Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə13/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   58

Enid mektup aralığından bir kez daha seslenmiş, iyi olup olmadığından emin olmak için onu görüp göremeyeceğini sormuştu.

“Def ol!” diye bağırmıştı Judy. Gözyaşları arasında tekrar gülmüştü, öfkeli, telaşlı bir kahkahaydı. “Sen de rüyanın bir parçasısın. Her şey bir rüya.” Sonra bir kahve fincanını ya da sürahiyi çarpıp yere düşürmüş gibi bir şangırtı duyulmuştu. Ya da duvara fırlatmış gibi.

“Polisi aramadım çünkü sesi iyi geliyordu,” demişti Enid, ahizeyi kulağına yapıştırmış, diğer elini ele kulağına dayamış, normalde sevdiği ama o an beynini deliyorlarmış gibi gelen tamirat gürültüleri ve motor seslerini duymamaya çalışan Fred’e. “En azından fiziksel olarak iyiydi. Ama Fred... bence gidip onu bir kontrol etsen iyi olacak.”

Son dönemlerde Judy’de gördüğü tuhaflıklar bir anda Fred’in beynine hücum etmişti. Pat Skarda’nın sözleri de. Psikolojik bozukluklar... Bazı insanların biranda aklını kaybettiğini duyarız ama... Genellikle öncesinde sinyaller vardır...

Ve Fred sinyalleri görmüştü, değil mi?

Görmüş ve hiçbir şey yapmamıştı.

Fred Ford Explorer’ini aceleyle park ettikten sonra karısının ismini seslenerek hızla merdivenleri tırmanmaya başladı. Karşılık yoktu. Ön kapıyı açıp içeri girdikten (kapıyı öyle hızlı geriye savurmuştu ki pirinç mektup aralığı duvara çarparak garip bir ses çıkarmıştı) sonra da bir karşılık alamamıştı. Evin serin havası onu üşütünce, terli olduğunu fark etti.

“Judy? Jude?”

Hâlâ cevap yoktu. Koridordan hızla mutfağa, gün ortasında eve geldiğinde onu bulma ihtimalinin en yüksek olduğu yere seğirtti.

Gün ışığıyla apaydınlık olan mutfak boştu. Masa ve banko tertemizdi; her yer parlıyordu; iki yeni yıkanmış fincan, bulaşıklıktaki yerini almıştı. Köşedeki cam kırıkları, güneşin ışıklarını yansıtıyordu. Fred bir parçanın üzerindeki de-senden, onun pencere eşiğinde duran vazo olduğunu anladı.

“Judy?” diye seslendi tekrar. Boğazı sıkışıyor, şakakları zonkluyordu.

Judy ona cevap vermiyordu ama Fred onu duyabiliyordu. Judy üst kattaydı; şarkı söylemeye başlamıştı.

“Uyu bebeğim... ağacın üzerinde... rüzgârın estiği yerde...”

Fred sözleri tanıdı ve sesini duyduğu için rahatlayacağı yerde teni buz kesti. Bu şarkıyı bebekken Ty’a söylerdi. Ty’ın ninnisiydi. Fred, Judy’nin bu şarkıyı söylediğini yıllardır duymamıştı.

Koridordan geri dönerek merdivenlere koştuğunda daha önce gözünden kaçan bir şeyi fark etti. Andrew Wyeth’in, Christina’nın Dünyası baskısı indirilmiş ve radyatöre dayanmıştı. Çivinin alt kısmında açığa çıkan duvar kâğıdı yırtılıp parçalanmıştı. Boşluklardan çıplak sıva görünüyordu, iyice üşümeye başlayan Fred bunu Judy’nin yaptığını biliyordu. Tam anlamıyla önsezi sayılmazdı; tümevarım da değildi. Buna, uzun zamandır evli olan çiftlerin arasında oluşan telepati denebilirdi.

Yukarıdan Judy’nin güzel ama bomboş sesi yayılmaya devam ediyordu. “...beşik sallanacak. Dal kırılınca beşik düşecek...”

Fred karısının ismini haykırarak basamakları çifter çifter çıkmaya başladı.

Üst kat korkunç bir dağınıklık içindeydi. Çeşitli dönemlerde çektirdikleri fotoğraflarla burada kendi geçmişlerinin bir sergisini oluşturmuşlardı: Fred ve Judy, Chocolate Watchband’de ilginç bir şey olmadığı zaman gittikleri kulüp, Madison Shoes’un önündeyken; anne babalarının mutlu bakışları altında, düğünlerinde ilk dansı yaparlarken; Judy, yüzünde bitkin ama mutlu bir gülümseme ve kucağında yeni doğmuş Ty ile bir hastane yatağındayken; Judy’nin hiç hoşlanmadığı Marshall aile çiftliğindeyken çekilmiş fotoğraflar ve diğerleri.

Çerçeveler içindeki bu fotoğrafların çoğu indirilmişti. İçlerinde çiftlik resminin de olduğu bazıları çıkarılıp yere fırlatılmıştı. Kırılan camlar tüm koridor boyunca etrafa saçılmıştı. Yerlerinden çıkarılan yarım düzine çerçevenin arkasındaki duvar kâğıdı yırtılmıştı. Ty’ın doğumunda, hastanede çekilmiş olan fotoğrafın asılı olduğu yerdeki duvar kâğıdı tamamen parçalanmıştı ve Fred sıvanın üzerindeki tırnak izlerini görebiliyordu. Bazı izlerin üzerinde kurumuş kan lekeleri vardı.

“Judy! Judy!” .

Tyler’ın odasının kapısı açıktı. Fred cam kırıkları üzerinden koşarak üst kat koridorunu geçti.

“...Tyler, beşik ve her şey düşecek.”

“Judy! Ju...”

Nutku tutularak kapıda durdu.

Tyler’ın odası polisiye bir filmde altı üstüne getirilen bir odayı andırıyordu, çekmeceler, yerlerinden çıkarılmış, çoğu ters yüz olarak yere fırlatılmıştı. Duvara dayanan dolap, yerinden çekilmişti. Yazlık giysiler tüm odaya saçılmıştı; kot pantolonlar, tişörtler, iç çamaşırları, beyaz spor çoraplar. Gardırobun kapısı açıktı, tüm giysiler askılardan çekilip alınmıştı; içinden yükselen telepatik ses, Judy’nin, arkalarında bir şey olmadığından emin olmak için Ty’ın gömleklerini ve pantolonlarını çekip aşağı indirdiğini söylüyordu. Tyler’ın sahip olduğu tek takım elbisenin ceketi, gardırobun tokmağında eğreti bir şekilde asılı duruyordu. Posterleri duvarlardan çekilip çıkarılmıştı; Mark McGwire yırtılıp ikiye bölünmüştü. Biri hariç, tüm posterlerin arkalarındaki duvar kâğıtları sağlamdı ve o kalan tek de Fred’in şimdiye dek gördüklerinin en uç noktasıydı. Şato posterinin (ESKİ ÇAYİRAGERİ DÖNÜN) eskiden asılı olduğu dikdörtgen boşluktaki duvar kâğıdı neredeyse tamamen sökülmüştü. Kâğıdın altındaki çıplak duvarda daha çok kan lekeleri vardı.

Judy Marshall oğlunun çıplak yatağında oturuyordu. Çarşafı, yastıklarla beraber bir köşeye yığılmıştı. Yatak da duvardan uzaklaştırılmıştı. Judy’nin başı öne eğikti. Fred, yüzünü göremiyordu -saçları engel oluyordu- ama şort giyen Judy’nin çıplak bacaklarındaki nokta nokta, yol yol kan lekelerini görebiliyordu. Dizlerinin altında birleştirdiği elleri görünmüyordu ve Fred bu yüzden mutluydu. Mecbur kalana dek kendini ne kadar kötü yaralamış olduğunu görmek istemiyordu. Kalbi göğsünde çırpınıyor, sinir sistemi adrenalin yüklemesi altında alarm veriyordu ve ağzında kül tadı vardı. Boğazı kupkuruydu, yutkunmakta güçlük çekiyordu.

Judy, ninninin nakaratını tekrar söylemeye başlayınca buna dayanamayacağını hissetti. “Judy, hayır,” diyerek daha önceki gece Ty’a iyi geceler öpücüğü vermek için girdiği ve oldukça düzenli olan, şimdiyse içinde bomba patlamış gibi görünen odada ona doğru ilerledi. “Dur, tatlım, tamam.”

Judy gerçekten de durdu. Başını kaldırdı. Karısının gözlerindeki dehşeti görünce Fred’in tüm nefesi boşaldı. Dehşetten de öteydi. İçindeki bir şey süzülüp yok olmuş ve ardında simsiyah delik gibi bir boşluk bırakmıştı.

“Ty gitti,” dedi Judy. “Bakabildiğim bütün resimlerin arkasına baktım... şunun arkasında bulacağımdan emindim, eğer bir yerdeyse mutlaka onun arkasında olmalıydı...”

İrlanda posterinin asılı olduğu yeri gösterdiğinde Fred, sol elinin dört tırnağının parça parça ya da tamamen kopmuş olduğunu görünce, midesi bir anda altüst oldu. Parmak uçlarını kırmızı mürekkebe batırmış gibiydi. Keşke mürekkep olsaydı, diye düşündü Fred. Keşke.

“...ama elbette o sadece bir resim. Hepsi öyle. Bunu şimdi görebiliyorum.” Bir an için sustuktan sonra haykırmaya başladı: “Abbalah! Munshun! Abbalah-gorg, Abbalah-doon!” Dili, dudaklarının arasından çıktı -ancak çizgi filmlerde görülebilecek, imkânsız bir uzunluktaki dili- ve tükürükler saçarak burnunun tamamını yaladı. Fred gözlerinin önünde meydana gelen sahneye inanamıyordu. Bir korku filmine gitmiş ve yarısında olanların aslında gerçek olduğunu anlamış gibi ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Ne yapmalıydı? Sevdiğiniz kadının delirdiğini -en azından gerçeklerle bağlarının koptuğunu-fark ettiğinizde ne yapmanız gerekirdi? Bu lanet olası durumla nasıl başa çıkardınız?

Ama Fred onu seviyordu, onu tanıdığı ilk haftadan beri çaresizce, tüm kalbiyle, en ufak bir pişmanlık duymaksızın seviyordu ve şimdi de Fred’i, duyduğu sevgi yönlendiriyordu. Yatağa, karısının yanına oturdu, kolunu omzuna ‘ attı ve ona sarıldı. Judy’nin tir tir titrediğini hissedebiliyordu. Vücudu bir yay’ gibi gergindi.

“Seni seviyorum,” dedi Fred sesinin kontrollü çıkmasına şaşarak. Korku’ ve kargaşanın çılgınca iç içe geçtiği böyle anlarda sükûnetin öne çıkabildiğini görmek inanılmazdı. “Seni seviyorum ve her şey yoluna girecek.”

Judy başını kaldırıp ona baktı ve bir şey, gözlerine geri geldi. Fred (ne kadar istese de) buna akıl sağlığı diyemiyordu, ama en- azından bir çeşit farkında oluştu. Nerede ve kiminle olduğunu biliyordu. Bir an için gözlerinde minnet belirdi. Sonra yüzü taze bir acı ve kederle kasılarak ağlamaya başladı. Bitkin, kayıp bir sesti ve Fred’in içini parça parça ediyordu. Sinirleri, kalbi ve beyni uyuşmuş gibiydi.

“Ty gitti,” dedi Judy. “Gorg onu büyüledi ve abbalah onu aldı. Abbalah-doon!” Gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. Eliyle yanaklarını sildiğinde geride kanlı izler bıraktı.

Fred, Tyler’ın iyi olduğundan emin olduğu halde karısının yüzündeki kan* izlerini görünce, Ty gitti, demesinin etkisiyle içinde derin bir ürperti hissetti. Ty arkadaşlarıylaydı; önceki gece Fred’e, o günü Ronnie, T.J. ve sinir bozucu Ebbie Wexler ile bisikletle dolaşarak geçireceklerini söylemişti. Eğer diğer üç çocuk Tyler’ın istemediği bir yere gidecek olursa hemen eve döneceğine söz vermişti. Her tür tedbiri almış gibi görünüyordu ama... annelik önsezisi diye . şey yok muydu? Eh, diye düşündü, belki Fox Network’te.

Judy’yi kucağına alınca yine afalladı. Bu kez sebebi, karısının hafifliğiydi. Onu kucağıma en son aldığımdan bu yana belki on kilo vermiş, diye düşündü. En az beş kilo. Nasıl oldu da fark etmedim? Ama biliyordu. İşinin yoğunluğu sebebin bir kısmıydı; ama esas olarak her şeyin yolunda gittiğine dair boş inadı fark etmesini engellemişti. Evet, diye düşündü karısı kucağında, odadan çıkarken (kolları bitkince yükselip boynuna dolanmıştı), artık hiçbir şeyi inkâr edemeyecek noktadayım. Ama oğlunun güvende olduğuna dair temel inancı buna rağmen devam ediyordu.

Judy, çılgınlığı süresinde yatak odalarına uğramamıştı ve odanın alışıla-geldik görüntüsü, Fred’e huzur veren bir normallik vahası hissi veriyordu, Judy’nin de aynı şekilde hissettiği belliydi. Yorgun bir iç çekişle kollarını kocasının boynundan indirdi. Dili dışarı hafifçe uzandı ve üst dudağını ıslattı. Fred eğilerek onu yatağa yatırdı. Judy ellerini kaldırarak parmaklarına baktı.

“Kendimi yaralamışım...”

“Evet,” dedi Fred. “Gidip ellerin için bir ilaç getireceğim.”

“Nasıl bu hale?...”

Fred yatağın kenarına oturdu. Judy’nin başı, yastıkların yumuşaklığına gömülmüş, gözkapakları yarı yarıya kapanmıştı. Gözlerinde şaşkınlığın yanı sıra o derin, korkutucu boşluk hâlâ görülebiliyordu. Fred yanılıyor olduğunu umdu.

“Hatırlamıyor musun?” diye yumuşak sesle sordu.

“Hayır... düştüm mü?”

Fred cevap vermemeyi tercih etti. Tekrar düşünmeye başladı. Kafasını yeterince toparlayamamıştı ama elinden geleni yapıyordu. “Tatlım, gorg nedir? Abbalah nedir? Biri mi?”

“Bilmiyorum... Ty...”

“Ty iyi.”

“Hayır...”

“Evet,” dedi Fred ısrarla. Belki bu ısrarı, huzur veren odadaki her iki insanı da rahatlatmak içindi. “Sevgilim, sen burada yat. Ben gidip birkaç şey alayım.”

Judy’nin gözkapakları kapandı. Fred onun uykuya dalacağını düşündü ama gözkapakları hâlâ hareket ediyordu.

“Sadece yat,” dedi. “Yataktan çıkmak yok. Bugün etrafta yeterince dolaşmışsın. Zavallı Enid Purvis’in ödünü patlatmışsın. Söz veriyor musun? Yataktan çıkmayacaksın?”

“Söz...” Gözkapakları tekrar kapandı.

Fred kulağı içeride olduğu halde bitişikteki banyoya girdi. Daha önce hayatında Judy kadar sarsılmış birini görmemişti, ama deliler zeki olurdu ve kendi önyargılı inkâr kapasitesine rağmen Fred artık kendisini karısının ruh sağlığı konusunda kandıramıyordu. Delirmiş miydi? Keçileri tamamen kaçırmış mıydı? Muhtemelen hayır. Ama dengesini biraz yitirdiği kesindi. İlaç dolabını açarken kendi kendine geçici olarak, dedi.

Mercurochrome şişesini eline aldıktan sonra dolabın rafında duran ilaç kutuların üzerlerindeki yazılara bir göz gezdirdi. Çok fazla kutu yoktu. En soldakini aldı. Sonata, French Landing Eczanesi, yatmadan önce bir kapsül, art arda dört geceden fazla kullanmayınız, reçeteyi yazan Doktor Patrick J. Skarda.

Fred ilaç dolabının kapağındaki aynadan tüm yatağı değil ama alt kısmını görebiliyordu... ve Judy’nin bir ayağını. Hâlâ yataktaydı. İyi, iyi. Sonata kutusundan bir hap çıkardı, diş fırçalarını bardağın içinden çıkardı temiz bir bardak için alt kata inmeye hiç niyeti yoktu, Judy’yi yalnız bırakmak istemiyordu.

Bardağı şöyle bir çalkalayıp doldurduktan sonra su, Mercurochrome şişesi ve hapla yatak odasına döndü. Judy’nin gözleri kapalıydı. Öyle hafif nefes alıyordu ki, Fred emin olabilmek için elini göğsüne koymak zorunda kalmıştı.

Avucundaki hapa baktı, biraz düşündü ve sonra Judy’yi hafifçe sarstı. “Judy! Jude! Uyan, tatlım. Şu hapı iç ve tekrar uyu, olur mu?”

Judy mırıldanmadı bile. Fred Sonata’yı bir kenara bıraktı, gerek olmayacakmış gibi görünüyordu. Bu kadar çabuk derin bir uykuya dalmış olması, içini hafif bir iyimserlikle doldurmuştu. Sanki iğrenç bir kese patlamış, içindeki tüm zehri boşaltmış, onu yorgun ve zayıf, ama tekrar iyi olacak şekilde bırakmıştı. Bu olabilir miydi? Bilmiyordu ama Judy’nin uyuyor taklidi yapmadığından emindi. Bütün tuhaflıkları önce uykusuzlukla başlamış ve o zamandan beri de uykusuzluk çekmeye devam etmişti. Son birkaç aydır garip belirtiler gösteriyordu -kendi kendine konuşması ve diliyle yaptığı o garip, hatta mide bulandırıcı hareket- ama ocak ayından beri iyi uyuyamıyordu. Dr. Skarda, uyku ilacı reçetesini bu yüzden yazmıştı. Judy sonunda derin bir uykuya dalabilmiş görünüyordu. Acaba normal yollarla daldığı bu uykudan yine eskisi gibi normal uyanmasını ummak çok mu fazla hayalperestlik olurdu? Balıkçı’nın niyetleriyle damgasını vurduğu bu yaz oğlunun güvenliği için duyduğu endişe içinde birikip sonunda bu şekilde patlak vermiş olabilir miydi? Belki öyleydi belki de değildi... ama en azından şimdi Fred’in bundan sonra ne yapacağına karar verebilmesi için biraz zamanı vardı ve bu zamanı iyi değerlendirmeliydi. Bir konu tartışma götürmezdi: eğer annesi uyandığında Ty yanında olursa, Judy çok daha mutlu olacaktı. Asıl soru, Ty’ı mümkün olduğunca çabuk nasıl bulacağıydı.

İlk aklına gelen, Ty’ın arkadaşlarının evlerini aramak oldu. Kolay olurdu; arkadaşlarının, Judy’nin yana yatık düzgün el yazısıyla yazdığı numaraları, itfaiyenin, polisin (eski bir dost olan Dale Gilbertson’un özel hattı da dahildi) ve French Landing Kurtarma Bürosu’nun numaralarıyla beraber buzdolabının üzerine yapıştırılmıştı. Ama bir an sonra bunun ne kadar kötü bir fikir olduğunu fark etti. Ebbie’nin annesi ölmüştü, babası da saygısız bir morondu... Fred onunla bir kez karşılaşmıştı ve o bir kez, yetmiş hatta artmıştı. Fred karısının “ insanlara “aşağı sınıf gibi etiketler yakıştırmasından hoşlanmazdı (bir keresinde ona kendini ne sanıyorsun? diye sormuştu. Bir kraliçe mi?) ama Pete Wexler, karısının yaptığı tanıma kesinlikle uyuyordu. Çocukların nerede olduğunu bildiğini ya da umursadığını sanmıyordu.

Bayan Metzger ve Ellen Renniker biliyor olabilirlerdi -çocukların nerede olduklarını- ama çocukluğunda yaz tatilinin tadını nasıl çıkardığını anımsadı, tüm dünya ayaklarının altına serilirdi. Gidilecek binlerce yer vardı -belki de bilmiyorlardı. Çocukların Metzgerlarda ya da Rennikerlarda öğle yemeği yiyor olması da bir olasılıktı (yemek vakti yaklaşmıştı) ama bu küçük ihtimal yüzünden iki kadını korkutmaya değer miydi? Çünkü akıllarına ilk gelenin yamyam katil olacağı, Tanrı’nın küçük balıkları yarattığı kadar su götürmezdi... Balıkçı’nın yakalayacağı balıklar.

Karısının yanına tekrar oturduğunda içinde oğlu için ilk gerçek endişe kıpırtılarını hissetti ama bu duyguyu hemen uzaklaştırdı. Kendini bu safsatalara kaptırmanın zamanı değildi. Karısının ruhsal sorunlarıyla oğlunun güvenliği arasında -kendi aklındaki hariç- bir bağ olmadığını unutmamalıydı. Şimdi yapması gereken, Ty’ı sağ salim eve getirmek ve korkularının yersiz olduğunu karısına göstermekti.

Fred yatağın başucundaki saate baktığında on biri çeyrek geçtiğini gördü. Eğlenirken zaman nasıl da uçup gidiyor, diye düşündü. Judy hafif bîr horultuyla nefes aldı. Bir kadından beklenebilecek, çok hafif bir sesti ama Fred yerinden sıçradı. Onu Ty’ın odasında bulduğunda nasıl da korkmuştu! Hâlâ dehşet içindeydi.

Ty ve arkadaşları öğle yemeği için buraya gelebilirlerdi. Metzgerlarda pek yiyecek olmadığı, Bayan Renniker da çocukların “kusmuk” adını verdikleri bir çeşit gri etli makarnadan başka bir şey pişirmediği için sık sık buraya geldiklerini Judy söylemişti. Judy onlara sevdikleri çorbalardan ve salamlı sandviçler yapardı. Ama Ty’ın onlara kasabanın kuzeyindeki McDonald’s’da ya da ellili yıllar tarzında dekore edilmiş ucuz Sonny’s’Cruisin’ Restoranı’nda yemek ısmarlayacak kadar parası vardı. Ve Ty ısmarlamak konusunda hiç gönülsüz davranmazdı. Cömert bir çocuktu.

“Öğle yemeğine kadar bekleyeceğim,” diye mırıldandı. Yüksek sesle düşündüğünün farkında değildi. Derin bir uykuya dalan Judy’yi rahatsız etmiyordu. “Sonrada...”

Sonra ne? Tam olarak bilemiyordu.

Aşağı indi, kahve makinesinin düğmesine bastı ve işyerini aradı. Ina’ya Judy’nin hasta olduğunu söyleyerek, o gün işe gelmeyeceğini Ted Goltz’e haber vermesini rica etti. Üşütmüş, dedi, midesi kötü, istifra ediyor. O gün görüşeceği müşterilerin isimlerini saydı ve Otto Eisman’ın onlarla ilgilenmesini istedi. Bu, Otto’nun çok işine gelecekti.

Ina ile konuşurken aklına bir fikir geldi ve görüşmeleri bittikten sonra Metzgerları ve Rennikerları aradı. Metzgerları aradığında karşısına telesekreter çıkınca mesaj bırakmadan telefonu kapadı. Ama Ellen Renniker telefonu ikinci çalışta açtı. Sesinin normal ve neşeli çıkmasına çalışarak -ki bu onun gibi usta bir satıcı için hiç zor değildi- Bayan Renniker’dan, çocuklar öğle yemeği için oraya giderlerse Ty’a evi aramasını söylemesini rica etti. Sesi, ona güzel bir haber verecekmiş gibi neşeliydi. Ellen Ty’ı görürse hatırlatacağını, ama o sabah evden çıkarken T.J.’in cebinde dört ya da beş dolar olduğunu, bu yüzden onu akşam yemeğine kadar görmeyi beklemediğini söyledi Fred’e.

Fred tekrar üst kata çıktı ve Judy’yi kontrol etti. Parmağını bile kıpırdatmamış uyuyordu. Bu iyiye işaret olmalıydı.

Hayır. İyi olan hiçbir şey yoktu.

Durum artık kontrol altında -bir nevi- olmasına rağmen Fred’in korkusu yok olmuyor, gittikçe derinleşiyordu. Kendi kendine Ty’ın arkadaşlarıyla olduğunu söylemesi artık işe yaramıyordu. Güneşli, sessiz ev ödünü patlatıyordu. Ty’ın orada, sağlıklı bir şekilde gözünün önünde olmasını artık sadece karısının iyiliği için değil kendisi için de istiyordu. Çocuklar nereye gitmiş olabilirlerdi? Gidebilecekleri yer yoktu...

Elbette, bir yer vardı. Magic kartları satın alabilecekleri bir yer. Oynadıkları aptalca, anlaşılmaz oyun için aldıkları kartlar.

Fred Marshall aceleyle tekrar aksağı indi, rehberi eline alıp sarı sayfalarda 7-Eleven’ın numarasını bulduktan sonra aradı. French Landing’de yaşayan çoğu insan gibi Fred de haftada dört beş kez -bir kutu kola ya da portakal suyu için- 7-Eleven’a uğrardı. Telefonu açan Hintli tezgâhtarın neşeli ses tonunu tanıdı, ismini hemen hatırlamıştı: Rajan Patel. Mümkün olduğunca çok ismi akılda tutmak, satıcılıktaki en eski kurallardan biriydi. Burada da işe yaradığı kesindi. Fred’in ona Bay Patel, diye hitap etmesi üzerine tezgâhtar hemen dostça, yardıma hazır bir havaya büründü. Ne yazık ki verebileceği pek fazla bilgi yoktu. Bir sürü çocuk gelmişti. Magic kartları, ayrıca Pokemon ve beysbol kartları alıyorlardı. Bazıları aldıkları kartları dışarıda değiş tokuş ediyordu. O sabah bisikletleriyle gelen üç çocuğu hatırlıyordu. Meyve suyu ve kartlar almışlar, sonra dışarıda bir konu hakkında tartışmışlardı (Rajan Patel, onları hatırlamasının ana nedeni çocuklardan birinin küfürlü konuşması olduğu halde bundan Fred’e bahsetmedi). Çocuklar bir .süre sonra dükkânın önünden uzaklaşmışlardı.

Fred ne zaman fincana koyduğunu hatırlamadığı kahvesinden bir yudum aldı. Huzursuzluk, bir örümceğin ipeğimsi ağı gibi beynini sarıyordu. Üç çocuk. Üç.

Bu hiçbir şey ifade etmiyor, biliyorsun, değil mi, dedi kendi kendine. Evet, biliyordu, ama aynı zamanda da bilmiyordu. Bir nezle mikrobu gibi Judy’nin çılgınlığından kapmış olduğuna inanamıyordu. Bu sadece... şey... çılgınlıktı, lanet olası.

Patel’den çocukları tarif etmesini istedi ve Patel yapamayacağını söylediğinde de pek şaşırtmadı. Galiba çocuklardan biri biraz şişmancaydı ama bundan bile pek emin değildi. “Üzgünüm ama gün içinde buraya öyle çok çocuk geliyor ki, hepsini hatırlama^ zor,” dedi. Fred ona anladığını söyledi. Evet, anıyordu ama bu, içindeki huzursuzluğun kaybolmasına yardım etmiyordu.

Üç çocuk. Dört değil, üç.

Öğle yemeği vakti gelmişti ama Fred kendini hiç aç hissetmiyordu. Evin, tüyler ürpertici, güneşli sessizliği sürüyor, örümcek ağlarının beyninde kapladığı alan genişliyordu.

Dört değil, üç çocuk.

Eğer Bay Patel’in bahsettiği grup Ty’ın grubuysa şişmanca olan çocuk Ebbie Wexler olmalıydı. Asıl soru, diğer ikisinin kimler olduğuydu. Ve hangisi eksikti? Hangisi tek başına etrafta dolaşacak kadar aptaldı?

Ty gitti. Gorg onu büyüledi ve abbalah onu aldı.

Delice zırvalar, şüphesiz... ama Fred’in kollarındaki tüyler bu düşüncesine rağmen diken diken olmuştu. Kahve fincanını gürültüyle masanın üzerine koydu. Kırılan camları temizleyecekti, evet yapacağı buydu. Bu bir sonraki adımdı, o konuda şüpheye yer yoktu.

Mantıklı olan adım, asıl adım, diye fısıldadı beyninde bir ses, Fred merdivenleri tırmanırken, sesi hemen uzaklaştırdı. Polis karakolunun, çocuklarını bir iki saatliğine kaybederek histeriye kapılmış anne babaların aramaları yüzünden son zamanlarda tımarhaneye döndüğünden emindi. Dale Gilbertson’u son gördüğünde zavallı adam, duyduğu endişeyle çökmüş ve neşesizdi. Fred çözüm yerine sorunun bir parçası olmak istemiyordu. Ama yine de...

Dört değil, üç.

Çamaşır odasının yanındaki malzeme dolabından süpürge ve faraşı çıkardı ve yerdeki cam kırıklarını süpürmeye başladı, işi bitince tekrar çıkıp Judy’yi kontrol etti, hâlâ uykuda olduğunu (görünüşe bakılırsa hiç olmadığı kadar derin uyuyordu) görünce Ty’ın odasına geçti. Ty odasını o halde görecek olursa çok üzülürdü. Annesinin sarhoş gibi gezmesinden çok daha büyük sorunları olduğunu düşünürdü.

Bu konuda endişelenmene gerek yok, diye fısıldadı beynindeki ses. Odasını görmeyecek. Ne bu gece, ne de bir başka zaman. Gorg onu büyüledi ve abbalah onu aldı.

“Kes şunu,” dedi Fred kendi kendine. “İhtiyar bir kadın gibi davranmayı bırak.”

Ama ev fazlasıyla boş, doğal olmayacak kadar sessizdi ve Fred Marshall korkuyordu.

Tyler’ın odasına çeki düzen vermek Fred’in sandığından uzun sürdü; karısı ortalığı ciddi anlamda dağıtmıştı. Onun gibi ufak tefek bir kadın içinde nasıl böylesine bir güç barındırabiliyordu? Bu deli kuvveti dedikleri miydi? Belki, ama Judy’nin deli kuvvetine ihtiyacı yoktu. Aklına bir şeyi koydu mu, adeta durdurulması imkânsız bir makine olurdu.

Odadaki işini bitirdiğinde aradan iki saat geçmişti ve tek belirgin iz, İrlanda posterinin eskiden asılı olduğu yerde, duvar kâğıdının yırtılmasıyla oluşan dikkdörtgen boşluktu. Ty’ın çarşafı tekrar geçirilmiş yatağına oturan Fred, o noktaya ne kadar uzun süre bakarsa, duvardaki beyaz boşluğun, yırtılan deri parçalanmış etler arasından görünen kemiğe benzeyen görüntüsüne tahammül edemediğini hissetti. Kan izlerini silmişti ama Judy’nin tırnaklarının bıraktığı çizikler için yapabileceği bir şey yoktu.

Yapabileceğim bir şey var, diye düşündü. Evet, elbette var.

Ty’ın odasında, Judy’nin uzak bir akrabasından miras kalan maun bir şifoniyer vardı. Büyük, tek parça mobilyayı yerinden oynatmak tek kişinin harcı değildi ama o şartlar altında Fred’in bu ağır yükün altına girmekten memnun bile olduğu söylenebilirdi. Zemini çizmesini engellemek için altına.eski bir halı parçası koyduktan sonra şifoniyeri odanın karşı tarafına çekti. Duvara dayadığında, posterin ardında kalan boşluğun büyük bir bölümünü kapattığını gördü. Çıplak bölüm gözler önünden kalkınca Fred kendini biraz daha iyi hissetmişti. Delilik sınırından uzaklaşmıştı. Ty öğle yemeği için eve gelmemişti ama Fred geleceğini pek ummuyordu zaten. En geç dörtte evde olurdu. Akşam yemeğinden önce mutlaka gelirdi. Kesinlikle gecikmezdi.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin