Osmanlı-Rus Savaşı1



Yüklə 8,72 Mb.
səhifə137/193
tarix27.12.2018
ölçüsü8,72 Mb.
#87611
1   ...   133   134   135   136   137   138   139   140   ...   193

Aslında bu yoldaki çabalar daha II. Mahmud döneminde başlatılmış, modern ve halkı ezmeyen, kişilerin malî gücüyle orantılı, keyfîliği engelleyici bir düzene geçilmesi düşünülmüş ve buna dair bazı çalışmalar da yapılmış idi.10 Bütün bunlar en azından bir kısım Tanzimat bürokratları tarafından da benimsenmekteydi. Zira gerçekten o zamana kadarki uygulamalar vergilendirme işleminde yöneticilerin yolsuzluk yapmalarını kolaylaştırıcı unsurlar ihtiva etmekteydi.

Usûl gereğince bir vilayetin “devlet maslahatı” sayılan her türlü işlerindeki harcamaları, ahali tarafından yılda iki defa tevzi edilen vergilere dahil idi. Yani o vilayete her türlü ferman, buyrultu getirip götüren mübaşirlerin masraflarından bir sefer için yollanacak askerlerin harcırahlarına; nakledilecek mühimmat masraflarından devlet adamlarının kalacakları konakların mefruşatına; surre-i hümayuna yapılacak katkıdan valilerin teftiş sırasındaki harcamalarına değin çok farklı türdeki giderleri, yerel yetkililer halkın ortak yükümlülüğü olarak belirlemekte ve vergi ödeme dönemlerinde tevzi defterlerine dahil ederek mükelleflerden tahsil etmekteydiler. İşte bu sırada büyük çapta yolsuzluklar meydana gelirdi. “Masraf” kavramının başı sonu belli değildi. Meselâ vali bir yere gittiği zaman önceden enderun ağalarından biriyle “zahire kabı”nı göndererek, âdet gereğince, adamlarının barınma ihtiyaçlarının karşılanması için gereken konakların hazırlanmasını ve “üç günlük” zahirenin de temin edilmesini emretmekteydi. Meselâ Canik’in teftişinden

dönen Trabzon Valisi Salih Paşa’nın Akçaabât’taki misafirliği sırasında yapılan ve mahallî yetkililer tarafından tevzi defterlerine dahil edilen harcamalar arasında, valiye çamaşır ve torununa tüfek hediye edilmesi gibi kamu hizmeti ile hiçbir alakası olmayan masraflar da vardı.11 Bu yolsuzluklar şehirlerde, kazalarda, aşiretlerde, hemen her kademede adeta olağan hale gelmiş idi. Yerel yöneticilerin çabalarıyla yolsuzluğun boyutları daha da genişlemekteydi. Meselâ Boynuincelü aşireti beyleri, kendi kendilerine “mukataa malına zam olundu” diyerek yüklü miktarda vergi aldıktan başka; “masraf”, “irâd”, “kaftan akçesi”, “izinname akçesi” adıyla para aldıkları gibi, davacıları olmadığı halde “sen filan kabahati işlemişsin” diyerek mübaşir yollayıp insanları sorgusuz sualsiz zincire vurdurup sonra da “hizmet-i mübaşiriye”, “zincir akçesi” ve “başçavuş hizmeti” adıyla 80-100 kuruş almaktaydılar.12

II. Mahmud döneminde vergi toplanması sırasında memurların yaptıkları yolsuzlukları önlemek için tevzi defterlerine dahil edilecek harcamaların gerçekten yapılıp yapılmadığının, harcama yerlerinin devlet işi olup olmadığının merkezden denetlenmesi, bir çözüm olarak düşünüldü. Bunun sebebi, “sancak masrafı” diye yöneticiler tarafından haddinden fazla meblağ tevzi defterlerine sokuşturulurken, bu masrafların kanunîliğini denetlemekle yükümlü olan kadı veya naiplerin, toplam miktar üzerinden “harc-ı defter ve imza” adıyla pay almalarından dolayı duruma seyirci kalmalarıydı. Bizzat padişaha da bu yolda şikâyetlerin intikal ettiğini gönderdiği bir fermandan öğrenmekteyiz. Sultan bu şikâyetler üzerine bizzat tahkikat yaptırdığını ve şikâyetlerin doğru olduğunu tespit ettiğini belirterek yetkilileri uyarmıştır. Bu amaçla vilayetlerdeki bütün vezir, müşir, vali, kadı, naip, mütesellim, voyvoda, ayân ve memleket ileri gelenlerine hitaben gönderilen Evasıt-ı Muharrem 1246 (2-11 Temmuz 1830) tarihli fermanda özetle şöyle denilmektedir: Bütün kaza ve vilayetlerin işleri için meydana gelen masraflar, mahkeme ve cümle marifetiyle hesaplanarak imzalı ve mühürlü defterlere kaydedilip İstanbul’a takdim edilecek. Merkezde ilgili memurlar marifetiyle gerekli inceleme yapılarak gerçek masrafların miktarı tespit edilecek ve bunların tahsiline ruhsat verildiğine dair ferman, söz konusu defter ile birlikte mahalline gönderildikten sonra verginin kaza ve köy halkına taksim edilmesi mümkün olabilecektir. Bu arada bazı hakim ve ayânların nizama aykırı olarak, kendi menfaatleri için “aralık tevzii” adıyla haksız yere ahaliden bir hayli ilave akçe aldıklarından ve böylelikle zulüm yaptıklarından söz edilerek, getirilen düzenlemeye uyulması sıkı sıkıya tembihlenmekteydi. Fermanda bahsedilen suçun tekrar edilmesi halinde; “Bu defa olduğu misüllü yalnız tenbih ve te’kid ile iktifâ olunmayup cesaret eden ve ruhsat verenlerin bilâ-imhâl te’dîb ve gûşmâllerine ibtidâr olunacağı muhakkak ve musammem” olacağı ifade edilmekteydi. Padişah, fermanın son bölümünde kendisine Allah emaneti olan fakirlerin, zayıfların, acizlerin ve reayanın mezalimden himayesi ile refah ve istirahatlarının sağlanmasının asıl isteği olduğunu belirterek, bütün memurların bu hususlara riayet etmelerinin görevlerinin esası olduğunu hatırlatmaktaydı. Bu fermandan yaklaşık altı ay sonra yine aynı konuda bir fermanın daha vilayetlere gönderildiği anlaşılmaktadır. Evail-i Ramazan 1246 (13-22 Şubat 1831) tarihli fermanda yer alan ifadelerden 1828-1829 Türk-Rus Savaşı’ndan önce tevzi defterlerinin İstanbul’a gönderilip uygulanması için onay alınması usûlünün başlatıldığını, fakat araya seferin girmesiyle işin lâyıkıyla takip edilemediğini anlamaktayız.

Bu arada sefer dolayısıyla savaş alanlarına gidecek olanlara bir gecelik yem ve yiyecek verilmesi konusundaki emrin de, seferin bitmesi sebebiyle artık feshedildiği, kazalardan geçip gidecek olan memurlara sudan başka ücretsiz bir şey verilmemesi, tevzi defterlerinde bu türlü usûlsüz harcamalar olduğunda yetkililerin mesul tutulacağı tekrarlanmaktaydı. Benzer içerikte çok sayıda fermanın çıkmış olması padişahın titizliğini göstermesi kadar uygulamadaki başarısızlığı da ortaya koymaktadır. Şüphesiz bu başarısızlıkta bizzat tekâlif-i örfiyenin istismara çok elverişli özellikler ihtiva etmesinin rolü büyüktü.

Bu dönemde sancak masraflarının tümü halk tarafından karşılanmaktaydı. Dolayısıyla hangi hizmetin kaça yaptırılacağı konusu mahallî yetkililerin insafına terk edilmişti denilebilir. Meselâ ferman ve buyrulduları getirip götürenlere “hizmet-i mübaşiriye” adıyla ayak kiralarına, ikametlerine, zahmetlerine mukabil bir miktar ücret ödenmesi icap etmekteydi. Buna karşılık bir sancakta, mübaşiriye adıyla yılda ne kadar masraf yapılacağı belli değildi. Yine mübaşirlere ne kadar ücret verileceği de net olarak belirlenmiş değildi.13

Memur kadrosunun yolsuzluğuna son vermek amacıyla resmî dairelerdeki bazı geleneklere de II. Mahmud zamanında son verildi. Özellikle bu çeşit tedbirler merkezde yoğunluk kazanmaktaydı. Meselâ 1835 yılında yayınlanan bir fermanda israfa ve rüşvete karşı alınacak tedbirler belirtilerek, memurların yanlarında fazla uşak bulundurmaları, resmî dairelerde kahve ikram edilmesi, hademelerin iş takibi yapmak için rüşvet almaları yasaklanmıştı.14

Tanzimat’la birlikte memurlara maaş tahsis olunmasıyla, en azından bunların gittikleri yerlerde artık ücret-

siz yem ve yiyecek talebinde bulunmamaları sağlanmak istendi. Yeni düzenleme ile halkın üzerinden bu tür masraflar kaldırıldı. Şüphesiz memurlara maaş tahsisi önemli bir yenilikti, fakat malî sıkıntı yüzünden bir anda bütün memurların maaşa bağlanması mümkün değildi. Böylelikle bazı eski uygulamaların yürürlükte kalması tercih edildi. O sırada görevlilerin gelirlerinin halktan karşılanması yolu yine benimsendi, yalnız bu sefer halkın vereceği miktarın standart olması kararlaştırıldı. Hazırlanan fermanlarla, devletçe belirlenen yıllık gelirlerini temin eden valilerin ya da diğer görevlilerin, halktan keyfî olarak para toplamaları, hediye ve benzeri şeyleri kabul etmeleri, hayvanlarına yem aldırmaları yasaklandı.15 Fakat tatbikatta bu yasaklamanın pek de sağlıklı uygulanmadığı anlaşılmaktadır.16

Özellikle meccanen yapılan hizmetlerde bu tür suiistimallerin çok daha geniş boyutlara ulaşabildiğini görmekteyiz. Yaptığı hizmet karşılığında devletten herhangi bir maaş almayanlar, halktan yeni adlarla vergi alıyorlardı veya topladıkları vergileri zimmetlerine geçiriyorlardı. Bu türdeki en önemli kamu görevi kaza müdürlükleri idi. Mart 1842’den itibaren yapılan uygulamaya göre Tanzimat’a dahil edilen yerlerde her kazanın ileri gelenleri toplanarak içlerinden birini müdür seçmekteydiler. Mevzuata göre müdürlük görevini yürütecek olan kişinin dürüst, güvenilir, halk tarafından sevilen şahsiyetler olmasına dikkat edilmeliydi. Yalnız kazaların durumuna göre bazen halkın istediği kimseler müdür seçilirken, zaman zaman vali ya da kaimmakamların inisiyatifleri altında atamalar da yapılabilmekteydi. Müdürlük tayini merkezin onayıyla kesinleşmekteydi.17 Müdürlük hizmeti karşılığında devlet tarafından herhangi bir ödeme yapılmazdı, hizmet meccanen yürütülmekteydi.18 İşte hizmetin ücretsiz yapılması ve göreve atanacak kimselerin çekirdekten yetişme devlet memurları olmayışları yüzünden, başka birimlere nazaran buralarda suiistimaller daha fazlaydı.19

Zimmete para geçirme işi özellikle kaza statüsünde olan aşiretlerde daha yaygındı. Hükümet otoritesinin daha zayıf olduğu bu kesimlerde görevli ağalar ve kethüdalar, zaman zaman devlet görevlileriyle de irtibat kurarak, onlara rüşvet ve hediye vermek suretiyle işlerini yürütmekteydiler.20 Görevlilerin yüklü miktarda rüşvet, hediye ve saire istedikleri; talepleri karşılanmadığında aşiret beylerini ve mensuplarını cezalandırdıkları, bu çeşit haksızlıklardan kurtulmak isteyen halkın ise çareyi kaçmakta buldukları görülmektedir. Bir misâl verelim: 1843 yılında Umranlu, Türkânlu, Atamanlu gibi aşiretlerden 1.600 hâneden fazla nüfus, Esbkeşân taraflarına iskân ettirilmişti. Fakat bunlar daha sonraki yıllarda dağılarak yeniden göçebeliğe döndüler. Merkezden yapılan araştırmaya göre bunun en önemli sebebi; valinin bazı baskı ve zulümleri ile aşiretlerden akçe, hediye ve at almayı âdet haline getirmesiydi.21 Zaman zaman aşiret beylerinin, vali, mutasarrıf veya diğer görevlilere para ya da at hediye ederek onların gönüllerini hoş tuttukları; buna mukabil verdiklerinin kat kat fazlasını ahaliden tahsil ettikleri anlaşılmaktadır.22

Memurlardan kaynaklanan bu tür problemleri çözmek isteyen hükümet, 1846 yılında vilayetlerden görüş istedi. Bozok Mutasarrıfı Münib Paşa verdiği cevapta, özellikle kazalarda görevli olanların zulümlerine değinerek, köylüden aşâr toplama işinin “köy bitirme beliyyesi” haline dönüştüğünü vurguladı. Mülkî düzenlemeler dolayısıyla bazı eski usûllerin men’ edildiğine, ancak görevlilerin yine aynı adamlar olduğuna dikkat çeken Münib Paşa şöyle demekteydi: “Ekseri ve belki kâffesi mahalleri meclisinin a’zâ ve vücûhu ve kazalarının müteayyinân ve müdürü olduğu ve bunlar eski usûllere alışmış ve celb-i menâfi kaziyyesini kendilere hasr etmiş adamlar olduğu cihetle a’şâr maddesi fesâddan ve ahâli-i fukarâ hasârdan henüz vâreste olamamış ve bunların zâbıta-i ekîde tahtına idhâli lâzimeden (dir) … Bu misüllü mezâlimin def’i gönderilen evâmir-i aliyye ve sâir ile tenbîh olunmuş ise de ol makuleler âdet-i mekr ve hilelerin terk etmemiş idüğü.”

Yolsuzluk işlerinde müdürlerin yalnız olduklarını söylemek elbette yanlıştır. Bunlar bir ekip olarak görev yapmaktaydılar. Yolsuzlukların yaygınlığının en önemli sebebi, müdürlerin eşraftan olmalarının yanında, kaza idare meclisi üyeleri ve kadı nâipleri ile birlikte hareket etmeleriydi. Bu durumu yönetici kadronun da bildiği anlaşılıyor. Konya Valisi Sami Paşa’nın belirttiğine göre kaza meclislerindeki azaların ekseriyeti “müdür bulunanların rey ve intihâbıyla tayin olunduğundan aza-yı merkûmun dahi mücerred tezvîc-i meramlarına medâr-ı nüfûz ve takviyet olmak üzere ehliyetli ve ehliyetsiz yerliden bazılarını mazbata ve arz ve mahzar ve inhâ ile kazalarına nâib nasb ettirerek kendilerine uydurmakda ve bu suretle umûr-u mülkiye ve maliyece mazarrat-ı adideyi istilzâm eylemekte” idiler. Aynı şekilde kazalardaki mal sandıklarının başında bulunan ve devletin gelir kaynağını koruması gereken kişilerin de müdürlerle beraber yolsuzluk işlerine bulaştıkları anlaşılıyor. Bu konuda yi-

ne Konya Valisi; “Sandıkdâr bulunanların maaşsızlık serriştesiyle sandık masârifi namıyla akçe uyuşdurmak ve sandığa gelen akçeden hîn-i ta’dâdda noksan getirmek misüllü hiyanete cür’etleri rivayet olunmakda olduğuna… bunların mal-ı mirîyi zimmetlerine geçirmek ve sandık masârıfı namı ve nam-ı ahar ile tevzî-i zam eylemek ve bu bâbda müdürlerin bir gûne irtikâbı vukuunda haber vermemek ve hîn-i ta’dâdda akçeyi noksan getirmek gibi halâta cür’etlerinde haklarında kanunen tahdid olunacak muamele-i te’dîbiyenin” icrasını istemekteydi.

Silistre müşiri merkezden sorulan soru üzerine yolladığı cevabî yazısında, kaza müdürlüklerine eyaletlerin ve sancaklarına merkezinde olan ve civardaki mahallerin keyfiyetlerini bilen kavi kefilli kimselerden tayin edilmesini teklif etti. Ayrıca bunlara kazalarının mevkiine ve büyüklüğüne göre birer miktar maaş tahsisi ile tahsis olunacak maaşın her kazanın vergisine ilavesi veya hazineden karşılanmasını istedi. Ona göre bu maaş tahsisi maddesi yolsuzluğa meyilli bulunanları yola getirecektir. Benzer görüşler Üsküp Valisi Selim Paşa, sabık Sivas Valisi Esad Paşa, Kastamonu, Ankara ve diğer bazı sancakların mutasarrıflarınca da tekraralanmaktaydı.23

Tanzimatçılara göre, memurlara doğrudan hazineden miktarı belirli bir maaş verilmesi halinde, onların tahsildarlıkla ilgileri kalmayacak ve zimmete para geçirmeleri mümkün olmayacaktır. Bunun için ilk olarak sancaklarda ve vilayetlerde vergi toplama işi kadılardan ve valilerden alınarak “muhassıl” denilen görevlilere verildi. Böylelikle mülkî memurların tahsildarlıkla ilişkileri kesildi. İlerleyen yıllarda bütçe imkânları doğrultusunda bütün kaza müdürlerine maaş tahsis edilmesine gayret gösterildi. Bu şekilde onların daha iyi hizmet edecekleri düşünüldü.24

Vergi ile bağlantılı olarak fermanda iltizâma da yer verilerek tahripkâr ve zararlı bir usûl olarak nitelendirilmektedir. Bu yöntemle memleketin siyasî ve malî işlerinin bir adamın eline ve belki de kahredici pençesine teslim edildiği vurgulanarak, dürüst olmayan mültezimlerin daima halka zulmettikleri belirtilmektedir. İltizâm usûlü önceleri birkaç kalem gelire özgü iken XIX. yüzyıla gelindiğinde tımar gibi alanlara dahi yayılmıştı. Bu yayılmada; daha da zenginleşmek isteyen sermaye sahipleri, yüksek dereceli devlet memurları, ulemâ, tefecilikle uğraşan gayrimüslimler, tüccarlar, ikinci bir iş olarak iltizâma yönelen askerler rol oynamışlardı.25 Mültezimler olabildiğince fazla kâr peşinde olduklarından zamanla pek çok yolsuzluklara karıştılar. Silahlandırdıkları adamları vasıtasıyla gittikçe devlet içerisinde devlet oldular; vergi tahsil ve takip işi bir sektör haline geldi. Yabancı gözlemcilere göre bu yolla köylüden normalinden fazla para çıkıyor, ama hazine oldukça az miktarda gelir sağlıyordu.26 Bütün bu işlerde bizzat üst düzey görevliler önemli rol oynamaktaydılar. Cevdet Paşa şunları anlatmaktadır: “Mültezimlerden biri bir sarraf aracılığıyla herhangi bir yerin iltizâmını kabul edebileceğini nüfuzlu bir zata söyler ve aralarında pazarlık yapılırdı. O nüfuz sahibi de vükelâdan bir tanıdığına durumu aktarır, sonuçta ihale düşük bedelle gerçekleştirilirdi. İlgili şahıslar da külliyetli akçe kazanırdı ki, devlet adamlarının çoğunluğu bu işlere bulaşmıştı.27 Aslında iyi bir teşkilât kurarak vergiyi bizzat devlet toplasa hem bütçe açıkları bertaraf edilecek, hem de köylünün mağduriyeti son bulacaktı.” Bu düşüncelerle Mart 1840’tan itibaren iltizâmın kaldırıldığı ilan edildi. Ancak Tanzimatçıların iyi niyetlerle giriştikleri bu uygulama mültezimlerin ve onlarla işbirliği halindeki memurların kurnazlıkları ve dirençleri yüzünden ilk plânda başarısızlıkla sonuçlandı.28 Esasında sistem bütünüyle bozuk işliyordu. Buna tepki gösteren Diyarbekir valisinin şu sözleri dikkat çekicidir: “Dürüst olmayı teşvik eden hiçbir şey yok… Âdil bir yöneticilik yapmaya kalksam öbür paşaların hepsi karşımda birleşir ve kısa sürede yerimden olurum; rüşvet almasam hiçbir şey satın alamayacak kadar fakirleşirim.”29

İki örnek daha aktaralım: Kerkük mütesellimi Neftçioğlu Ahmed Bey’in halka zulüm yaptığının bir mazbata ile Bağdat’a bildirilmesi ve zimmetinde de hazine parası olduğunun anlaşılması üzerine kendisi azledilerek yerine valinin adamlarından olan Kapucubaşı Talât Ağa tayin edilmişti. Azledilmeyi hazmedemeyen Ahmed Bey, yanına topladığı adamlarıyla birlikte karışıklık çıkarmış, yeni mütesellimin konağına saldırmıştır. Meydana gelen çatışmalardan sonra yakalanan Ahmed Bey ve bazı adamları Basra’ya sürülmüşlerdir.30 Cizre Kaimmakamı Mustafa Paşa, mukataaları bölgenin önde gelen ailelerine ihale edip hasılatın yarısını istemesi ve fazla vergi alması yüzünden azledilmişti.31

Memurların sebebiyet verdikleri problemler sadece maddî konulardan ibaret değildi. Bizzat memur kalitesi de oldukça düşük olup olumsuzlukları bir kat daha artırmaktaydı. Meselâ Bozok ve Kayseri kaimmakamı olan Derviş Ali Paşa’nın gayet ümmî ve cahil olduğu, bütün işleri bir kâtibin eline bıraktığı, burada daha yetenekli birisinin görevlendirilmesi gerektiği 30 Aralık 1845 tarihli olarak Sivas valisi ile defterdarınca müştereken hükümete iletilmişti ki, bunun yerine Celâleddin Paşa tayin olunmuştu.32 Bunun gibi çok sayıda örnek vermek mümkündür. Problem, sanayi inkılâbının yaşandığı bir çağda Osmanlı memurlarının yetiştirilmesine yönelik eğitim hizmetlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktaydı. Özellikle genel anlamda devlet, toplum, bilim ve

teknoloji, yabancı ülkeler ve politikaları hakkında yeterli bilgi verilmemekteydi. Hatta Osmanlı memleketlerinin, bırakalım özel durumlarını, genel nitelikleri dahi ancak gezilerek yani amelî surette öğrenilebilmekteydi. Gerçekten de bürokraside görev alan memurlar eğitim hizmetlerine daha erken tarihlerde ara vererek kâtiplik hizmetine geçenlerdi. Kalemiyede çıraklık sistemine benzeyen bir eğitim süreci mevcuttu ve adeta artık çağın özelliklerine ayak uyduramayan lonca sistemini andırmaktaydı. Ailesi tarafından mektebi henüz bitirmiş olan ve küçük yaşta bir büroya şakirt olarak verilen çocuk, oradaki usûlleri, amirlerinin direktifleri ile öğrenerek amelî bir eğitim süreci sonunda üst makamlara tırmanabilmekteydi.33 Öte yandan genellikle memurların çocukları babalarının dairelerinde çıraklığa başladıklarından, kalemiye görevi çoğu zaman babadan oğula intikal edebilmekteydi. Meselâ 1768-1836 yılları arasında görev yapan 39 reisü’l-küttâbtan %80’inin babası yönetici zümreye mensuptu.34

Bu tarz bir eğitim sürecinin oldukça gelenekselleşmiş hale gelen kâtiplik adâbı, defter tutma, kanunname hazırlama, ferman ve resmî mektup yazma usûllerinin öğrenilmesinde faydalı olduğu düşünülebilir. Findley’in dediği gibi “Evrakların hazırlanması kâtiplerin işiydi ve bunda imparatorluğun o zamanki idarî sisteminin genel vaziyeti ile hayret verici bir çelişki oluşturacak kadar başarılıydılar. XVIII. yüzyıl İngiliz büyükelçilerinden biri olan Sir James Porter uzun tecrübelerine dayanarak meseleyi şöylece ortaya koyar: ‘Birçok dairede bulunan ihtimam ve hassasiyet açısından Babıâli ile boy ölçüşecek hiçbir Hıristiyan güç yoktur; herhangi önemli bir evrakta işler, en büyük bir incelikle yapılır, kelimeler tartılır, ifadeler özenle seçilir, bütün bunlar çoğunlukla kendi yararlarınadır… Babıâli’de işi hızlandırma eğilimi hissederlerse veya bu onlara uygun gelirse, hiç kimse bunu daha süratli bir şekilde yapamaz; bunun aksi bir durum söz konusu ise aynı ustalıkla işi uzatırlar veya geciktirirler.”35 Ancak yıllarca baba-oğul veya arkadaşlık ilişkisi içerisinde sürüp giden kalem arkadaşlığı, üst kademelere tırmanıldıkça gruplaşma olarak varlığını göstermekteydi.36 Bu uygulamanın doğal sonucu olarak tanıdıkların iltiması memuriyet kademelerindeki yükselmelerde en önemli unsur olmaktaydı. Tembel, gösteriş düşkünü, taklitçi, devlet işlerinde cahil olan memur sayısı az değildi. Hatta Tanzimat’ın adamları arasında yer alan ve daha ilkeli davranması beklenen üst düzey yöneticiler tarafından bu şekilde kayırılanlar bulunmaktaydı. Meselâ Fuad Paşa’nın bacanağı Kâmil Bey, Fransızcasının gülünçlüğüne ve kendisinin yeteneksizliğine rağmen Hariciye Teşrifatçısı ve 1867 yılında da Beyoğlu Altıncı Belediye Dairesi reisliğine tayin edilmişti.37

Geleneksel memur yetiştirme usûlü yüzünden Osmanlı bürokrasisinde anonimleşme ortaya çıkamamaktaydı. Gerçi II. Mahmud döneminde memuriyetin öğretildiği kurum olarak açılan Mekteb-i Adliye bu alanda önemli bir yenilikti, ancak memurları, amirlerine duygusal bağlılıktan kurtararak kamu hizmeti kavramıyla sınırlandıran anlayış özellikle Tanzimat döneminden sonra yaygınlık kazandı. Bununla birlikte yapılan bu teşebbüslerin çok da kısa sürede sonuçlar vermediğini belirtmek gerekir. Neticede memurların geleneksel eğitim sürecine bağlı olarak devlet kademelerinde görev almaları Tanzimat’ın ilanından sonra dahi yıllarca devam etti.

Modern memur yetiştirme usûlünün yeterince tatbik edilemeyişi sebebiyle pek çok kurumda görülen “tarz ve anlayıştaki ikilik” kalemiyede de kendini gösterdi. Özellikle başkentte ve diğer büyük şehirlerde iki tip memur vardı. Birincisi geleneksel değerlerle yeni anlayışı, Doğu ile Batı’yı hazmedip sentezlemeye gayret eden memur tipi, diğeri ise alaturkalıktan kurtulup yüzeysel bir alafrangalığa önem veren memur tipi. Türk halkının ve aydınlarının gözünde birincisi ideal görünen, ikincisi istihza ile karşılanan memur, hatta aydın tipi idi. Devrin edebî eserlerinde bu ikilemi yansıtan roman kahramanları hayalî olmayıp pek çok kurumda rastlanabilen şahsiyetler idi.

Bununla ilgili olarak verilebilecek en iyi örneklerden biri Ahmed Midhat Efendi’nin “Felâtun Bey ile Râkım Efendi” romanındaki iki kahramandır. Romanda Râkım Efendi, muhafazakâr değer yargılarına sahip, fakat batı kültürüne sırt çevirmemiş olan bir karakteri yansıtır. Râkım Efendi düşük gelirli bir aileye mensuptur. Rüştiyeden çıkıp hariciye kalemine girmiştir. Kendi gayretleri neticesinde Arapça ve Farsçayı öğrendiği gibi Fransızcayı da öğrenen, hadis, fıkıh ilimlerinin yanı sıra coğrafya, kimya, uluslararası ilişkilerle ilgili kitapları okuyan, vazife düşkünü ve Osmanlı Devleti’nin ihtiyacı olan memur tipidir. Felâtun Bey ise zengin, Rum ve Ermeni hizmetçileri olan alafrangalaşmış bir aileye mensuptur. O, moda ve gösteriş düşkünü olarak yetiştirilir. Düşkün bir ahlâk anlayışı, alay konusu olacak derecede Fransızcası olduğu, romanda sık sık konu edilir. Tembeldir ve görev yaptığı kaleme hemen hemen hiç gitmez.38 Onun bir günü romanda şöyle anlatılır:

“Cuma günü mutlaka bir seyir mahalline gidip cumartesi ise dünkü yorgunluğu çıkarır ve pazar günü seyir mahalleri alafranga olduğundan gitmemezlik edemez. Pazarın yorgunluğunu dahi pazartesi çıkarır. Salı günü kaleme gitmeğe hazırlanırsa da havayı muvafık görünce Beyoğlu’nun bazı ziyâret mahallerini, baba dostla-

rını, ahbâbı ve sâireyi ziyâret arzusu o günü dahi tatil ettirir. Çarşamba günü kaleme gidecek olursa saat altıdan dokuza kadar olan vakti ancak o haftanın vukuâtını hikâyeye bulabilip akşam için mutlaka iki dalkavukla gelir. Bunlar dahi kendisi gibi genç olacaklarından ve bâhusus Felâtun Beyefendi Beyoğlu’nda oturmak münâsebetiyle ahbâbını alafranga bir yolda eğlendirmek lâzım geleceğinden perşembe gecesini alafranga eğlence mahallerinde geçirir. O gece sabahlandığı cihetle perşembe günü akşama kadar uyunur. Nihâyet yine cuma gelir ve işte bu bir haftalık meşguliyet nasılsa diğer haftaların meşguliyetleri dahi yine nev’amâ onu andırır.”39

Ahmed Midhat Efendi’nin Felâtun Bey’in şahsında karakterize ettiği memur tipiyle Tanzimat reformlarının tatbik edilemeyeceği aşikârdı. Bu çeşit memurlar merkezde gayet iyi niyetlerle hazırlanmış olan fermanları uygulamamakta ya da uygulayamamaktaydı. Beceriksizlik, vurdumduymazlık, inisiyatif alamama yahut ta yeni uygulamalardan ötürü menfaatleri zedelenenlerle işbirliği içinde olunması yüzünden çoğu yenilik teşebbüsü kağıt üzerinde kalmaya mahkum olmaktaydı. Fermanın ilanının üzerinden epeyce zaman geçmesine karşılık, 1848’lerde de bu husustaki aksaklıklar devam etmekteydi. Merkeze daha uzak sancaklar bir tarafa Orta Anadolu’da memurlardan kaynaklanan usûlsüzlükler devam edip durmaktaydı. Nitekim Kayseri’deki İngiliz konsolosunun İstanbul’daki büyükelçiliğe yazdığı ve büyükelçiliğin de Babıâli’ye yolladığı 6 Teşrinisani 1848 tarihli yazıda Yozgat Kaymakamı Said Paşa ile oğlunun halka yaptıkları haksızlıklardan söz edilmektedir. Konsolos, Osmanlı Devleti’nin birçok yerinde bulunduğunu, fakat Yozgat halkı kadar haksızlığa uğrayan bir başka yer görmediğini, rüşvetin yaygınlaştığını, Said Paşa’nın oğlu kumandasında olan 1.500 kadar başıbozuk süvarinin halka ağır yük bindirdiğini, bu askerlerin yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak bahanesiyle halktan zorla zahire alındığını, hatta aşiretlerin on sene zarfında gördükleri zulümden daha fazlasını böylece gördüklerini, askerlerce alınan zahireye karşılık bir akçe bile bedel verilmediğini anlatmaktadır.40 Tanzimat’ın ilanından çeyrek yüzyıl sonra Kocaeli Mutasarrıfı Hasan Efendi, devrin şartlarına göre önemli bir meblağ olan altmış bin kuruşu zimmetine geçirmiş ve müfettişlik görevinde bulunan Ahmed Vefik Paşa tarafından durumun tespiti üzerine görevden alınmıştı.41


Yüklə 8,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   133   134   135   136   137   138   139   140   ...   193




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin