaşık 60 milyona çıkan bir savaş gemisine karşılık, Reich'ın ilk defa yapılan ve son­suzluğa kadar ayakta kalacak olan bir anıtına bu paranın yarısı ayrılabildi. Binanın iç inşaatı için parlamento taş kullanılmasına karşı çıktı ve duvarların alçı ile kaplanmasına karar verdi. Gerçi bu defa siyasiler çok iyi hareket etmişlerdi. Çünkü taş duvarlar arasında alçı kafalar tam yerlerini bulmuş sayılamazlardı.

Sözün kısası, bugünkü şehirlerimizde, toplumun hakim ve ba­riz vasfı yoktur. Topluluk, şehirlerle olan münasebetlerinde bu hu­susu sembolleştiren hiçbir şey göremiyorsa, buna şaşırmamalıdır. Bunun sonucu, büyük şehir halkının kendi şehrine karşı kesin bir kayıtsızlık içinde bulunması ile ortaya çıkan, gerçek bir hüsrandır. Bu da medeniyetimizin yıkılmasının ve genel çöküşümüzün bir işa­retidir. Devrimiz, gayelerin adiliği, daha doğrusu paranın esareti içinde boğuluyordu. İşte bundan dolayı, böyle bir putun hakimiyeti altında, kahramanlık ruhu ortadan çekilirse, buna da asla şaşmama­lıdır. Halk ancak yakın geçmişin ektiğini biçer. Bozulma olaylarının hepsi, en son noktada, genel hususlar hakkında eşit olarak kabul edilmiş bir görünüşün eksikliğinin ve bundan çıkan genel korku ve çekingenliğin, ayrıca verilen kararlardaki korkunun ve devrin her büyük meselesinde alınan vaziyetin sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayı öğretim ve eğitimden başlamak üzere her şey adi ve sallanır bir haldedir. Herkes sorumluluktan korkuyor ve işlenen hatalara korkakça hoşgörü gösteriyor. Hümanist hülyalar moda olmuştur. Nefsimizi delalete terk ederek, fertlere hıyanet edilmekte ve böylece binlerce kişinin geleceği feda olunmaktadır. Savaştan önceki dini durumun incelenmesi ile, bu genel uyuşmazlığın ve bozulmanın ne kadar büyümüş olduğu görülecektir. Uzun zamandan beri millet, dini inanışlardaki ve büyük bir kısım topluluk da kainat konusuna ait düşüncelerdeki tesirli kanaatlerim kaybetmiştir. Bu hususta çe­şitli kiliselerin çeşitli tarikatları, bu işlere kayıtsız kalanlar kadar rol oynuyorlardı. Asya ve Afrika'daki iki "consession" kendi telkinlerine yeni müritler kazanmak için misyonlardan istifade ederlerken, bu faaliyet islamiyet'in doğuşu ve gelişmesinden önce ancak önemsiz bir başarı kazanabildi. Avrupa'da ise milyonlarca inanmış kimse kaybediliyordu. Bu milyonlarca kişi, dini hayata yabancı kalıyor ve­ya kendi bildikleri yola sapıyorlardı.

Bütün dinlerin inanışına ait temellerine karşı, ne büyük şiddet­le bir mücadelenin sürdüğü gözden uzak tutulmamalıdır. Gerçi bu temellerde insanın dünyasında dini bir gayenin gerçek bir kalıntısı tasavvur edilemez. Büyük halk toplulukları filozoflardan meydana gelmiş değildir. Halbuki, toplum için iman, dünyada ahlaki telakki­nin yegane temelidir. Bunun yerine başka şeyler konulması, mem­nuniyet verecek sonuçlar sağlamadıkları gibi, o zamana kadar ge­çerli ve yürürlükte olan dinlerin yerini alacakları da kabul edilemez. Fakat dini iman ve telkinler, geniş halk toplulukları üzerinde tesir yaparsa, o vakit bu imanın itiraz kabul etmeyen muhteviyatı, her türlü tesirli icraat ve hareketin temeli ve başı olmalıdır. Anayasalar bir devlet için ne ise, inançlar da dinler için aynı şeydir, inanç olmazsa, akıllı ve zeki bir surette yaşayan yüksek mevkie çıkmış bir­kaç yüz bin kişinin yanında milyonlarca insan bundan yoksun ola­rak yaşamaya devanı edecektir. Sonsuz bir şekilde yayılma kabiliye­tine sahip bir halde bulunan manevi fikir, ancak anıtlar vasıtasıyla bir açıklık kazanabilir ve o şekilde diğerlerine intikal eder. Eğer bu şekil olmasa idi, bir iman haline dönüşmezdi. Fikir hiçbir zaman metafizik bir düşünce, yani kısacası, bir felsefi düşünce halinde ge­lişmezdi. Gerçekte, akidelere karşı mücadele, bu şartlar içinde dev­letin genel kanunlarının temelleri aleyhindeki mücadeleye benzer. Bu mücadele nasıl tam bir anarşi ile sonuçlanırsa, dini mücadele de değerden yoksun bir nihilizm içinde yok olur.

Bir siyasi için, dinin değerinin takdiri, arz edeceği bazı tasav­vurlara göre olmamalıdır. Aslında hayırlı düşünceler sağlaması ile ölçülmelidir. Eğer bir karşılığı ve olumlu olanı bulunmadıkça mev­cut olanı yok etmek delice veya canice bir iş olur. Hiç şüphe yok ki pek az memnuniyet doğuran dini vaziyetten dolayı, sırf dinin dışın­da kalan ayrıntılarla din fikrini ağırlaştıran, müspet ilimlerle gerek­siz bir kavgaya tutuşan kimselere ufak da olsa bir sorumluluk düş­mez. Bu noktada başlayan kısa bir kavgadan sonra zaferin daima bi­lim tarafından kazanılacağı itiraf edilmelidir. Din ise sadece yüzeysel bir iyimserlik üstüne yükselmeye başarı gösteremeyenlerin gözlerin­de, ağır zayiata uğrayacaktır.

işin en fenası dinin, siyasi menfaatler uğrunda kullanılmasının sebep olacağı zararlardır. Dini, siyasi gayelerine ve işlerine hizmet için kabiliyetli ve kıymetli bir vasıta kabul edenlere karşı ne kadar şiddetli söz söylense yine de azdır. Bu çeşit yüzsüz kimseler kendi itikat ve imanlarını kalabalık içindeki zavallılar işitsinler diye gırt­laklarını yırtarcasına bağırırlar. Esas gayeleri bu uğurda ölmek değil, bunun sayesinde geçimlerini sağlamaktır. Bu kimseler sadece siyasi bir fayda sağlamak için imanlarını satabilirler. Birkaç milletvekilliği için her dinin can düşmanı olan Marksistlerle anlaşma yaparlar. Bir bakanlık için, işi şeytanla evlenmeye kadar vardırabilirler. Yeter ki utanma hissinden yoksun şeytan buna "evet" desin...

Eğer savaştan önceki Almanya'da dini hayat ağızlarda kötü bir tat bırakıyorsa, buna sebep kendisine Hıristiyan adını veren parti­nin Hıristiyanlığı suiistimal etmesi ve Katolik imam ile bir siyasi partiyi aynı şey gibi göstermesi idi. Katolik imanın yerine siyasi bir partinin geçmesinin sonucu değersiz bir sürü kimseye mecliste mevki temin ettiği gibi, kiliseye de zarar verdi.

Bu durumun sonuçlan milletin omuzlarına yüklendi. Çünkü dini hayatta sebep oldukları gevşeme öyle bir devirde meydana gel­di ki, zaten her şey gevşemeye ve sallanmaya başlamıştı, bu şartlar içinde geleneklerin ve ahlakın temelleri de yıkılmak üzere idi. Fakat sosyal organın bütün bu yaraları ve sarsıntıları, kötü bir olay işin içine karışmadıkça zararsız bir halde durabilirdi. Ama yem önemli olaylar milletin iç sağlamlığı meselesine kesin bir önem verince, bunlar korkunç bir hal aldılar. Dikkatli gözler, siyasi alanda da bu­na benzer birtakım bozukluklar görebilirdi. Bu bozukluklar kısa za­manda düzeltilmediği ve çaresine bakılmadığı için imparatorluğun pek yakın bir gelecekte yok olacağının işareti olarak ortada duru­yorlardı. Almanya'nın iç ve dış siyasetinde bir gayenin olmadığını kendisine kör denilmesini istemeyen herkes görebilirdi. Bu, Bismarck'm "Siyaset, mümkün olanı yapmak sanatıdır." yolundaki dü­şüncesine pek uygun gibi gelebilir. Fakat Bismarck'a halef olan şan­sölyeler arasında küçük bir fark vardı. Bismarck'ın bu düsturu, ona siyasetinin özünü uygulama imkanı verdiği halde, başkalarının ağ­zında değişik bir mana kazanıyordu. Gerçekte Bismarck, bu cümle ile belirli bir siyasi gayeye ulaşmak için bütün imkanları kullanmak ve hiç değilse mümkün olan şeye başvurmak manasını kastediyor­du. Fakat Bismarck'ın halefleri ise tam tersine olarak bu cümlede, siyasi fikirlere hatta siyasi gayelere sahip olmak zorunluluğundan sıyrılmak hakkının resmi bir ilanım buldular, işte o zaman gerçek­ten siyasi gayeler kalmamıştı. Çünkü siyasi gaye için gereken dünya hakkında açık bir düşünce ve siyasetin gizli gelişmesinin kanunları ile ilgili açık bir görüş eksikti.

Birçok kimse bu konuda her şeyi kara görerek, imparatorluk si­yasetinde tedbirli düşünce planının eksikliğinden dolayı eleştiride bulundular. Demek oluyor ki bu siyasetin ne kadar boş ve manasız olduğunu teslim ettiler. Fakat bu kimseler siyasi hayatta ikinci plan­da kalıyorlardı, hükümetteki şahıslar bir Houston Stewart Chamberlain kabinelerine önem vermiyorlardı. Onlara bugün olduğu ka­dar, eskiden de kayıtsız kalıyorlardı. Bu kimseler kendiliklerinden bir şey düşünemeyecek kadar aptal, muhtaç oldukları şeyi başkala­rından öğrenemeyecek kadar da tahsilsizdiler. Bu sonsuza kadar devam edecek bir gerçektir, isveç Şansölyesi Oxenstiern* bu gerçeğe dayanarak "Dünya ancak akıl ve hikmetin bir parçası tarafından ida­re olunur." demişti. Şimdi her bakanlık bu parçanın ancak bir ato­munu teşkil eder diyeceğiz. Oysa Almanya bir cumhuriyet olalı beri bu gerçek artık kalmamıştır. Bundan dolayı böyle bir şey düşünmek veya söylemek cumhuriyeti koruma kanunları ile yasaklanmıştır. Fakat Oxenstiern için bugünkü cumhuriyetimizde değil de, o devir­lerde yaşamış olmak bir saadettir.

Birçok kimse, daha savaştan önce, imparatorluğun kuvvetini meydana koyacak müesseseyi Reichtag'ı (parlamentoyu) en zayıf di­renme noktası olarak görüyordu. Korkaklık ve sorumluluktan çe­kinme burada en geniş şekilde yerleşiyordu.

Bugün işitilen boş fikirlere göre parlamentarizm devrimden sonra ortadan kalkmıştır. Böylece devrimden önce işin başka türlü olmadığı yolunda bir kanaat uyandırmak istiyorlar. Gerçekte bu or­gan ancak tahripkar olarak faaliyet gösterebilir. Ancak gözleri bağlı kimselerin görmediği, o devrede parlamento aynı şekilde hareket ediyordu. Hiç şüphe edilmesin ki Almanya'nın yere serilmesinde bu müessesenin zerre kadar bir payı yoktur. Fakat kötü sonuç daha önce meydana gelmemiş ise bunda da Reichstag'ın bir rolü olma­mıştır. Bu gecikme, Alman milletinin ve imparatorluğunun bu me­zar kazıcısına karşı, barış sırasında direnen kuvvetine affedilmelidir.

Bu müesseseden, doğrudan doğruya veya dolambaçlı yollardan ortaya çıkan, birçok yıkıcı felaket topluluğu içinden ben sadece bi­rini göz önüne sereceğim. Bütün müesseselerin en sorumsuzu olan bu organın özünü daha açıkça gösterecek şey şudur: imparatorlu­ğun gerek içte ve gerek dıştaki siyasetini sevk ve idarede gösterilen o korkunç yetersizlik ve zayıflık. Birinci derecede Reichstag'ın faali­yetine atfedilecek olan bu zafiyet, imparatorluğun yıkılmasının bel­li başlı sebeplerinden biriydi. Ne şekilde olursa olsun, hangi yönden bakılırsa bakılsın parlamentonun faaliyeti dahilinde olan her şey ye­tersizdi. Lehistan siyaseti hatalıydı. Sorun ciddi biçimde ele alınma­dan bu konu tahrik ediliyordu. Sonunda ne Almanya için bir zafer kazanıldı ne de Lehistan ile barışmak mümkün oldu. Fakat Rusya ile düşman duruma düşüldü. Alsace Lorraine meselesinin halli ye tersizdi. (İsveç Şansölyesi olan Oxenstiem, Gustave Adolphie'nin ölümünden sonra (1664-1683) hükümetin idaresini eline almıştı.) Fransız canavarı sert bir yumrukla bir defada kesin bir şe­kilde ezilerek Alsace'a, Reich'ın diğer devletlerinin haklan ile eşit haklar sağlanmalı idi. Ama bu yapılamadı. Esasen buna kesin olarak imkan yoktu. Çünkü en büyük partilerin bünyelerinde en büyük vatan hainleri vardı. Üstelik merkezde de M. Wetterle! Fakat bu ge­nel yoksulluk, imparatorluğun devamı için var olması gereken bir kuvveti, yani orduyu paramparça etmeseydi, yine de ona tahammül gösterilirdi. Alman Reichstag'ı denilen bu müessesenin işlediği bu korkunç hata Alman milletinin çektiklerinin ağırlığını kendisine yükletmek için tek başına yeter bir sebepti. Bu parlamenter rejimin parti denilen parçalan en adi sebeplerle milletin elinden bekasının silahım, hürriyetini ve bağımsızlığının tek koruyucusunu çalıp aldı­lar. Bugün Flandres ovasındaki mezarlar açılsa, karşımıza itham do­lu kanlı cesetler çıkar. Bu toprağa düşenler, parlamentonun görme­miş veya yarı yetişmiş bir halde, ölümün kucağına atılmışlardı. Bu kahramanlarla beraber, daha on binlerce ölü ve sakatı sadece halkı aldatan ve sayıları birkaç yüzü bulan siyasi manevracıların hırsız­lıklarına devam etmek veya doktrinlerini haince telkin edip yaymak imkanlarını ellerinde tutmak istemelerinden kaybettik.

Yahudiler Marksist ve demokrat gazeteleri ile bütün dünyaya Alman militarizmi yalanını uluduğu ve bu şekilde her vasıtaya baş­vurarak Almanya'yı ezmeğe çalıştığı sırada, Marksist ve demokrat partiler de Almanya'nın halk kuvvetini tam bir öğretimden yoksun bırakıyorlardı.

Parlamentocu p ... 'lerin vahşi ve adi vicdanlarının doğurduğu sonuçları şimdilik bir kenara bırakalım. Yeteri kadar talim görmüş asker eksikliği savaşın başlangıcındaki harekat sırasında hezimeti çabuklaştırdı. Savaş büyüdüğü sırada da bu durum korkunç bir şe­kilde ortaya çıktı. Alman milletinin hürriyet ve bağımsızlığı uğrun­daki savaşta ortaya çıkan bu hezimet, barış sırasında vatanın korun­ması için milletin bütün kuvvetlerini toplamamak hususunda göste­rilen zaafın ve yarım tedbirlerin sonucudur. Kara ordusunun yeni seçim mensuplarının pek azı talim görmüştü. Deniz kuvvetlerinde de aynı yetersizlik milli bekamızın tek silahı olan ordumuzun değe­rini düşürdü. Ayrıca esefle belirteyim ki, deniz kuvvetlerinin ku­manda heyeti de bu adi ruhun telkini altında kalmıştı. Aynı zaman­da tezgaha konan ingiliz gemilerinden daha küçük gemiler yapımı ile başlamak, her halde basiretli ve dahiyane bir hareket değildi. Halbuki, gemilerin sayısı itibariyle muhtemel düşmanın seviyesine 'çıkarılamayan bir donanma, bu açığını gemilerinden her birinin savaş kudretinin üstünlüğü ile kapatmağa çalışmalıdır. Söz konusu ,: olan şey, kavga kudretinin üstünlüğüdür. Bugünün tekniği öyle ge­lişmelere ulaşmıştır ki, başka milletlerin aynı tonajdaki gemilerine ' üstünlük sağlamak imkansızlaşmıştı. Artık nitelik itibariyle efsanevi üstünlük tarihe karışmıştır. Hele hele tonajları az olan gemilerin da­ha büyük tonajlı gemilere üstün gelecekleri hiç düşünülmemelidir.

Özellikle Alman top malzemesinin Ingilizlerinkine üstün olduğu, 28 cm.lik Alman topunun ateş kudreti bakımından, 30.5 cm.lik |, ingiliz topundan aşağı bulunmadığı söyleniyordu. Halbuki bu sıra­da bizim de 30.5 cm.lik top yapımına başlamamız gerekirdi. Çünkü gaye savaşta eşit bir kuvvete sahip olmak değil, üstün bir kuvvet j!( sağlamaktır. Eğer bu böyle olmasaydı, kara ordusu için 42 cm.lik bir havan topunun yapılması lüzumsuz olurdu. Çünkü 21 cm.lik Alman havan topu, o zaman Fransa'nın sahip olduğu eğri atışlı bü­tün toplarına üstündü. Kaleler, siperler 30.5 cm.lik havan topları­nın darbeleri ile de yıkılabilirdi, işte burada, kara ordusu kuman­danlığının ileri görüşü deniz ordusunda yoktu. Üstün bir topçu kuvvetinin tesirinden ve üstün bir süratten vazgeçiliyordu. Bu risk yanlış bir görüşten ileri geliyordu. Deniz ordusu kumandanlığı ge­milerin yapımı için kabul ettiği şekille taarruzu esas alan hareketten vazgeçip, kendim zorunlu bir savunma hareketine mahkum ediyor­du. Bu yüzden de, ancak hücum üzerine dayanan ve sadece hücum­la elde edilebilecek kesin bir başarıdan vazgeçilmiş olunuyordu.

Daha az sürate ve daha kuvvetsiz silahlara sahip bir gemi, daha hızlı seyreden ve daha kuvvetli silahlara sahip düşman gemisi tara­fından top ateşine tutularak batırılacaktır. Hem bu iş çok zaman kuvvetli gemiye uygun bir mesafeden yapılacaktır, işte bu savaş ka­nununu kruvazörlerimizin çoğu büyük bir acı ile tattılar. Savaş, bi­zim deniz ordumuzun kumanda heyetinin, düşüncelerinin ve gö­rüşlerinin hatalı olduğunu ispat etti. Sonunda savaş sırasında imkan olduğunda eski gemilerin silahlarım değiştirmeye ve yemlerim daha iyi ve daha üstün silahlarla donatmaya mecbur kaldık. Eğer Skager Rack deniz savaşında Alman gemileri, ingiliz gemileri ile aynı tona­ja, aynı silah ve surata sahip olsalardı, ingiliz donanması daha isabetli ve daha tesirli olan 38 cm.lik Alman obüslerinin fırtınası önün de denizin dibini boylayacaktı.

Japonya eskiye göre, daha değişik bir deniz siyaseti takip etti Japonlar yeni gemilerine muhtemel düşman gemilerinden daha üs­tün bir savaş gücü vermeğe çalışıyorlardı. O zaman bu tedbir saye sindeki üstünlükle donanmayı taarruza geçirme imkanı doğuyordu. Bizim kara ordumuzun kumanda heyeti böylesine yanlış bir fi­kir takip etmediği halde, parlamentonun düşünce şeklinden devam­lı zarar görüyordu. Donanma köhne görüşlere göre teşkilatlandırıldı ve sonra da aynı prensiplere göre harekete geçildi.

Ordu sonradan elde etmesini bildiği ölmez şan ve şerefi, gene­rallerinin iyi çalışmalarına ve bütün subay ile erlerinin iktidarlarına ve eşi görülmemiş kahramanlıklarına borçludur. Savaştan önceki deniz ordusu da böyle meziyetlere sahip olsaydı, savaşın kurbanları boş yere canlarını feda etmiş olmayacaklardı, işte hükümetin, o pek başarılı "parlamento oyunları" barış sırasında donanma için çok za­rarlı oldu. Gemi inşası meselelerinde, parlamentonun görüşü, askeri fikirler karşısında geri çekileceği yerde, tam tersine üstün bir rol oy­nadı, iktidarsızlık ve parlamentonun belirli vasfı olan düşünce gü­cünün yokluğu ile mantık yetersizliği deniz ordusunun kumanda heyetini berbat edip bıraktı.


Yüklə 1,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin