135
soyundan gelip gelmediğine bakılmaksızın, imamın temsilcisi olmaya hak
kazanır. Bilindiği gibi, on ikinci imamdan sonra gelen dört sefîr de, Hz. Ali
soyundan gelen kişiler değillerdi. Kanaatimizce Şiî
düşüncesinin, soya
bakılmaksızın ulemâ tarafından temsil edilmeye başlaması, Şîa’yı içinde
bulunduğu çıkmazdan kurtaran bir unsur olmuş ve bu bakımdan her ne kadar
kendilerini imamın nâibi olarak kabul etseler de, yaklaşık iki asır sonra,
pratikte Sünnî ulemânın toplumdaki konumuna benzer bir fonksiyonu
üstlenmişlerdir.
260/874 yılındaki imamın gaybetinden ve özellikle 328/940 yılındaki
Büyük Gaybet’ten sonra on ikinci imamın temsilcisi olan Şiî ulemânın
durumu değerlendirilecek olursa, 4/10. asrın sonlarına kadar ulemânın en
önemli hedefi, on iki imamdan geldiği iddia edilen ahbârı (hadis ve haberleri)
doğru bir şekilde kaydedip doktrin ve uygulamada ortaya çıkan meselelere
referans olması için, bunların isnadlarını tespit edip oluşturmaktı. Bilindiği
gibi İmâmiyye Şîası, Peygamber’in vefatından önce, bütün ilmin ve şerî
hükümlerin bilgisinin Hz. Ali’ye geçtiğine ve onun da sırasıyla bu birikimi,
kendisinden sonra gelen imamlara devrettiğine inanmaktadır. Peygamber’in
vefatından sonra imamları yegane merci ve kaynak olarak kabul eden Şîa,
Eh-i Sünnet’te olduğu gibi sahâbe ve tâbiînin Peygamber’den naklettiği
rivayetlere itibar etmeyip sadece imamların ahbârıyla
amel etmeyi tercih
etmiştir. Bunun temelinde de, sahâbeye olan güvensizlik yatmaktadır. Bu
sebepten onlar, imamların söz, fiil ve takrirlerini de sünnet kapsamının içine
sokmuşlar ve buna geniş manasıyla sünnet adını vermekle birlikte daha çok
ayrıştırıcı bir tabir olan
ahbârı (tekil: haber) kullanmışlardır. Onlara göre
imâmet, nübüvvetin devamı olarak kabul edildiği için, delil olma bakımından
Peygamber’in sünneti ile imamların ahbârı arasında herhangi bir fark yoktur.
İmâmiyye tarafından imâmetin nübüvvetin devamı olduğuna delil olarak
getirilen ve farklı varyantlarla hem Şiî ve hem de Sünnî kaynaklarda geçen
bir rivayette, Hz. Peygamber şöyle demektedir:
“Ey insanlar, size iki değerli
hazine bırakıyorum, onlara sarıldığınız sürece asla dalalete düşmeyeceksiniz.
Bunlardan birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise benim ‘itretim, yani Ehl-i
Beyt’imdir… Bu ikisi, (cennette) havz başında bana ulaşıncaya kadar birbi-
inen ayrılmaz; bunu Rabb’imden diledim. Benden sonra bu ikisine yapışır,
sıkıca sarılırsanız ebedî olarak sapmaz ve dalalete düşmezsiniz”.
Sekaleyn
hadisi olarak şöhret bulan bu rivayet, farklı şekillerde (mesela “‘itretim”
yerine “sünnetim” ifadesi kullanılıyor) Ehl-i Sünnet kaynaklarında da geçmiş
olması sebebiyle, Şîa tarafından en önemli delillerden birisi
olarak kabul
edilektedir. Şiîler’in bu iddialarına rağmen bu ve buna benzer mevcut
rivayetlerden, imamın nassla tayini ve masumiyeti gibi delillerin çıkarılması
mümkün değildir. Çünkü imama ve Şîa’nın dediği gibi imamda mevcut olan
özel bir ilme ve onun masumiyetine inanmak, Kur’ân-ı Kerîm’in müminlerde
bulunmasını istediği hür, akıllı varlıklar olma özelliğini ortadan kaldırır.
İmâmiyye, imamın gaybetini müteakip Küleynî (ö. 329/941), Şeyh Sadûk
(ö. 381/991) ve Tûsî (ö, 460/1067) tarafından telif edilen
Kütüb-ü Erba‘a
(Dört Temel Hadis Kitabı) ve daha sonra kaleme alınan bazı hadis
külliyatının, el-Usûlü’l-erba‘umie (dört yüz asıl) adı verilen ve imamlara
nispet edilen asıl cüzlerden teşekkül ettiğini ileri sürmektedir. Fakat bu
asıllardan hiç birisi bugün elimizde bulunmadığı için sözkonusu külliyatta
zikredilen ahbârın bu asıllara nispetini kontrol edebilme imkanından
mahrumuz. Hatta yukarıda zikredilen üç alimin zamanında , bunların
sadece
bir kısmının mevcut olduğunu bilmekteyiz.
136
Gaybetin hemen akabinde, Küleynî ve Şeyh Sadûk’un başını çektiği bir
grup ulemâya, dinî bilginin kaynağı olarak sadece imamların ahbârına
dayandıkları, akla ve ictihada karşı çıktıkları için (ehlü’l-hadis, muhaddis,
ashâbu’l-hadis, ashâbu’l-ahbâr tabirlerinin yanı sıra)
ahbârî denmiştir.
Tûsî’nin de içinde bulunduğu bunların karşısındaki grup ise, fıkıh, kelam ve
dinî bilimlerde aklı esas alıp bundan geniş ölçüde istifade ettikleri için
usûlî
adıyla anılmıştır. Şîa fıkhının kurucusu olarak kabul edilen Tusî’den önceki
iki alim Şeyh Müfîd (ö. 413/1022) ve Şerîf Murtazâ (ö. 433/1041) da usûlî
ekolüne mensup olarak kabul edilmişlerdir. Bu alimler gaybetin uzamasının
getirmiş olduğu problemleri çözmek amacıyla, Mutezile’nin rasyonel
yaklaşımından da istifade etmek suretiyle, İmâmiyye kelamının temellerini
atmışlardır. Böylece İmâmiyye, sadece imamların ahbârıyla yetinen bir
mezhep olmaktan çıkıp, Ehl-i Sünnet’e göre yaklaşık iki asır gecikmeli de
olsa, dinî disiplinlerin temellerini, gaybetten sonra oluşturdukları doktrinin
gölgesinde şekillendirmeye başlamışlardır.
Dostları ilə paylaş: