Mesela, Hıristiyanlık bu kadar büyük bir duruma, eski devre-Jlerde kendine benzer felsefi fikirlerle anlaşma yapmak yoluyla ulaş-ı mamıştır. Tam aksine gelişmesini, propagandasını yaptığı fikirlerini Ifiarsılmaz bir bağnazlıkla ilan etmesi ve bunları aynı inatla savunma-1.11 yoluyla sağlamıştır, işte siyasi hareketlerin, başka faaliyetlerle bir-]jleşerek meydana koyacakları zahiri gelişme ve ilerleme, tam bir balı gamsızlık içinde teşkilatını kuran ve kavganın içine atılan gerçek fi-r'ktr hareketlerinden çok geride kalacaktır. Herhangi bir hareket ba-i sarıya ulaşmak için, üyelerine mücadeleyi ikinci derecede ve ihmali |! mümkün bir şeymiş gibi tanıtmamak ve buna alıştırmamalıdır. Hatta tam aksine olarak mücadeleyi bir gaye gibi göstermelidir, işte bu hususa dikkat edilir ve bunda başarı sağlanırsa, rakiplerinin kötülüklerinden ve saldırılarından artık korkulmaz. Hatta böyle bir hareket, bu kötülük ve saldırıları kendi varlığının bir sonucu olarak kabul edecektir. Böylece taraftarlarımız bizim milletimizin ve dünya görüşümüzün düşmanlarından ve onların kinlerinden asla korkmayacaklar, aksine bu karşı koyanların saldırılarını bekleyeceklerdir. Ama bu saldırı korkunç kin ve garezin belirtileri arasında yalan ve iftiralar da olacaktır.
Yahudi gazetelerin hücumuna uğramayan, onlar tarafından kö-tülenmeyen ve rezil edilmeyen ne iyi bir Alman'dır, ne gerçek bir Nasyonal Sosyalist'tir. Gerçek bir Nasyonal Sosyalist Alman'ın zihniyeti, kanaatinin mertliği, iradesinin kuvveti, ancak en doğru şekilde sadece milletimizin can düşmanının kendisine karşı gösterdiği düşmanlıkla ölçülebilir.
Hareketimizin taraftarlarına ve daha genel bir şekilde bütün halka, Yahudi gazetelerinin tamamen yalanlardan dokunmuş olduğunu bildirmek ve daima bunu yaymak da gereklidir. Bir Yahudi, doğru konuştuğu zaman dahi, bu hareketi büyük bir iğfali örtmek ve gizlemek gayesini taşır. Bu takdirde bile Yahudi bile bile yalan söylemede büyük üstattır. Yahudi'nin kavga silahları ikidir: Yalan ve aldatmak.
Yahudi kaynağından çıkmış her iftira, bizim mücahitlerimizde şerefli birer yara açar. Yahudilerin en çok kötülediği kimse, bize daha çok yakındır veya daha çok bizdendir. Onların öldürücü bir kine hedef tuttukları kimse, bizim en iyi dostumuzdur. Sabahleyin bir Yahudi gazetesini okuyup da, onda kendisinin iftiraya uğramadığını gören bir kimse, bir gün evvelki yirmi dört saatinin boşa gitmiş olduğunu anlamalıdır. Çünkü vaktini iyi kullanmış olsaydı, Yahudi o-nun peşini bırakmayacak, onu kötüleyecek, kirletecek, ona iftira edecekti. Milletimizin, bütün insanlığın ve üstün medeniyetin bu öldürücü düşmanına kaışı giden kimse, bu ırkın iftira ve düşmanlıklarına hedef olacağını bilmelidir. Bu ilkeler, bizim taraftarlarımı zın kanına ve iliklerine iyice işleyince, hareketimiz sarsılmaz ve dur durulamaz bir duruma gelecektir. Hareketimiz her vasıtaya başvura rak şahsiyete saygı duygusunu geliştirmelidir, insani olan şeylerin hepsinin şahsi değerlerden doğduğunu ve her fikir ve hareketin bir kimsenin yaratıcı kuvvetinin ürünü olduğunu, hiçbir zaman unut mamak gerekir. Keza şu husus da unutulmamalıdır: Büyük olan bıı şeye duyulan hayranlık, yalnız onun büyüklüğüne karşı bir minnet tarlık borcunu temsil etmez, bu minnettarlığı duyanların hepsini birleştiren ve çepeçevre saran bağ olur.
Şahsiyetin yerini başka bir şey tutamaz. Bu sözümüz, her şahsı yet mekanik bir kuvveti temsil edecek yerde, kültür ve yaratıcılık unsurunu ihtiva ederse daha da doğru olur. Meşhur bir kimsenin yerini başka biri alamaz. Meşhur kimsenin ölümünden sonra kimsi onun eserini tamamlamaya teşebbüs edemez. Büyük bir şair, büyü! bir düşünür, büyük bir devlet adamı ve büyük bir general hakkimi. da bu durum aynen böyledir. Çünkü onların eserleri sanat alanı üzerinde yeşermiş bir makine tarafından imal edilmemiştir. Eserleri Tanrı'nın tabii bir ihsanı olmuştur, insanların bu dünyadaki en büyük devrimleri, fetihleri, en büyük kültür eserleri ve hükümet başkanlarının sağladıkları ölmez sonuçlar hep ayrılma kabul etmez bir şekilde, bir isme ebediyen bağlıdır ve o isim bunlar için bir sembol olarak kalacaktır.
Yahudilerin büyük adamları, ancak insanlığa ve medeniyete karşı açtıkları yıkma mücadelesinde büyük sıfatını kazanmışlardır. Onlar bu putperestçe hayranlığı pek sık uygularlar. Fakat bunu yakışık almaz bir şey gibi göstermeye ve "ferdiyete ibadet" kisvesi altında kötülemeye çalışırlar. Eğer bir millet, Yahudilerin bu yüzsüzce ve mağrur fikirlerine iştirak edecek kadar korkak ise, sahip olduğu kuvvetlerin en büyüğünden vazgeçiyor demektir. Çünkü bir dahiye ve onun tasavvurlarına, eserlerine saygı göstermek bir kuvvettir. Topluluğa saygı göstermek ise bir kuvvet değildir. Kalpler parçalandığı, ruhlar ümitsizliğe düştüğü zaman, geçmişin karanlıkları içinden, vaktiyle insanın acı ve endişelerini, sefaletini, fikri esaret ve baskılarını önlemeyi başaranlar tekrar ortaya çıkarlar, ümitsizlere gözlerini çevirirler ve onlara ebedi ellerini uzatırlar, işte bu elleri tutmaktan utanan milletlerin vay haline!
Hareketimizi ortaya attığımız vakit adımızın kimseye bir şey ifade etmemesinde yahut açık bir mana uyandırmamasından zahmet çektik. Halkın bu tereddüdü başarımızı tehlikeye sokuyordu. Tereddüt göstermede halk belki de haklı idi. Altı yedi kişi... Kim oldukları bilinmeyen adamlar... Şimdiye kadar mühim kütleleri ihtiva eden büyük partilerin hiçbir iş görmedikleri bir noktada, başarı sağlamak ve bir hareket yapmak niyetiyle bir araya geliyorlar. Amaç daha fazla bir kuvvete ve hükümdarlık hakkına malik bir Almanya'yı yeniden kurmaktır. Eğer bizimle alay edilmiş yahut bize karşı saldırıya geçilmiş olunsaydı, pek memnun kalacaktık. Fakat hiç göze çarpmamak pek üzücüydü. Beni en çok üzen durum buydu. Ben bu birkaç adamın mahrem hayatlarına dahil addolunduğum vakit henüz bir parti, yahut bir hareket söz konusu değildi.
Bu küçük topluluk ile temasımı daha önce anlatmıştım. Daha sonra bu particiğin nasıl kendini gösterebileceğini incelemeye başladım. Yakın bir gelecekte bu mümkün olamayacaktı, işte o zaman göz önünde ne ıstırap verici, ne ümit kırıcı bir sahne vardı. Aman Yarabbi! Daha ortada hiçbir şey yoktu. Parti yalnız ismen vardı. Gerçekten üyelerin tamamı bizim yıkmak istediğimiz şeyi meydana getiriyordu. Minyatür bir parlamento! Burada da oy usulü vardı. Gerçek parlamentolarda bir memleket davası için aylarca nefes tüketilirken, bizim küçük parlamentomuzda, partiye gelen bir mektuba verilecek cevap uzun uzun tartışmalara sebep oluyordu. Münih'teki birkaç taraftarı istisna edilirse, hiç kimsenin partimizden haberi yoktu. Her çarşamba Münih'in bir kahvesinde komisyon toplantısı adını verdiğimiz toplantılar vardı. Ayrıca haftada iki kere de hemen hemen aynı adamlarla toplanılırdı. Bunun için küçük partimizin dar çevresini aşmak, yeni yeni taraftarlar kazanmak ve her şeyden evvel hareketin ismini koymak gerekiyordu. Bakınız bu yolda nasıl çalıştık. Önceleri ayda bir, daha sonraları da on beş günde bir toplantı yapmak için uğraştık. Davetiyeler, daktilo veya elle yazılıyordu, ilk davetiyeleri biz kendimiz elden dağıttık. Herkes tanıdığı bir iki kişiyi toplantılarımıza davet ediyordu. Bunda başarı pek acı oldu. Davetiyelerden seksen tane dağıttığım halde salonun dolmadığı ve akşama kadar davetlileri beklediğimi gayet iyi hatırlıyorum.
Toplantı başkanı birkaç saatlik gecikmeden sonra oturumu açtığı vakit yine yedi kişi idik. Daima aynı adamlar!
Davetiyelerimizi Münih'te yazıhane eşyası satan bir mağazada makine ile çok miktarda yazınca biraz başarı kazandık. Ertesi toplantıda birkaç kişi fazlamız vardı. Sonra sayıları yavaş yavaş 11'den 13'e, 17'ye, 23'e ve nihayet 34'e yükseldi. Aramızda topladığımız para ile tarafsız bir gazete olan Münchener Beobahter Gazetesi'nde bir toplantı ilanı yayınlanmasını sağladık. Bu defa başarı gerçekten hayret ve sevinç verici bir dereceye vardı. Toplantımızı 130 kişi alabilecek bir salon olan Münih'teki "Hofbraühaus Keller"de tertiplemiş-tik.Toplantı saatinde bu salonu dolduramayacağımızı sanırken saat 7'de 117 kişi ile açıldı. Münih profesörlerinden biri raporu okudu. Ben ikinci katip olarak ilk defa kalabalık önünde söz alıyordum.
O zaman partinin ilk lideri bulunan M. Harrer'e bu pek cüretkar bir davranış gibi geliyordu. Fakat M. Harrer çok samimi bir kimse idi. Bende bazı meziyetler görüyorsa da, hitabet kabiliyeti bulunmadığına inanıyordu. Hatta ilerde bile onu bu kanaatinden çevirmek mümkün olmadı. Fakat aldanıyordu. Bu ilk toplantıda bana konuşmak için yirmi dakikalık bir zaman verilmişti. Ben otuz dakika konuştum. Ruhumun derinliğinde farkında olmadan sadece duyduğum şey, gerçek tarafından doğrulandı. Ben topluluklara hitap etmesini biliyordum. Otuz dakika sonunda salon elektriklenmişti. Şevk ve heyecan, toplantıda bulunanlardan maddi yardım istendiğinde "üç yüz mark" sağlanması şeklinde tezahür etti. Artık büyük bir dertten kurtulmuş bulunuyordum. Çünkü o sıralarda para sıkıntısı çekiyorduk ve bu yüzden parti için gerekli yazıları başaramadığımız gibi elle yazacak kağıt bile bulamıyorduk. Şimdi küçük bir sermayemiz olmuştu. Böylece, hiç olmazsa en çok ihtiyacını duyduğumuz şeyi elde etmek için enerjik bir şekilde mücadeleye girişebilirdik, îşte önemi az da olsa, bu ilk toplantının başarısı başka bir yönden de çok verimli oldu.
Ben komisyona bazı genç kuvvetler getirmeye başladım. Uzun müddet devam eden askerlik hizmetim sırasında birçok iyi arkadaş tanımıştım. Bu arkadaşlar benim çağrım üzerine yavaş yavaş, harekete katılmaya başladılar. Bunlar genç olup disipline alışkın birer icra adamları idiler. Askerlik hizmetinde hiçbir şeyin imkansız olmadığını ve istenilen şeyin daima elde edilebileceği kanaatine inanmışlardı, içimize böyle yeni bir kanın girmesinin önemi birkaç haftalık müşterek çalışmadan sonra derhal gözüme çarptı.
Partinin başkanı M. Harrer gazeteci idi. Bu görevi sayesinde geniş bilgiye sahipti. Fakat bir parti lideri olarak halka hitap etmesini beceremiyordu. Partideki görevini anlayan bir insan olarak çok uğraşıyordu. Fakat içinde o büyük hamle yoktu. Bu da kendisinde büyük hatip kabiliyetinin hiç bulunmamasından ileri geliyordu. Bu duruma o da üzülüyordu. O sırada mahalli Münih grubu başkanı bulunan M. Brexler bir işçi idi. Onun da bir hatip olarak değeri yoktu. Ayrıca ne barış, ne de savaş sırasında askerlik yapmıştı. Zaten zayıf ve çekingen bir kimse idi. Ayrıca, nazik tabiatlı ve kendilerine güvenden yoksun kimseleri, birer insan haline getiren okulda da okumamıştı, ikisi de aynı keresteden yontulmuşlardı. Hareketin zaferine kalplerinde sarsılmaz bir iman beslemedikleri gibi, yeni fikrin ilerlemesine çıkacak engelleri yenilmez bir enerji ve irade ile kaldırmak kabiliyetinden de yoksundular. Böyle bir iş için, ancak askeri meziyetlere sahip, beden ve ruhları şu nitelikte olan kimseler lazımdı: Tazılar gibi çevik, meşin gibi sağlam, Krupp çeliği gibi sert. Oysa ben henüz askerdim. Altı yıla yakın bir süre içinde üzerimde çalışılmıştı. Öyle ki, ilk önceleri yeni bir çevrede kendimi tamamen yabancı sayıyordum. Bana, "bu olmaz", "bu yürümez" veya "bu tehlike göze alınmaz" veyahut "bu çok tehlikelidir" gibi sözleri söylememeyi öğretmişlerdi.
Şüphe yok ki iş tehlikeli idi. 1920'de Almanya'nın birçok yerinde, büyük halk topluluklarına hitaba cesaret edecek bir toplantı tertip etmek ve halkı toplantıya çağırmak imkansızdı. Böyle bir toplantıya katılanlar dağıtılır ve dövülür, yüzü gözü kan içinde bırakılırdı. Bunun için böyle bir serüveni göze alacak az kimse vardı. Burjuvanın yaptığı toplantılarda hazır bulunanlar, birkaç komünist görünür görünmez, bir köpek önündeki tavşan gibi dağılır ve kaçarlardı. Fakat kızıllar, saflıklarını ve dolayısıyla zararsız oluşlarını bizzat ilgililerden çok daha iyi bildikleri geveze burjuvaların kulüplerine pek önem vermezlerdi, ama kendileri için tehlikeli olabilecek bir hareketi de her vasıtaya başvurarak bertaraf etmeye azmetmişlerdi. Esasen her zaman en ciddi biçimde etkili olmuş bir şey varsa, o da tehdit ve şiddettir...
Marksist yalancılar, gayesi o vakte kadar yalnız Yahudi partilerinin ve uluslararası Marksist maliyecilerin hizmetinde bulunan halkı kendi tarafına çekmek olan harekete kin besliyorlar, diş biliyorlardı. Zaten "Alman işçi Partisi" ismi Marksistleri pek fazla tahrik ediyordu. Bu duruma göre, zafer sarhoşluğunu henüz geçirmiş olan Marksist elebaşılarla bir patırtının çıkacağını tahmin etmek, yanlış bir hareket olamazdı. Topluluğumuz mağlup olmak korkusuyla böyle bir kavgaya atılmaktan çekiniyordu, ilk büyük toplantının hiçe yöneldiği olduğu ve belki de hareketin ebediyen yok edildiği sanılıyordu.
Kavgadan kaçınmamak, bilakis onun üstüne gitmek ve şiddete karşı korunmayı sağlayacak teçhizatı hazırlamak için yapılan faaliyet beni nazik bir durumda bıraktı. Şiddet yolu ile etrafa dehşet saçmak usulü, fikir ile değil, karşı terör hareketi ile önlenebilir. Bu bakımdan bizim ilk toplantımızın başarısı benim duygularımı doğruluyordu. Bundan cesaret alınarak oldukça önemli ikinci bir toplantı tertip edildi.
Bu toplantı 1919 yılının Ekim ayında Eberlbraülkeller'de yapıldı. Konu, Brest-Litovsk ile Versay Anlaşmaları idi. Toplantıda 4 hatip söz aldı. Ben bir saate yakın konuştum. Kazandığım başarı ilk seferkinden daha büyük oldu. Dinleyenlerin sayısı 130'u aşmıştı. Toplantıyı karıştırmak için çıkarılan gürültü arkadaşlarım tarafından bir an içinde bastırıldı. Kargaşalık çıkarmak isteyenler kaçtılar, dayak yiyerek merdivenlerden atıldılar.
15 gün sonra aynı salonda 170 kişiden fazla bir dinleyici kitlesi önünde yaptığım konuşma yine başarılı oldu. Artık ben başka bir salon arıyordum. Nihayet şehrin bir ucu olan Dachau sokağında "Reich Allemand" da bir salon bulduk. Bu yeni binadaki ilk toplantımız bundan önceki toplantıdan daha az dinleyici topladı. Salonda 140 kişi vardı. Komisyonda ümit tekrar azalmaya başladı. Kötümser olanlar dinleyici sayısının azalmasının toplantılarımızın pek sık tekrarlanması neticesi olduğunu ileri sürdüler. Bu konuyu bir hayli tartıştık. Ben 700 bin nüfuslu bir şehirde 15 günde bir toplantı değil, haftada 10 toplantı yapmanın imkan dahilinde olduğunu söylüyordum. Geçici başarısızlıklardan dolayı üzülmemek gerekirdi. Çünkü doğru yolda idik. Er geç sebatımız bizi zafere götürecekti. Esasen bütün o 1919-1920 kışı yeni hareketin ve şiddetin zafere ulaşacağına dair daha fazla güven aşılamak için girişilmiş tek bir kavga ile geçti, özgüvenin inanç gibi dağları devirmeye kabiliyetli bir taassup haline dönmesine çalışıyorduk. Aynı salonda yapılan ikinci toplantıda dinleyici sayısı 200'ü aştı. Ayrıca başarı da büyük oldu. Derhal yeni bir toplantının hazırlıklarına giriştim. On beş gün sonra tertiplenen toplantıyı 270 kişinin üstünde bir dinleyici kitlesi takip etti. On beş gün sonra taraftarlarımızı ve yeni hareketin dostlarını yedinci defa toplantıya çağırırken aynı bina 400'den fazla bir dinleyici kalabalığını kabul etmek durumunda kalıyordu.
Bu sıralarda yeni hareketin dahili esaslarını tespit için yaptığımız teşebbüs küçük topluluğumuzda büyük münakaşalara sebep oluyordu. Bugünlerde başlayıp daha sonra da devam ettiği gibi hareketimize bir "parti" denilmesi eleştiriliyordu. Ben eleştirenlerin bu hareketlerini, kabiliyetsiz ve dar düşünceli oluşlarının delili saydım. Bunlar şekle bağlı kalan ve bir harekete şatafatlı bir ad takarak değer kazandırmaya çalışan kimselerdi. Maalesef atalarımızın dil hazinesi de bu şatafat meraklılarına gayet iyi cevap verebilecek durumda idi. O zamanlar fikirlerim henüz kabul ettirmemiş olan her hareketin, başka bir ad almakta ısrar etse dahi, parti olduklarını anlatmak çok zordu. Bir kimse, uygulandığında zamanın insanlarına faydalı olacağına inandığı cesur bir fikri somut şekilde gerçekleştirmek isterse, önce o kimse fikirlerine yardımcı olacak taraftarlar aramak zorundadır. Onun bu düşünceleri, iktidardaki partiyi yok etmek ve kuvvetlerine parçalanmasına son vermek ise, bu fikre katılacak ve aynı isteği besleyecek kimselerin hepsi, gayeye ulaşana kadar aynı partiden olacaklardır. Kelimeler üzerine münakaşa etmek ve yüz buruşturmaktan zevk alma arzusu somut basanları akıl ve hikmetleri ile ters orantılı olan bu perukah nazariyecilerden bazılarını, bir dengini değiştirme isteğini beslemeye itebilir. Bunu yaparlarken de bütün genç hareketlerin sahip oldukları parti niteliğini değiştirme hülyasına düşerler. Oysa halka zarar verecek bir şey varsa, o da eski saf Cermen ifadeleri ile meydana gelmiş bu değişmeler ve alt üst olmalardır. Çünkü bunlar yeni zamana uymazlar ve bir şeyi açıkça temsil etmezler, insanı yalnız bir hareketin önemi hakkında taşıdığı isme bakarak hüküm vermeye sevk ederler. Bu gerçek bir rezalettir. Fakat günümüzde bu rezalet çok işlenebilir.
Sonraları yaptığım gibi o zamanlar da, eserleri daima sıfıra eşit olan ve gurur ve azametleri her türlü ölçüyü aşan bu "seyyar Alman halkçı sosyalistlere" karşı halkı ikaz etmiştim. Genç hareketimiz, tek meziyetleri 30-40 yıldan beri aynı fikir uğrunda mücadele ettiklerini söylemekten ibaret olan birtakım kimseleri de arasına almaması gerekiyordu. Bu kimse, fikir dediği şey uğrunda 30-40 yıl mücadele eder de herhangi bir başarı sağlayamazsa ve aynı zamanda rakibini yenemezse, bu 30-40 senelik sonuç vermeyen uğraşması kendinin kabiliyetsiz olduğunun en açık delilidir, işin en tehlikeli tarafı bu tip kimselerin partiye sadece üye sıfatı ile girmek istemeleri değildir. Aynı zamanda liderler arasına kabul edilmelerini isterler. Kanaatlerine göre onların eski çalışmalarına layık yegane mevki budur. Bu herifler, burada da yine eski çalışmalarına devam etmek isterler, işte genç bir hareket bu heriflerin ellerine teslim edilirse felaket olur.
iş adamları için de durum aynıdır. Kırk yılda büyük bir ticarethaneyi başarıya götürememiş bir kimse yeni bir iş kurmaktan acizdir. Büyük bir fikirden gelen ve onu berbat eden ırkçı bir kimse de böyledir. O yeni bir genç hareketi yönetmek durumunda değildir. Esasen bu tip kimseler yeni hareketin bir parçasını teşkil etmek, o harekete hizmette bulunmak ve yeni fikrin prensipleri içinde çalışiçin gelmezler. Çok zaman, kendi fikirlerini, yeni hareketin piağladığı olanaklar sayesinde uygulayarak insanlığın başına bir kere l'daha bela kesilmek üzere gelirler. Bu fikirlerin ne olduğunu açıkla-bir hayli güç meseledir. Bu adamların göze çarpan nitelikleri, j *ski Cermen kahramanlarını, tarihten önceki devrenin karanlıkları-ve taş baltalarını, kalkanlarını hülya etmeleridir. Halbuki bunlar, ] akla gelebilecek korkakların en kötüleridirler. Çünkü eski Alman si-! lahlarından kopya edilmiş tahta kılıçları her yöne sallayanlar ve boş kafalarını bir ayı postu ile sarıp üstüne de boğa boynuzları takanlar, çimdi ise yalnız düşünce gücünün silahları ile saldırıya geçiyorlar ve komünistlerin küçücük bir posasının ucu görünür görünmez he-: Itıencecik savuşuveriyorlar. Gelecek nesil hiç şüphe yok ki bu heriflere kahramanlıklarından (!) dolayı bir destan yazmayacaktır. Bunları gayet iyi tanıyıp öğrendiğim için adi komedyaları bende derin 1, bir nefret uyandırır. Onların halk üzerindeki tesir şekilleri pek gü-rlünç ve adidir. Yahudi bu ırkçı komedyenlere hiç dokunmamakta ı ve hatta bunları, gelecekteki Alman Devletinin ileri gelenlerine ter-| Cih etmekte pek haklıdır.
Bu adamlar o büyük iktidarsızlıklarına rağmen, durumu herkesten çok daha iyi bildiklerini anladıklarını iddia ederler. Namusluca hareket eden ve sadece geçmişteki kahramanlıklarını alkışlamamızın kendilerine bir fayda vermeyeceğim ve kendi davranışlarının da gelecek nesillere şerefli hatıralar bırakması gerektiğini bilen kimseler için, bu adamlar bir yaradır. Kendi aptallıkları ve kabiliyet-sizliklerinin tesiri ile hareket eden bu adamlarla, belirli bazı sebepler dolayısıyla aynı şekilde davranan kimseleri ayırt etmek pek zordur.
Ben şahsen, eski Alman modasına göre o sözde dini reformcuların milletimizin kalkınmasını isteyen kuvvetler tarafından teşvik edilmedikleri kanaatinde idim. Gerçekten onların bütün faaliyetleri, halkı, Yahudi dediğimiz o müşterek düşmana karşı, müşterek mücadeleden saptırmayı hedef alıyordu. Bunlar milleti bu müşterek mücadeleye yöneltecekleri yerde, birtakım dini kavgaların ortasına atıp bırakıyorlardı, işte bundan dolayı hareketin emir ve iradesi mutlak bir otorite kullanan merkezi bir kuvvete verilmelidir. Ancak bu şekilde hareket edilirse bu zarar verici heriflerin faaliyetlerine bir set çekilebilir. Bu adamlar, birliği ve idaresindeki kesin disiplini ile temayüz eden bir hareketin en azgın düşmanıdırlar, işte genç hareketimizin o günlerde belirli bir programa dayanarak "ırkçı" tabirini kullanması boşuna değildi. Gerçi "ırkçı" tabiri ifade ettiği mefhumun müphemliği dolayısıyla bir harekete program teşkil edemez ve böyle bir partiye girmek için emin bir ölçü olamazdı. Bu mefhumu uygulamada tayin ve tarif etmek zordur. Aynı zamanda bu mefhum, çeşitli tefsirlere de müsaittir. Bu tefsirler ne kadar çok ve birbirinden farklı olursa, o hareketi kabul etmemek ihtimali de o kadar artar. Siyasette çeşitli yönlere yayılmış ve tarifi müphem kalmış bir fikrin kabulü, mücadele ve tartışma sırasında her türlü dayanışmayı ortadan kaldırır. Keza, herkes kendi inancını ve iradesinin yönünü tayin etme işini, kendi belirlerse birlik kalmaz.
Bugün bir sürü herifin şapkaları üzerinde "ırkçı" kelimesini taşıdıklarını ve bu kelimenin ifade ettiği manadan çok uzak ve yanlış bir düşüncenin içinde olduklarını görmek ve bilmek çok utanılacak bir haldir. Bavyera'da tanınmış bir profesör, bir mücahit, fikirleri ilgi uyandıran bir kimse, Berlin'in aleyhinde fikri mücadelelere girişmiş bir adam, "ırkçı" mefhumunu, "monarşi" mefhumu ile bir tutmaktadır, işte bu bilgine has zihin, bir şeyi unutmuştur. Bu da geçmişteki Alman monarşilerinin hangi özel hallerde modern "ırkçı" düşünce ile aynı olduklarını açıklanmamaktadır. Bu kimsenin bir iş yapamayacağı ortadadır. Çünkü monarşi anayasalardan çok daha az ırkçıdır. Eğer başka türlü olsalardı, monarşiler hiçbir zaman ortadan kaybolmazlardı veya aksine olarak ortada bulunmaları ile ırkçı düşüncenin yanlış bir fikir olduğunu ispat ederlerdi.
Nedense herkes ırkçılık konusunda aklına estiği gibi konuşuyor. Fakat ne var ki böylesine çok açıklamalar mücadele eden bir siyasi hareket için başlangıç noktası olarak kabul edilemez.
Yirminci yüzyılın müjdecileri olan bazı Jean Baptistelerin gözle görülen, elle tutulan cahilliklerinden bahsetmeyeceğim. Bu kimselerin ırkçılığı bilmedikleri gibi halkın hissiyatından da haberleri yoktur. Bunun böyle olduğu komünistlerin bunları kolayca ait etmelerinden bellidir. Komünistler, bunların gevezeliklerine göz yumarak, kendileri ile eğlenmektedir.
Dünya üzerinde düşmanlarına, kendisine karşı kin besletmeğe başarılı olamayan bir kimse, kanaatimce arzu edilecek biri değildir. Bu gibi kimselerin arkadaşları genç hareketimiz için yalnız komşu olmakla kalmaz, hareketimize zararlı da olur. Parti kelimesinin bile o "ırkçı" hayalperestler sürüsünü korkutacağını ve bizden uzaklaştıracağını ümit ediyorduk. Bundan dolayı "Parti" adım aldık. NASYONAL SOSYALiST ALMAN iŞÇi PARTİSİ adında karar kılmamızı i-cap ettiren sebep buydu.
Bu ilk adım eski devirlerin hayalperestlerini, ırkçı fikirleri kanun durumuna getirenleri bizden derhal uzaklaştırdı ve aydın oluşlarını, sarsak vücutları önünde birer kalkan gibi kullananlardan
kurtardı.
Bu sonrakiler bize şiddetle hücum ettiler. Fakat bu gibi kazlardan bekleneceği gibi yalnız kalemleri ile hücuma geçtiler. Bize cebir ve şiddet gösterenlere karşı kendimizi cebir ve şiddetle korumamız, bunların hiç hoşlarına gitmiyordu. Bizi sopa ve topuza karşı sıkı bir bağlılıkla suçladıkları gibi, aynı zamanda maneviyattan yoksun olmakla da itham ediyorlardı.
Bir toplantıda bir "Memosthene"in, avaz avaz bağırarak ve yumruklarını kullanarak konuşmasına fırsat vermeyen elli kadar budala tarafından susturulması, bu şarlatan heriflere hiç ama hiç tesir yapmazdı. Anadan doğma korkaklıkları, onları hiçbir vakit böyle bir tehlike ile karşı karşıya getirmezdi. Çünkü onlar gürültü, patırdı ve boğuşmalar içinde değil, "Kabine"nin sessizliği içinde çalışırlar. Bugün bile genç hareketimizi, sessizlik içinde çalışanlar adını verebileceğimiz kimselerin kuracakları tuzaklara karşı dikkatli, olmaya ne kadar davet etsem azdır. Bu herifler sadece korkak değil, aynı zamanda aciz ve bir işe yaramayan kimselerdir. Bir şey bilen ve bir tehlikeyi sezmeye yardım etmek olanağım gözleri ile gören bir kimse, bu işi sessizlik içinde yapmak zorunda değildir. Böyle bir kimsenin görevi, kötü olanı ortadan kaldırmak için mücadelenin içine açıkça atlamaktır. Böyle hareket etmezse görevini yapmamış olur ve daha doğrusu pek acınacak şekilde zayıf olduğu anlaşılır. Bu sessiz çalışanların çoğu, bir şeyler biliyormuş gibi davranırlar. Halbuki, ne bildiklerini ise Allah bilir! Aciz oldukları halde bir takım oyunlarla dünyanın gözünü boyamaya kalkarlar. Tembel oldukları halde "ses siz çalışmaları" sırasında büyük bir enerji sarf ediyorlarmış izlenimini uyandırmaya çalışırlar. Sözün kısası, bunlar başkalarının namuslu çalışmalarına tahammül edemeyen sihirbaz ve siyasi elebaşılardır. Bu ırkçı yarasalardan biri sessiz çalışan bir herifin değerini göklere çıkardığı zaman, sessiz çalışmanın verimsiz olduğu, başkalarının çalışmalarının ürünlerini çaldığı, evet evet çaldığı bir değil bin defa iddia edilebilir. Buna tembelliklerini, aydınlıktan korktuklarını, namuslu çalışmaları gururlu tenkitleri ile ezdiklerini, kendilerini dev aynasında görmelerini de eklerseniz, gerçekte bu heriflerin milletimizin can düşmanı Yahudi ile suç ortağı olduklarını anlarsınız. Bir meyhane masası başında, etrafı düşmanları ile sarılı olmasına rağmen kendi görüşünü fertçe ve açıkça savunan kimse, bu sinsi, yalancı ve dalavereci heriflerin bin tanesinden daha fazla iş yapıyor demektir. Çünkü bu cesur davranış ile bir veya iki kişiyi yeni harekete çekebilir. Halbuki gizli çalışmalarını öven, sonra hor görülen bir isimsizliğin perdesi altında saklanan bu şartla tanlar, bu korkak herifler milletimizin kalkınması konusunda hiçbir işe yaramazlar. Onlar gerçek bir eşekarısıdırlar.
Dostları ilə paylaş: |