Kader beni, iki Alman devletinin tam sınırları üzerinde bir ka­sabada, Braunau am Inn'de dünyaya getirdi. Alman olan Avusturya, büyük Alman vatanına tekrar dönmelidir



Yüklə 1,96 Mb.
səhifə6/51
tarix28.10.2017
ölçüsü1,96 Mb.
#18647
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   51

Artık meclisin Avusturya'da aldığı adi biçime değil, meclislerin kendileri aleyhinde bulunuyordum. Bu zamana kadar bütün hata­nın ve eksikliğin mecliste bir Alman çoğunluğunun mevcut olma­masından ileri geldiğini zannetmiştim. Böylece zihnimde bir sürü sorular belirdi.

Demokrasinin temeli olan çoğunluğun kararı prensibi ile tanış­mağa başladım. Milletlerin temsilcileri sıfatıyla görev yapan kimsele­rin fikri ve ahlaki değerlerim ciddi bir dikkatle tetkik ediyordum. Böylece hem müessese hem de o müesseseyi meydana getiren kim­seleri öğreniyordum. Birkaç yıl içinde son zamanların en meşhur ti­pi, bütün teferruatı ve açıklığı ile gözlerimin önüne serildi. Bu tip parlamento üyesi idi. Hayalimde canlanan şekil o günden beri esas­ları hiçbir değişikliğe uğramadı. Böylece gerçek hayattan alınan dersler, beni bazı kimselere az da olsa cazip gelen, fakat insanlığın çöküşünde rol oynayan sosyal bir nazariye içinde yolumu kaybet­mekten kurtardılar. Bugünkü Batı Avrupa'da, demokrasi Mark­sizm'in bir müjdecisidir. Kanaatimce Marksizm'i demokrasisiz ta­savvur etmek imkansızdır. Bence demokrasi bu dünya vebası için bir çoğalma alanıdır. Bulaşıcı hastalığın mikropları bu alan üzerinde çevreye yayılmaktadır.

Marksizm bütün ifadesini o düşük cenin halindeki parlamentoculukta bulur. Bu parlamentoculukta; her türlü ilahi kıvılcım, yoğ­rulmuş olan çamura can vermekten maalesef uzak kalır. Kaderime, bu konuyu bana Viyana'da bulunduğum günlerde inceleme fırsatı verdiğinden dolayı minnettardım. Çünkü aynı günlerde Almanya'da bu konuyu kolayca çözümleyivermem mümkündü. Eğer parlamen­to denilen bu müessesenin gülünç yüzünü Berlin'de tespit etseydim, hiç şüphe yok ki bu ana kadar kazandığım fikirlerin yarısını bile öğ­renemeyecektim. Neticede, dışardan gözüken sebeplere dayanarak, halkın ve Reich'm kurtuluşunu imparatorluk fikrinin takviye edil­mesinde görenlerin safına geçecektim. Halbuki bu adamlar vaktin gelip gelmediğini bilmedikleri için bu kurtuluşu da tehlikeye düşü­rüyorlar di.

Avusturya'da ise her hatadan diğerine bu kadar kolaylıkla düş­mekten çekinmeğe gerek yoktu. Çünkü parlamento bir değer taşı­mıyorsa Habsbourglar da ondan geri kalmıyorlardı, hatta belki de çok daha aşağı idiler. Parlamentoculuğu reddetmekle her şey hal­ledilmiş olmuyordu. Mesele bütün güçlüğü ile ortada duruyordu. Reichstag'ı (Parlamentoyu) ortadan kaldırmak, hükümeti yöneten bir kudret olarak yalnız Habsbourg Hanedanı'nı tek başına bırak­mak demekti. Bu ise özellikle benim için kabulü imkansız bir fikir­di. Bu özel meseleyi çözmekteki zorluk, beni bu meselenin içine dalmaya zorladı. Eğer bu böyle olmasaydı, o günkü gençliğimle muhakkak ki bu işi yapamazdım.

Beni en çok düşündüren bir husus vardı: Bu hiç kimseye bir sorumluluk yüklenmeyeceğinin açıkça ilan edilmesi idi. Parlamento 'herhangi bir hususta karar alıyordu. Eğer bu karar feci sonuçlar doğuracak olursa, bu karardan dolayı kimse sorumlu tutulamıyordu. Eşi görülmemiş feci bir sonuçtan sonra ya hükümet istifa ediyor ya da parlamento feshediliyordu. Bu bir sorumluluk kabul etmekmiydi? Şahıslarda meydana gelen ve devamlı sallanan çoğunluğun sorumlu tutulması hiç mümkün olur mu? Sorumluluk, eğer belirli bir kimse tarafından omuzlanmamış ise, bu işte bir mana var mıdır? Doğuşu ve yapılışı bir sürü şahısların irade ve eğilimine bağlı olan faaliyetlerden dolayı bir hükümet başkanını sorumlu tutmak müm­kün olur mu?

Bugüne kadar yapılan tatbikat, devlet işlerini sevk ve idare eden bir şahsın, bir plan hazırlayıp bunun kıymetini boş kafalı ko­yun sürüsüne izah edip, bu heriflerin lütufkârane onaylarını almaktan başka bir şey midir?

Devlet adamı olmak demek, ikna etme sanatına ve büyük prensipleri anlama ile, büyük kararları çıkartma hususunda diplomasi inceliğe sahip olmak mıdır?

Eğer bir devlet adamı belirli fikre, yapısı bir tümörü andıran bir meclisin çoğunluğunu çekemezse ve bunda başarılı olamazsa, bu o devlet adamının kabiliyetsizliğini mi ortaya koyar? Acaba bir sürü herifin, bir devlet adamım büyük bir başarı göstermeden bulmuş ol­dukları vaki midir?

Bu ölümlü dünyada, büyük bir deha tarafından yapılan bir ic­raat halkın ataletine karşı hücumu andıran bir hareket değil midir?

işte bu durumda, planları böyle bir kalabalığın onayını alama­yan bir devlet adamı ne yapmalı? Para mı dağıtmalı? Yoksa vatan­daşlarının hayati önemini kabul ettiği görevleri yapmaktan vazmı geçmeli? Böyle bir durum karşısında kalan karakter sahibi devlet adamı, iyi veya namusluca kabul ettiği şey arasındaki zıddiyeti ne şekilde halletmeli? Bu noktaya gelindiğinde topluluğa karşı olan gö­revi ve namus gereklerim birbirinden ayıran sınır nerededir? Gerçek bir devlet adamının, kendisini sadece o anın gereklerini düşünen bir politikacı seviyesine indiren hükümet usullerinden kaçınması gerekmez mi?

Bunun aksi olarak, eğer lider bir politikacı ise sorumlulukları hiçbir zaman kendisinin taşımayacağını ve bu yükün bir grup insa­na ait olduğunu düşünüp birtakım ayak oyunları yapmaya nefsini zorunlu hissetmeyecek midir? işte bizim "parlamento çoğunluğu" prensibimiz özellikle şef fikrini zedelemeyecek midir?

Acaba hâlâ, insanlığın gelişmesinin bir adamın kafasından değil de, çoğunluktan olduğuna inanan var mı? insanlığın bu baş şartın­dan gelecekte kurtulmanın mümkün olacağı iddiasına kalkışan mı var? Halbuki bu husus her zamankinden daha zorunlu değil mi?

Eğer çoğunlukların iktidarı yolundaki parlamento prensibi, tek bir adamın otoritesi prensibine üstün çıkar ve şefin yerine sayı ve kütle hakim olursa, bu tabiatın aristokratik prensibine ters düşer. Bu modern parlamento prensibinin ne feci neticeler getirdiğini, Ya­hudi basının okuyucuları, eğer daha hür bir şekilde düşünmeyi ve hüküm vermeyi öğrenmemişlerse pek zor anlarlar.

Bu müessese, siyasi hayatı akla gelmeyecek birtakım küçük olaylar ile boğmak için bir vesiledir. Mesela, gerçek bir devlet adamı kendisini siyasi faaliyetten ne kadar uzak tutarsa, bu durum adi he­riflere o kadar güzel gelir ve onları mest eder. Fakat çoğu zaman bu siyasi faaliyet, çoğunluğun sevgisini kazanmak için çeşitli pazarlıkla­ra dönüşür.

Mesela günümüzde, bir deri tüccarı fikren ve bilgi yönünden ne kadar sınırlı olursa, kamuyu ilgilendiren ticari faaliyetinin bütün adiliklerini ne kadar çok bilirse, kendisinden büyük bir canlılık ve büyük bir deha istemeyen bir hükümet sistemini adi bir köylü kur­nazlığı ile o kadar çok takdir eder. Böyle bir aptal sorumluluklarının yükünden korku duymaz. Yaptıklarını hiç umursamaz. Çünkü bilir ki, siyasi saçmalıklarının sonucu ne olursa olsun, kaderin kendisine tayin ettiği ölüm günü değişmeyecektir. Böylece günü geldiği vakit yerini bir başka herife terk edecektir. Seçkin devlet adamlarının sa­yıları, her birinin ferdi değerleri düştüğü nispette çoğalmaktadır. Bu da çöküşün açık işaretlerinden biridir. Şu husus özellikle bilinmeli­dir ki, bir yandan değerli kafalar, aciz, basit yapılı gevezelerin haysi­yetsiz sekreterleri olmaktan kendilerini alıkoyarlar ve öte yandan da Çoğunluğun, yani ahmaklığın temsilcileri değerli bir şahsa kin beslerler.

'' Adi bir meclis daima değeri kendi değerine eşit olan bir şef tarafımdan sevk ve idare edildiğini bilmekle bir çeşit teselli duyar, 'fundan dolayı herkes, arada sırada kendi zekasının parlaklığını göstermek için madem ki Pierre şef olabiliyor, neden Paul da olmasın 'demeye başlar. Bu arada demokrasinin ruhundan bir rezalet şeklin ortaya çıkan bir olay görülür. Bu olay, sözde amir durumunda itonların bir kısmında teşhis edilen korkaklık ve yüreksizliktir. Bu kimseler için önemli bir karar almak mevkisinde bulundukları zaman bir çoğunluğun himayesi altına girmeleri ne büyük bir talihtir. Siyaset fukaraları, bütün kararlarından evvel çoğunluğun onayını ilenirler ve böylece kendileri için gerekli olan "suç ortaklarım" sağlayarak her türlü sorumluluktan ellerini ovuşturarak sıyrılırlar. Doğ-tU adam, karakter sahibi namuslu adam bu çeşit siyasi faaliyet usullerine karşı husumet ve nefret beslemekten başka bir şey yapmaz. İÜ usuller bütün adi karakterleri kendilerine çeker. Her türlü hare­ketin doğuracağı sorumluluğu kabulden çekinen ve daima kendisini her şeyden masum kılmaya çalışan bir kimse, bir sefil ve bir alçak­tan farksız değildir. Bir milleti sevk ve idare edecek müessese, bu kabil kimselerden oluşursa, kısa zaman içinde vahim neticeler orta­ya çıkar. Artık cesaretle hareket etmek yoktur. Bilakis bir karara Varmak için bir güç sarf etmektense küfürlere maruz kalmak tercih edilir. Eğer seri ve ani bir karar almak gerekiyorsa bir kimse şahsını ortaya koyup bu işe önder olmaz.

Bir husus vardır ki, bunu hatırdan çıkarmamak ve göz önünde herifin, bir devlet adamını büyük bir başarı göstermeden bulmuş ol­dukları vaki midir?

Bu ölümlü dünyada, büyük bir deha tarafından yapılan bir ic­raat halkın ataletine karşı hücumu andıran bir hareket değil midir?

işte bu durumda, planları böyle bir kalabalığın onayım alama­yan bir devlet adamı ne yapmalı? Para mı dağıtmalı? Yoksa vatan­daşlarının hayati önemini kabul ettiği görevleri yapmaktan vazmı geçmeli? Böyle bir durum karşısında kalan karakter sahibi devlet adamı, iyi veya namusluca kabul ettiği şey arasındaki zıddiyeti ne şekilde halletmeli? Bu noktaya gelindiğinde topluluğa karşı olan gö­revi ve namus gereklerini birbirinden ayıran sınır nerededir? Gerçek bir devlet adamının, kendisini sadece o anın gereklerini düşünen bir politikacı seviyesine indiren hükümet usullerinden kaçınması gerekmez mi?

Bunun aksi olarak, eğer lider bir politikacı ise sorumlulukları hiçbir zaman kendisinin taşımayacağını ve bu yükün bir grup insa­na ait olduğunu düşünüp birtakım ayak oyunları yapmaya nefsini zorunlu hissetmeyecek midir? işte bizim "parlamento çoğunluğu" prensibimiz özellikle şef fikrini zedelemeyecek midir?

Acaba hâlâ, insanlığın gelişmesinin bir adamın kafasından değil de, çoğunluktan olduğuna inanan var mı? insanlığın bu baş şartın dan gelecekte kurtulmanın mümkün olacağı iddiasına kalkışan mı var? Halbuki bu husus her zamankinden daha zorunlu değil mi?

Eğer çoğunlukların iktidarı yolundaki parlamento prensibi, tek' bir adamın otoritesi prensibine üstün çıkar ve şefin yerine sayı ver kütle hakim olursa, bu tabiatın aristokratik prensibine ters düşer Bu modern parlamento prensibinin ne feci neticeler getirdiğini, Yahudi basının okuyucuları, eğer daha hür bir şekilde düşünmeyi ve hüküm vermeyi öğrenmemişlerse pek zor anlarlar.

Bu müessese, siyasi hayatı akla gelmeyecek birtakım küçük olaylar ile boğmak için bir vesiledir. Mesela, gerçek bir devlet adanı ı kendisini siyasi faaliyetten ne kadar uzak tutarsa, bu durum adi heriflere o kadar güzel gelir ve onları mest eder. Fakat çoğu zaman bu siyasi faaliyet, çoğunluğun sevgisini kazanmak için çeşitli pazarlıklara dönüşür.

Mesela günümüzde, bir deri tüccarı fikren ve bilgi yönünden ne kadar sınırlı olursa, kamuyu ilgilendiren ticari faaliyetinin bütün adiliklerini ne kadar çok bilirse, kendisinden büyük bir canlılık ve büyük bir deha istemeyen bir hükümet sistemini adi bir köylü kurnazlığı ile o kadar çok takdir eder. Böyle bir aptal sorumluluklarının yükünden korku duymaz. Yaptıklarını hiç umursamaz. Çünkü bilir ki, siyasi saçmalıklarının sonucu ne olursa olsun, kaderin kendisine tayin ettiği ölüm günü değişmeyecektir. Böylece günü geldiği vakit yerini bir başka herife terk edecektir. Seçkin devlet adamlarının sayıları, her birinin ferdi değerleri düştüğü nispette çoğalmaktadır. Bu da çöküşün açık işaretlerinden biridir. Şu husus özellikle bilinmeli-ki, bir yandan değerli kafalar, aciz, basit yapılı gevezelerin haysiyetsiz sekreterleri olmaktan kendilerini alıkoyarlar ve öte yandan da çoğunluğun, yani ahmaklığın temsilcileri değerli bir şahsa kin beslerler.

Adi bir meclis daima değeri kendi değerine eşit olan bir şef tarafindan sevk ve idare edildiğini bilmekle bir çeşit teselli duyar. Undan dolayı herkes, arada sırada kendi zekasının parlaklığını göstermek için madem ki Pierre şef olabiliyor, neden Paul da olmasın demeye başlar. Bu arada demokrasinin ruhundan bir rezalet şeklini ortaya çıkan bir olay görülür. Bu olay, sözde amir durumunda Utların bir kısmında teşhis edilen korkaklık ve yüreksizliktir. Bu iseler için önemli bir karar almak mevkisinde bulundukları zaman bir çoğunluğun himayesi altına girmeleri ne büyük bir talihtir. işet fukaraları, bütün kararlarından evvel çoğunluğun onayını dilenirler ve böylece kendileri için gerekli olan "suç ortaklarını" sağlayarak her türlü sorumluluktan ellerini ovuşturarak sıyrılırlar. Doğru adam, karakter sahibi namuslu adam bu çeşit siyasi faaliyet usullerine karşı husumet ve nefret beslemekten başka bir şey yapmaz. Bu usuller bütün adi karakterleri kendilerine çeker. Her türlü hare-tin doğuracağı sorumluluğu kabulden çekinen ve daima kendisini her şeyden masum kılmaya çalışan bir kimse, bir sefil ve bir alçaktan farksız değildir. Bir milleti sevk ve idare edecek müessese, bu kabil kimselerden oluşursa, kısa zaman içinde vahim neticeler ortaya çıkar. Artık cesaretle hareket etmek yoktur. Bilakis bir karara varmak için bir güç sarf etmektense küfürlere maruz kalmak tercih edilir. Eğer seri ve ani bir karar almak gerekiyorsa bir kimse şahsım Kıya koyup bu işe önder olmaz.

Bir husus vardır ki, bunu hatırdan çıkarmamak ve göz önünde tutmak gerekir. Çoğunluk hiçbir zaman bir kişinin yerine geçerli olamaz. Çoğunluk, ahmakları olduğu kadar alçakları da temsil eder. Saman dolu yüz kafa nasıl ki, hiçbir zaman bir akıllı kişiye eşit ola­mazsa, yüz korkak adamdan da hiçbir vakit kahramanca bir karar beklenemez. Hükümet başkanları büyük mesuliyetlerden kaçtığı müddetçe, kendilerini milletin hizmetine arz etmeye layık gören kimselerin sayısı da artar. Onların safa geçip sıralarını beklemeleri­ne, hiçbir şey engel olamaz. Kendilerinden evvel olanları endişe- ile takip ederler ve gayelerine erişmeleri için muhtaç oldukları saatlerin miktarını bile hesaba katarlar. Göz konan bir mevkiinin boşalması ateşli bir surette temenni edilir. Kendi saflarında seyreklik meydana getiren her türlü rezaletten memnun kalırlar. Eğer aralarından biri daha önceden kazanılmış duruma dört elle sarılacak olursa, bunu birliğin kutsal anlaşmasında bir duraklama kabul ederler, işte o za­man bir hayli kızıp, darılırlar. O yüzsüz herif sonunda mevkisinden düşüp de, sıcak sıcak duran sandalyesinden yararlanmak için ken­dilerine yol açılmadıkça rahat edemezler.

Artık bir kere düşmüş olan, bir daha aynı yere çıkacak durum­da değildir. Çünkü sandalyelerini kaybeden bu suratsız heriflerin yapacakları şey, yerlerine göz dikenlerin safında kendilerini karşıla­yan küfür ve bağrışmaların elverdiği oranda bir yere ilişmektir. Bü­tün bunlar devletin en önemli mevki ve hizmetlerini gerçekleştiren­lerin korkunç bir süratle gelip geçmelerine sebep olur. Bunun sonu­cu ise fecidir. Çünkü meclis ahlak ve usulüne kurban gidenler yal­nız aptallar ve ehliyetsiz olanlar değildir. Bir gün şans hakiki lider adını taşımaya layık birini o mevkie getirirse, onu bekleyen akıbet de aynı olacaktır. Hatta böyleleri daha fazla kurban olurlar. Bir lider kendini gösterir göstermez ona karşı şiddetli bir mücadele başlar. Eğer, yüksek bir mevkie giren kuvvetli bir lider mevkiinin çevresi içinden çıkmamışsa onu bekleyen sonuç pek parlak olmaz. Ahmak­lar o mevkide yalnız kendilerinin bulunmasını isterler. Samanla do­lu kafalar, aralarında bir değer ifade eden bir kafaya tahammül ede­mezler ve ona karşı müşterek bir kinle hücuma geçerler.

Birçok hususlara cevap vermekten yoksun olan içgüdüleri bu durumda net bir görüşe kavuşur. Bunun sonucu olarak idareci sınıf gitgide zeka fukaralığına uğrar. Eğer insan bu şefler güruhundan değilse, milletin ve devletin bu yüzden ne büyük zararlara uğrayacanı hesaplayabilir, işte böyle bir parlamento rejimi, eski Avusturya için gerçek bir mikrop çoğaltma laboratuarı idi.

Başbakanları, imparator veya kral tayin ediyordu. Fakat o her Şifasında meclisin iradesinin ifadesini yerine getiriyordu. Bakanlık-||r için pazarlık yapılıyordu. Her şahsın yerine kısa zaman içinde bir başkası bulunuyordu. Bu, artık bir çeşit koşu halini alıyordu.

defasında seçilen şahsın değeri bir evvelkinden daha az oluyor-

En sonunda iş döndü yuvarlandı, küçük parlamento bitleri ti-dayandı. Bu bitlerin siyasi değerleri ve iktidarları, her seferinde çoğunluğu tekrar sağlamayı, yani o küçük siyasi işleri düzenlemeyi bilmek hüneri ile ölçülür. Bunların bu basit çalışmalarında bir vardır. Bütün bu dalavereli işleri için Viyana devam en iyi bir okuldur.

Bu halkın temsilcilerinin kendi bilgi ve kabiliyetleri ile çözüm-ek zorunda kaldıkları meselelerin güçlüklerini de ölçüp biçiyordum. Bunun için milletvekillerinin fikri ufuklarının genişliklerini de yakından takip etmek gerekiyordu, işte bu da yapılınca artık bullak yıldızların kamu hayatına ait gökyüzünde ne şekilde keşfedileceklerine kayıtsız kalınamazdı. Bu şirin heriflerin gerçek değer ve İlliyetlerini vatan ve millet hizmetinde ne şekilde kullandıkları, siyasi faaliyetlerinin asıl tekniğinin ne olduğu esaslı şekilde tetkike değer bir husustu.

Parlamento çalışmaları, şahıslar ve olaylar, derinlikleri görebilen bir objektifle, bir hatır gözetilmeden incelendiğinde tam anlamıyla esef verici bir durum arz ediyordu. Taraftarlarının herhangi 1 meseleyi incelemek veya bir husus hakkında vaziyet almak için, bir temel yokmuş gibi bir iki cümle başında devamlı olarak ima ettikleri objektiflik, parlamento müessesesine karşı gayet yerinde bir usuldü. Bundan dolayı bu heriflerin, kendilerini ve adi hayatlarını inceleyelim. Tetkik sonunda hayret verecek sonuçlara varacağız.

Tarafsız bir biçimde incelenmişse, meclis prensibi kadar yanlış bir prensip olamaz. Şimdi de "halk temsilcileri"nin seçilmelerinin ne Siklide yapıldığım inceleyelim. Milletvekillerinden her birinin her-Hangi bir başarısı, bir milletin istek ve dertlerinden ancak pek küçük bir bölümünü tatmin ettiği aşikardır. Halk topluluğunun siyasi zekası, isteklerini yerine getirecek, milletin dertlerine derman bula çak kabiliyetli siyasileri bulup meclise yollamaya kafi değildir. "Kamuoyu" dediğimiz şeyin içinde bir milletin fertlerinin şahsi tecrübelerine ve bilgilerine pek az miktarda tesadüf ederiz. Kamuoyunun büyük bölümü dışardan tahrik edilerek hazırlanır. Bu hazırlama'! gazeteler, verdikleri haberlerle ve ikna kuvvetleri ile gayet güzel ya parlar.

Herkesin dini kanaatleri, terbiyesinin ürünüdür. Bunlar insanın vicdanında uyuklar bir haldedir, işte halk topluluğunun kamuoyu da, ruhun ve düşünce gücünün çoğu zaman devamlı ve derin bir surette hazırlanmasının sonucudur.

Propaganda kelimesi ile anlatılan bu "siyasi terbiye"de en bü­yük hisse basına düşer. Basın verdiği haberlerle halkın orta yaşlıları için bir tür okul hüviyetine bürünür. Fakat bu basın birtakım kötü kuvvetler tarafından idare edilir. Viyana'da halkı terbiye etmeye mahsus bir vasıtanın sahiplerini ve yapanları incelemeye fırsat bul­dum.

ilk duyduğum hayret, devletin içindeki bu zararlı kuvvete hal­kın en gerçek ve en tabii eğilimlerine ters düşse bile, belirli bir fikir yaratmak için pek az bir zamanın yeter olması idi.

Basın, basit ve ciddiyetten uzak bir hadiseyi, birkaç gün içinde önemli bir devlet meselesi haline getirmeyi kolaylıkla beceriyordu. Aynı zamanda basın önemli bir meseleyi milletin hafızasından sile çek şekilde yaptığı yayında da başarılı oluyordu.

Kısa bir zaman için bazı şahısları ileri itip, milletin karşısına bir kahraman olarak çıkarıyorlar ve o şahsın hayatı boyunca hayal bile edemeyeceği şöhretli hayatı, ona sağlıyorlardı. Bir iki ay öncesine kadar kimsenin duymadığı, işitmediği şahıslar "günün adamı" duru­muna getiriliyor ve yine devletin ve milletin menfaatlerine ait mese­leler canlı canlı gömülüyordu. Namuslu ve vatanperver şahısların üzerlerine atılan çamurların alçaklığı, ancak Yahudi ve Marksistler! incelemekle ortaya çıkarılabilir. Bu fikir haydutlarının, lanetlenmiş hedeflerine ulaşabilmek için yapmayacakları bir alçaklık yoktur. Bunlar aile meselelerine kadar nüfuz ederler. Çamura batırmaya ka­rar verdikleri bir kimseyi yerden yere vurmak için gereken üzücü olayı buluncaya kadar her yanı didik didik ederler. Eğer, neticede ellerine basit bir fırsat geçmezse, iftiraya başvururlar. Bu yalan ve iftira kampanyasından tekziplere rağmen bir iz kalır. Bunlar, herkes israfından anlaşabilecek bir dille adi saldırılarını yapmazlar. Tersi-f ne, masum bir şahsı lekelemek için ağır başlı bir dille saldırırlar. i? işte kamuoyu, çeteler tarafından bu biçimde oluşturulur. Sonra da bu kamuoyundan meclis üyeleri çıkar. Tıpkı dalgaların köpüğü içinden Venüs'ün doğması gibi...

Parlamento müessesesinin çalışmasını bütün ayrıntıları ile anlatmak ve bu müessesenin hayali olduğunu göstermek için ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Fakat bu müessesenin bütün varlığı »[gözden geçirilmeyip de, sadece faaliyetinin sonuçları incelenecek f|olursa en paradoks* bir ruh ile düşünülse bile, gayesinin manasızlı-[mı ortaya koyacak kadar yeter bilgi elde edilebilir.

insan, gerçek demokratik düzenle, Alman demokrasisinin mukayesesinde ortaya çıkan farkı gördüğünde çılgına döner.

Parlamenter rejimin gözle görülen en büyük niteliği şudur: Son

yıllarda kadınların seçildiği hesaba alınmazsa, bir miktar adam tes­pit edilmektedir. Mesela beş yüz kişi. Bu beş yüz kişi her hususta , karar almak salahiyetine sahiptir. Yani fiiliyatta tek hükümet bu beş yüz kişidir. Şimdi bu beş yüz kişi bir kabine kuruyor. Dışardan tespit edilen manzara devlet işlerini bu kurulan kabinenin gördüğüdür. Fakat bu zevahirden ibarettir. Gerçekte bu kabine herhangi bir

meselede beş yüz kişinin, yani meclisin iznini almadan tek bir adım ilerleyemez, işte bunun için hiçbir meselede hükümeti sorumlu tutmaya imkan yoktur. Çünkü son karar meclisindir. Hükümet, çoğunluğun isteklerini uygulamaya memur bir organdır. Siyasi kabiliyeti ve başarısı hakkında not vermek için çoğunluğun fikir ve kana­atlerine uymak, veya çoğunluğun kendi fikrine savaşmak için gös­terdiği hüner ve. siyasi oyununa bakmak icap eder. Bu suretle ger­çek bir hükümet durumundan dilenen bir hükümet durumuna dü­şer. Hükümetin mevcut çoğunluğu kendi tarafında tutabilmesi veya kendine yeni bir çoğunluk sağlanabilmesi için "icrayı hükümet et­mekten" başka bir işi olmayacaktır. Bu işte muvaffak olursa bir süre daha hükümet edebilir. Aksi takdirde çekilip gitmekten başka yapa­cak bir işi kalmaz, işte bütün sorumluluk mefhumu fiiliyatta orta­dan kaldırılmıştır.( Paradoks- Yerleşmiş inanışlara aykırı olarak ileri sürülen düşünce) Çeşitli meslek sahibi ve çeşitli kabiliyetlerdeki bu beş yüz kişi­lik topluluk hiçbir zaman bağdaşık bir topluluk olamaz. Ayrıca bunlar, aynı zamanda akıl ve kabiliyet bakımından da seçkin kimse­ler değillerdir. Hiçbir zaman zekaca sivrilmemiş kimselerin oy vara­kaları ile yüzlerce devlet adamı doğmaz. Genel seçim usulünün de­haları ortaya çıkaracağı iddiası yersizdir. Bir kere, bir millet uğurlu günlerde gerçek devlet adamı çıkarır. O da yüzlerce değil, bir tane. Halk topluluğu seçkin dehalara içgüdüsü ile düşmandır. Seçim yolu ile bir büyük adam bulup çıkarmak, bir iğnenin gözünden deveyi geçirmek kadar zordur. Dünya kurulduğundan bu yana gerçekleşti­rilen her şeyin tamamı ferdi teşebbüslerin sonucudur. Halbuki de­ğersiz beş yüz kişi milletin en önemli meseleleri hakkında kararlara varıyor. Bunlar öyle hükümetler kuruyorlar ki bu heyetler her özel konuyu çözmeden önce, bu saygıdeğer meclis ile anlaşmak zorunda bulunuyorlar. Demek ki siyaset, bu beş yüz kişi tarafından yürütü­lüyor.

Hükümet üyelerinin dehalarına temas etmeyeceğim. Sadece çö­zümlenecek konuların çeşitli oluşunu, çözüm çarelerini ve kararları birbirine arap saçı gibi dolaştıran karşılıklı bağlantıları inceleyece­ğim, işte o zaman, karar çıkartmak için, ancak büyük meselenin ba­sit parçaları hakkında bilgi ve tecrübe sahibi bulunan kimselerden oluşan meclise gelen hükümetin silahının küçük ve basit oluşu göz­ler önüne serilir.

En önemli ekonomik meseleler öyle bir heyet tarafından incele­nip bir karar alınacaktır ki o heyete dahil olan kimselerin arasında vaktiyle iktisadi siyaset yapmış olanların sayısı onda biri bile bul­maz. Böylece o iktisadi mesele bu hususta herhangi bir fikri ve bil­gisi olmayan kimselerden meydana gelen heyetin elinde kalır.

Bu durum diğer bütün konular hakkında da böyledir, incelen­dikten sonra bir karara varılacak olan konular kamuya ait olduğu halde, meclisin kuruluş şekli hiç değişmediğinden, daima aciz ve cahil kimselerin meydana getirdiği çoğunluk, terazinin kefesini ken­di tarafına doğru eğilim göstertir. Halbuki çeşitli konuları görüşerek çözümleyecek olan milletvekillerinin devamlı şekilde yenilenmeleri gerekirdi. Çünkü milletin ticari menfaatlerine ait bir konu ile genel siyasi meseleleri, aynı heriflerin halletmelerine izin vermeye imkan yoktur. Bunun aksi olabilmesi için bu adamların hepsinin yüzyıllar boyunca ancak bir kere ortaya çıkan dünyaya bedel deha olmaları gerekir. Ne yazık ki, bunlar birer as bile olmayıp, sadece merakları sınırlı, mağrur ve en kötü bir fikir dünyasında yolunu şaşırmış kimselerdir. Esasen bu kimselerin en büyük fikir adamlarının bile uzun bir zaman düşünüp, tarttıktan sonra çözebileceği konular hakkında kanılmayacak bir hafiflikle konuşmaları ve çarçabuk karar vermeleri bu durumlarından ileri gelmektedir. Bu kimselerin sanki ortada bir ırkın kaderi değil de, masanın üstünde tarot veya idiot partisi Varmış gibi, bütün bir milletin geleceği hakkında çok önemli kararlar aldıkları görülür.


Yüklə 1,96 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin