Kisa biR ÖYKÜ


Av. Şevket Epözdemir Hocamızı Kaybettik



Yüklə 177,85 Kb.
səhifə3/5
tarix22.10.2017
ölçüsü177,85 Kb.
#11568
1   2   3   4   5

Av. Şevket Epözdemir Hocamızı Kaybettik

Yüreği insan sevgisiyle dolu değerli hocamız Av. Şevket Epözdemir’i, Tatvan’da, kendisine karşı girişilen FAİLİ MEÇHUL cinayet sonucu kaybettik.

Yıllarca gönül verdiği öğretmenlik mesleğiyle, aydın yarınlar için, insan hak ve onuruna saygılı ve Demokrasi hayranı öğrenciler yetiştirmenin çabasını veren hocamız, daha sonra bu görevinden ayrılarak Tatvan’a gitmiş ve orada Avukatlık yapıyordu.

Bir akşam, arabasıyla evine döndüğünde, kendisine pusu kuranlar tarafından götürülerek, başına sıkılan tek kurşunla öldürülüp yolun bir kenarına bırakılan Epözdemir’in eve dönmediğini gören yakınları, hastane morgundaki cenazesinden teşhis edip merhumu Tatvan’dan rahmet, kederli ailesi ve tüm yakınlarına başsağlığı dileriz.


EPÖZDEMİR’İN ÖZGEÇMİŞİ

Soyadını yıllarca “ÖZDEMİR” olarak kullanan değerli hocamız Şevket Epözdemir, 1943 yılında Baykan’ın Minar köyünde doğdu. İlk okulu burada, Orta öğrenimini ise Ergani, Dicle İlköğretmen Okulu’nda okuyarak, 1960’ta mezun oldu. Bir süre Baykan’da İlkokul öğretmenliği yaptıktan sonra, 1962’de Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’ne girdi. 1964’te mezun olunca, Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak göreve başladı. 1968’de Yozgat’ın Sorgun ilçesine tayini çıktı. 1970’ten sonra Ankara Hukuk Fakültesi’nin sınavlarına girebilmek için, Kırıkkale İmam Hatip Okulu’na tayinini yaptırdı. Daha sonra Başkent Atıfbey Orta Okulu’na geçti. Bir yandan Yüksek Öğrenim görürken, öte yandan öğretmenlik mesleğine devam etti. 1975’te Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirip stajını yine Başkentte yaptı. 1976’da öğretmenlikten istifa eden Epözdemir avukatlık yapmak üzere Bitlis’in Tatvan ilçesine yerleşti. O zamandan bu yana adı geçen ilçemizde avukatlık mesleğine devam ediyordu.



ŞEVKET EPÖZDEMİR’İ KALBİMİZE GÖMERKEN
Enver Yorulmaz

Gazeteci-Yazar


Henüz 1962’lerde siz Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’den okurken, ben de Ortaokulda okuyan ve de” yazan” bir çocuktum hocam. 13-14 yaşlarında, çiçeği burnunda bir delikanlıydım. Doğu ve Güneydoğu’daki feodal düzen, insanlarımızın Ortaçağın karanlığına gömülerek kendilerine “DOĞAL” yapılarının çok görülmesi ve EKONOMİK yoksunluk, gecelerimizi adeta harap ediyordu.

İnsan Hak ve Onurunun alabildiğine çiğnendiği, vatandaşlarımızın can değerinin bir tavuk kadar olmadığı o ortamda varolmak, gerçekten de bir zanaattı hocam; bunun çok iyi farkındaydım. Hele dinimizin koyu bir taassup altında, tarikat ve tekkelerdeki cahil insanların elinde baskı unsuru haline gelmesi; her sakal bırakıp cüppe giyenin kendini neredeyse Peygamber ilan edip Tanrı’nın şifa dağıtan gücünü kendi üzerinde toplayarak(!) bir asalak gibi vatandaşlarımızın kanını emmesi, fikir ve düşünce dünyamı alt üst ediyordu...

Mağarada yaşayanlarımıza; kültür dünyasından mahrum bırakılarak Kan Davası, Aşiret Sistemi, Ağalık ve Beyliklerin çizmesi altında inim, inim inleyenlerimize baktıkça, YAZMAMAM; YAZAR OLMAMAM eldemiydi hocam? Ben de o toplumun bir üyesi olarak, VAROLMA’nın İNSACA YAŞAMA’nın kavgasını veriyordum.

Neden, “BİZİM TALİHSİZLİĞİMİZ DOĞDUĞUMUZ TOPRAKLARDAN BAŞLIYOR”du. Neden? Neydi bize yazgı olarak görülen kötü yaşamın sebebi? İşte bu neden ve niçinlerdi, o küçük yaşta, gazete ve dergilerin yolunu tutmama yol açan...

İnsana duyduğum o yüce sevgiyle, şiir ve öykülere döktüğüm fikir ve düşünceler, duygu ve özlemlerle, TOPLUM’a yönelmemin çabasını oluşturdu.

Ve henüz Orta Okul öğrencisiydim hocam; üstelik sizin talebeniz: İki yıl sonra Eğiti Enstitüsü’nü bitirince, bizim okulumuza gelip Edebiyat öğretmenimiz olmuştunuz. Yazı-çizen insan olduğum için, bana karşı sonsuz bir sevgi ve saygı duyuyordunuz. Üstelik taşıdığım politik görüşe, rengime ve cinsime bakmadan... Benim de size karşı ölçülere vurulamayacak sevgim ve saygım vardı. Büyük adam yerine koyduğunuz ve türlü fikir ile görüşüne hürmet ettiğiniz ben, sizi bir ana, bir baba, bir kardeş ve arkadaş kadar kendime yakın bulmuştum.

Hele o, sınıfta sessiz-sedasız dolaşıp durmanız ve okyanuslar kadar geniş fikir ve düşüncelerinizle dalıp gitmeniz yok muydu; beni de hep peşinden sürüklerdi. Kendikendime; “acaba hocam şimdi neler düşünüyor?” diye, sormadan edemezdim. O küçücük dünyam, senin büyük görüşlerinizle yoğrulmaya hasrettim...

O zamanlar hep soyadını, “özdemir” kullanıyordun. 1964’ten 1968’lere dek Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nde okuttuğum öğrencilerin ve öğretmen arkadaşların seni, “Şevket Özdemir” hocamız olarak bildiler. Aslında soyadının önünde fazlalık gibi, “EP” vardı: yani, “EPÖZDEMİR”di soyadın. Diyarbakır’dan ayrılınca, onu olduğu gibi kullanmaya başladın...

Benim başımda o zamanlar da çok ciddi sorunlar vardı hocam: Feodal bir ortamda doğarız da, ataerkil bir ailenin ferdi olmamamız olası mı? Dinimiz dört kadını helal kılar da (İnsanlarımızın istisnasına göre), babamız annemizin üzerine kuma getirmez mi? Yahut, çocuklarını bir kenara atıp yeni hanımıyla kendi sefasını sürmeye gitmez mi? Bize de tabii ki küçük yaşta ekonomik sorunları omuzlayıp çırpına çırpına okumak istiyordu: Bir yanda gece yarılarına dek trenlerde su satarken, diğer yandan sabah, erken kalıp okula geliyordum. Bu mücadelemi bildiğin için, sınıfta öyle uyuklayıp kalmamı büyük bir anlayışla karşılardın.

Evdeki fırtınalardan çalışamayıp, birgün yazılı kağıdıma yalnızca soruları yazıp size vermiştim. Notları okurken sıfır aldığımı belirttiğinizde, sınıf size büyük bir tepki gösterip; “Şair Enver sıfır alamaz hocam, bir yanlışlık olmalı” demişlerdi. Aslında siz arkadaşlarımdan fazla şaşırmıştınız. Hayretler içerisinde sınıfı ikna edip gerçekten arkadaşınız sıfır almış; ben de fark ettim” derken, elinizdeki not defterine tekrar tekrar bakıp sonra da o yüzünüzdeki dünyalar tatlısı tebessümünüzle bana dönerek, gözlerimden, neler çektiğimi gayet iyi anlayıp soru sorma gereğini bile duymadınız...

Öylesine doluydum ki, hocam; hep arayışlar ve tırmanışlar içerisindeydim. Yazın Sanatında kural ve kaideleri ortadan kaldırıp cümleleri bağlayacak noktalama işaretlerinin hiçbirini kullanmıyordum. Bugün şiir tekniğinde kullanılan bu metodu, edebiyatta yeni bir akım olarak yaratıp kullanan bir kişi olduğumu belirttiğinizde, sınıf arkadaşlarım o hareketime gülüp geçerlerken, siz se büyük olgunlukla karşılayıp bu tür akımları destekleyen grupların da ortaya çıkabileceğinden sözederek olağan karşılanması gerektiğini belirtmişsiniz.

Tüm arkadaşlarımızın yazın işi gelişsin ve geçmişten geleceğe mesajlar taşıyalım diye, bize “Anı defteri” tutmamızı önerdiğinizde birkaç yıldan beri bunu yaptığımı görünce bayağı sevinç duymuştunuz. Yine de bu defterimden birinin başına adınızı ve soyadınızı yazıp 24.12.1964 tarihini attıktan sonra imzanızı koydunuz. Yozgat’ın Sorgun ilçesine düşüncelerinizden ürkenlerin gazabına uğrayıp tayin edilmeden önce, ömür boyu saklamak üzere bana verdiğiniz fotoğrafınızın arkasına 30 Mart 1967 tarihini koymuşsunuz. Ben o tarihlerde, yaz aylarında, Harran Ovası’nda 60 derece sıcaklığın altında ekmeğimi kazanmak için Devlet Su İşleri’nde çalışırken, siz de bir yandan öğretmenlik görevini yürütürken, diğer yandan yeni bir Yüksek Öğrenim görmenin çabasına girmişsiniz. Daha sonra birbirimizin izini kaybettiğimiz için, aynı tarihlerde Ankara’da ben Gazetecilik ve Halkla İlişkileri, siz ise Hukuk Fakültesi’ni aynı semtte okuduğumuz halde, ne yazık ki birbirimizden haberimiz bile olmamış. Hiç olacak şey mi?... Halbuki hocalarımızda müşterekti. O zaman ben de sizin gibi hem okuyor ve hem de bir kurumda çalışıyordum. Geceli-gündüzlü bir uğraştı işte. Yazıp çizmelerim hiç durmadı hocam; kendimce bir şeyler yapmaya çalıştım, 1968’den, 1993’e... 25 yıl sonra izinizi bulduğumda dünyalar benim oldu. Öğrendim ki öğretmenliği bırakıp Tatvan’da Avukatlığa başlamışsınız.

Yeğeninizin düğünü için Ankara’ya geldiğinizde, aldığınız haber üzerine hemen yanıma koştunuz. O ne sevgiydi hocam, ne içtenlikti!.. Dostlar beni size göre yıpranmış bulduklarını söylediklerinde, yine o tatlı kahkahanızı atıp, kulağıma eğilerek;”Enverciğim sen söylenenlere bakma; yeğenimin düğününden ötürü saçlarımı boyayıp kamuflaj yaptım.” demenize, yine mutlulukla gülmüştük.

Sonra mı; sonrasını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim hocam: Kahrolası düzen beni ve sizi yine çok acımasız çalkantılar içerisine sürükledi: Ardı arkası kesilmeyen adi; adi olduğu kadar da namussuz ve hayasız davranışlar içerisine giren şerefsiz ve kişiliksiz insanların pislikleriyle uğraşmaya başladığım sırada, sizin de Doğu ve Güneydoğu’daki çıkmazların içerisine gömülüp katledildiğinizi; FAİLİ MEÇHUL(!) cinayetlerden birine kurban edildiğinizi öğrendim. Öğrendiğimde kahroldum hocam, kahroldum.

Fikir ve düşüncelerinizle İNSANIN İNSANCA yaşaması, demokratik bir düzen içerisinde onurlu bir şekilde varlığını sürdürebilmesine dair görüşlerinizi içine sindiremeyenler, varlığınıza kastettiler...

Aydınlık Gazetesi’ne vatandaşlardan biri hakkınızda aynen şunları yazmış; “İnsanlarımız hangi dilden, ırktan, renkten ve dinden olursa olsun, katledilmemeli. Bu durum ülkemiz ve insanlarını yıkıma ve felaketine götürür. Bunun da son örneği Tatvan’da öldürülen Av. Şevket Epözdemir.”

Siz herkesin dinine, diline, ırkına, rengine ve cinsine saygı gösteriyordunuz da hocam, başkaları neden sizinkine göstermedi?.. Bu mu DEMOKRATİK düzen dedikleri?..

Size 25 yıl sonra “MERHABA” derken, bu kez sonsuzluğa uğurlayıp kalbimize gömdük. Yüce anınız önünde saygıyla eğiliyor; tüm sevenleriniz ve yakınlarınıza sabır ve metanet diliyorum.





Yüklə 177,85 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin