LAG f. Lâtife, şaka. * Oyun.
LAGAR f. Cılız ve zayıf hayvan.
LAGARÎ f. Cılızlık, zayıflık.
LAGB (LÜGÂB) Zahmet, meşakkat. * Güve yemiş kuş kanadı. * Zayıf adam.
LAGIB Acıkmış ve yorulmuş kişi.
LAĞIM Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara "lâğımcı" denilirdi. Sonradan bu türlü işlere "İstihkâm" denilmiş ve o ad altında askeri teşkilât yapılmıştır. * Kazurat ve çirkef sularının akmasına mahsus örtülü yol.
LAGİYE Edebe aykırı ve fena söz.
LAGLAGA (C.: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider.
LAGM İnanmayacak söz söylemek. * Bulaşmak.
LAGT Hafif hafif ses çıkarma. Mırıldanma.
LAGV Faydasız çirkin söz. * Köpeğin ürkmesi. * Deve avazı. * Rağbet olunmayan nesne. * Hükümsüz. * Kaldırmak. * Hata etmek. * İbtâl etmek.
LAGVİYYAT (Lagv. C.) Lağvlar. Boş sözler.
LAGY Avaz, ses, savt. * Yaramaz fuhuş sözler.
LAGZ Kayma, sürçme.
LAGZAN f. Kayan, sürçen.
LAGZİDE f. Kaymış, sürçmüş.
LAGZİDE-PÂ(Y) f. Ayağı kaymış. Ayağı sürçmüş.
LAGZİŞ f. Sürçme, kayma. * Kayış, sürçüş.-LAH : f. Kelimenin sonuna ilâve olunarak "yer" mânâsını verir. Meselâ: (Senglâh: Taşlık yer.)
LAH' (Gövde) sülpük ve sarkık olmak.
LAHA f. Yama.
LAHA Boş ve faydasız sözler konuşmak. * Ekmeği ıslatıp yemek. * Gıda. * Aldatıp kandırmak. * Karnın sarkık ve sülpük olması.
LAHAMET Semizlik, etlilik, şişmanlık.
LAHAN Bozulup kokmak.
LÂHAVLE (Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim" cümlesinin kısaltılmışı ki, "Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır." meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında veya sabrın tükendiğini açıklamak için söylenir.
LÂHAYR Uğursuz, hayırsız.
LÂHAYRE FİH Bu işte hayır ve uğur yok.
LAHB Sür'atle gitmek. * Eti kemikten ayırıp soymak.
LAHC Dar olmak. * Bir nesne, kabında paslanıp çıkmamak.
LAHD (LUHD) (C.: Lühud) Mezar. Üstü yükseltilerek yapılan mezar. * Eğilmek. * Bir tarafına meyilli olan çukur.
LAHE f. Yama.
LAHF Örtmek, setr etmek.
LAHF şiddetli vuruş.
LAHH Göz yaşının çok olması.
LAHH Ulaşmak, varmak. * Yağmuru kesilmeyen bulut.
LAHHAM Kaz gibi büyük, başı kızıl, kanadı kara bir kuş. Vezega dedikleri keler.
LÂHIK Yetişen, ulaşan, erişen. Eklenen, katılan. * Fık: Namaz başlangıcında imama uymuşken ayrılarak tekrar namaz bitmeden imama uyan.
LÂHIKA Ek, ilâve, katılan şey. Zeyl. Sonradan ilâve edilen, eklenen.
LAHÎ Oyuncu. * Boşuna ve mânasız eğlenen. Oyalayan.
LAHİ (Bak: Lahâ')
LAHİB Açık yol.
LAHİF Zulüm görmüş, ıztırab ve sıkıntı çekmiş.
LAHİK Yetişen, vâsıl olan, ulaşan. * İlâve olan, eklenen. * Sonradan tâyin edilen, yenisi. (Bak: Lâhık)
LAHİKE (C.: Levâhik) Gr: Ek, ilâve. (Bak: Lâhıka)
LAHÎM Semiz, etli, şişman.
LAHİM Et yediren. * Devamlı olarak et yiyen.
LAHİME Et yiyen hayvan.
LAHİN Telâffuz esnasında hususan Kur'ân okurken yanlışlık yapan.
LAHİS Susuzluk veya sıcaktan dolayı dilini çıkararak soluyan köpek.
LAHÎS Örülmüş. Dizilmiş.
LAHÎS Dar nesne.
LAHİYANE TA'ZİB f. Oyun olsun diye zahmet vermek. Oynarcasına azab vermek.
LAHİZ f. Sel suyu.
LAHÎZ Benzer, misil, nazir.
LAHK (Lehak) Geriden yetişmek, ardından yetiştirilmek. * Alüvyon. Liğ. Akarsuların taşımasıyla gelen maddeler.
LAHLAHA Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku. * Güzel kokularla yapılan bir nevi macun.
LAHLAHANİYE Pelteklik, kekemelik.
LAHM Et. Her şeyin içi ve üzeri. * Bir işi sağlam kılmak. * Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek. * Bir yerde ilişip kalmak.
LAHM Ü ŞAHM Et ve yağ.
LAHME Et parçası.
LAHN Güzel ve kaideli ses. * Nağme. * Kaideye uymayan yanlış okuyuş. * Usulüne uygun okumak. * Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek. * Meyl. * Fehmeylemek. * Lisan. * Lügat. Fetva. Mânâ. Mefhum.
LAHS Yalamak.
LAHS (LİHÂS) Darlık. * Şiddet. * Meşakkat, zahmet.
LAHS Gözün üst kapağının etli olması.
LAHT f. Bir şeyin parçası, cüz'ü.
LAHT-I CİĞER Ciğerden kopma.
LAHT İri cüsseli kimse.
LAHUS Uğursuz, meş'um.
LAHUT İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Ruhanî, manevî alem.
LAHUTÎ Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı.
LAHUTİYAN Uluhiyet âlemine girebilen melekler.
LAHV Kabuğunu soymak.
LAHVA Abes, bâtıl sözleri çok söyleyen, boş konuşan kadın. (Müz: Elhâ)
LAHY Sakalın bittiği yer.
LAHZ (Lahzân) Göz ucu ile bakma.
LAHZ Ahlâkı yaramaz kimse.
LAHZA Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman.
LAİC(E) (C.: Levaic) Kalbini aşk ateşi saran kimse.
LAİHA (Bak: Lâyıha)
LAİK Fr. Dine istinad etmeyen. Ruhanî olmayan kimse. Dini olmayan şey. Dinî olmayan fikir, dinî olmayan müessese, sistem veya prensip. Devleti dinî esas ve hükümler ile idare etmeyen sistem. Temel esasların ve kanunların menşeini ve teşri'de (kanun yapmakta) hareket noktasını ve değer ölçüsünü dine isnad etmeyip insanın ve cemiyetin sadece dünyevi menfaat ve anlayış ölçüsüne terkeden; diğer tâbirle: İlâhi kanunu terkeden, beşeri nizamla cemiyeti idareye çalışan sistem. (...Bîtaraf kalmak, yâni: Hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişmez bir hükümet... Ş.)
LÂİLAÇ Çâresiz, dermansız, imkânsız.
LÂİM (Lâime) Çekiştiren. Levmeden. Başkasını kötüleyen.
LÂİME (C.: Levâim) Çekiştirme, levmetme, kınama.
LÂİN Lânet eden. Lânetleyen. * Herkesin kınadığı.
LAÎN Lânetlenmiş, kovulmuş, merdud. Allahın rahmetinden mahrum.
LAJVERD f. Lâciverd.
LAK f. Hakir, zelil, aşağı. * Tahta kadeh.
LAK' Atmak.
LA'K Yalamak.
LAKA' (C.: Elkâ) Kıymetsiz hakir nesne.
LAKAB Asıl isminden başka sonradan takılan ad. Meşhur olan birinin sonradanki adı.
LAKAF Duvar yıkılmak.
LAKANE Zeki ve seri anlayışlı olmak.
LAKANIK Sucuk gibi içi doldurulmuş olan şey.
LAKAT Yabandan toplanan nesne. * Mâdende bulunan gümüş ve altın parçaları.
LÂKAYD Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen.
LÂKAYDANE Kayıtsız ve alâkasızca. Mühimsemiyerek.
LÂKAYDÎ Kayıtsızlık, ilgisizlik, alâkasızlık.
LÂKELÂM Hiçbir diyecek yok.
LAKF Yutmak, bel etmek.
LAKH (LAKÂH) Davar yüklü olmak.
LÂKIH (C: Levâkıh) Ağaca su yürüten rüzgâr. * Yağmur yağdıran rüzgâr. * Karnında yavrusu olan hamile deve.
LÂKIS Kötüleyici ve ayıplayıcı kimse.
LAKÎ (Lâkıy) İtibarsız ve değersiz, zelil kimse. * Önemsiz ve kıymetsiz şey.
LAKÎM Yontulmuş veya yonulmuş.
LÂKİN Amma. Fakat. Ancak. şu kadar var ki.
LÂKİNNE İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanılır. (Bak: İnne)
LAKÎT(A) Yerden kaldırıp alınmış ve sahipsiz kalmış bir şey. Sokakta bulunan mal, para. * Sokağa atılmış yeni doğmuş çocuk. (Bak: Lukata) * Üzerine ansızın gelinen kuyu.
LÂKİŞE Tutmaç aşı.
LAKK Vurmak.
LAKLAK (C.: Lekâlik) Leylek.
LAKLAKA Leylek sesi. * Hareketten ve ıztıraptan dolayı çıkan ses. * Şiddetli ses ve galebe ile çağrışmak. * Boş ve mânasız söz.
LAKLAKIYYAT (Laklaka. C.) Faydasız, boş lâkırdılar; mânâsız sözler.
LAKM Çabuk çabuk yemek yemek. Yutmak. * Seddetmek.
LAKN Anlamak. Fehmetmek. Çabuk kavramak.
LAKPÜŞTE f. Kaplumbağa.
LAKS Lâkab takmak. * Ayıplamak. * Yaramaz olmak.
LAKS Yakmak. * Almak.
LAKT Dermek, toplamak, cem'etmek. * Ansızdan bir nesneye yetişmek.
LAKVE Ağız çarpılması.
LÂL f. Dilsiz. Söz söyleyemiyen.
LA'L Kırmızı. Al renk. * Dudak. Kırmızı ve kıymetli bir süs taşı.
LALA f. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında "Atabek" karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. * Saraya alınan acemilerin terbiyesine memur edilenler. * Eskiden büyük memurlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine bakmak üzere "lâla" istihdam ederlerdi. Lâla, görünüşte hizmetkâr vaziyetde idiyse de, terbiyesi kendisine havale olunan çocuğa karşı âmir yerinde bulunur; esasen yaşlı ve kâmil insanlardan seçildikleri için çocuklar da kendisine bir mürebbi, bir hoca gibi tâzim ve hürmet ederlerdi.
LA'LAA Kırmak.
LALE Lâle denen meşhur çiçek. * Vaktiyle suçluların ve delilerin boynuna takılan halka. * İncir koparmak için ucu çatallı değnek.
LALEFAM f. Lâle renginde. Rengi lâlenin rengine benzeyen.
LALEGUN f. Lâle renkli. Pembe.
LALEHADD f. Lâle yanaklı. Yanakları pembe renkte olan.
LALEK (Lâlekâ) f. Taç. * Papuç, ayakkabı. * Horoz ibiği.
LALERENK f. Lâle renginde olan. Lâle renkli. Pembe.
LALERUH f. Lâle yanaklı. Yanağı lâle gibi pembe olan.
LALERUHSAR f. Lâle yanaklı, al yanaklı.
LALESAR f. Lâlelik. Lâlebahçesi. * Sığırcık kuşu.
LALEVEŞ f. Lâleye benziyen. Lâle gibi.
LALEZAR f. Lâle bahçesi. Lâlelik.
LA'L-FAM f. Kırmızı renkli, al.
LA'L-GUN f. Al renkli. Kırmızı renkli.
LA'L-RENG f. Kırmızı renkli. Al renkte.
LA'LUS Kurt, zi'b.
LÂL Ü EBKEM Şaşa kalmış. Sükuta mecbur olmuş. Susmuş.
LÂM Kur'ân alfabesinde yirmialtıncı harf olup, ebcedi değeri otuzdur.
LÂM-UL ÂKIBET Neticeyi, âkibeti bildiren lâm.
LÂM-I CER Kelimeyi cerreden lâm harfi. Kelimenin sonunu "i" diye okutur. Lillâhi, Lieclillâhi'de olduğu gibi. İstihkak ve ihtisas, has ve müstehak ve zarfiyyet, illet mânâsını verir.
LÂM-I TA'RİF VEYA LÂM-I İSTİĞRAK Kelimenin mânâsını umuma teşmil ettiği için, istiğrak mânâsı verilir. El-i istiğrak veya harf-i ta'rif de denir. Meselâ: Hamd kelimesi herhangi bir hamdi ifâde ettiği halde; El-Hamd dediğimiz zaman her ne kadar hamd varsa, bütün hamd ve senâlar mânâsına gelir. Bu, harf-i ta'rif ile olur. Harf-i ta'rif bir kelimeyi belirsiz halden belirli hâle koyar. Muayyeniyyet mânâsını verir. Bunlar elif ve lâm harflerinden teşekkül eder. El-Mekteb'de olduğu gibi. Mekteb herhangi bir mektebdir. El-Mekteb dendiğinde bizce muayyen, belli olan bir mekteb mânâsını ifade eder. Başına harf-i ta'rif gelen kelimeden tenvin kalkar. Nekre iken ma'rife olur.
LÂM-ÜT-TAHSİS VE TEMELLÜK Ait olma ve sâhib bulunmayı bildirir. (Bak: Li)
LÂM-UT-TAKVİYE Takviye lam'ı. Bu harf Arabçada ve yerine ve mânâsına da kullanılır.
LÂM-UT-TA'LİL İllet ve sebeb bildiren lâm'dır.
LÂM-UZ-ZARFİYE Zaman bildiren lâm.
LÂMEHALE Hilesiz. * Çaresiz, imkânsız, ister istemez.
LÂMEŞRU Meşru olmayan, şeriata uymayan, umumi nizam harici.
LÂMİ' Parlak. Parlayan.
LÂMİ-ÜN NUR Nur saçarak parlıyan.
LÂMİA Parlak. Parlayan. Parıldayan.
LÂMİH (Lâmiha) (Lemh. den) Parlıyan, parıldıyan. Parlak.
LÂMİS El ile tutup yoklayan. Dokunan. Temas eden.
LÂMİSE Dokunma hissi, duygusu. El ile olan his. Bir şeyin cesâmetini anlama duygusu.
LAMME Cin çarpması. Çarpıklık. * Yaramaz nesne.
LÂMÜDRİK Anlamayan. İdraksiz. İdrak etmeyen.
LÂMÜSELLİM Hayır! Hiç teslim etmem!
LÂN f. Hakikatsızlık, vefasızlık.
LA'N Lânet etme. Lânetleme.
LÂNAZÎR Eşsiz, nazirsiz, benzersiz. Eşi ve benzeri olmıyan.
LANDO Fr. Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında "Landon" şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır ve gösterişli idi.
LÂNE f. Yuva, ev.
LÂNE-İ HARAB Bozulmuş yuva.
LÂNE-İ NERMİN Sıcak ve yumuşak yuva.
LÂNE-İ PEDER Baba yuvası. Peder evi.
LÂNEGİR f. Yuva tutan.
LA'NET Nefret. Tiksinti. Allah'ın rahmetinden mahrumiyyet.(Ehl-i Sünnet'in ve İlm-i Kelâm'ın azîm imamlarından meşhur "Sa'deddin-i Teftezanî", Yezid ve Velid hakkında tel'in ve tadlile cevaz vermesine mukabil "Seyyid-i Şerif-i Cürcanî" gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat'in allâmeleri demişler: "Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybidir. Ve kat'i bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat'i ve delil-i kat'i bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimâli olduğundan, öyle hususi şahsa lânet edilmez. Belki $ gibi umumi bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur." diye "Sa'deddin-i Teftezanî"ye mukabele etmişler. R.N.)
LA'NETULLAH "Allah lânet eylesin" mânâsında beddua.
LA'NETULLAHİ ALEYH Allah'ın lâneti onun üzerine olsun.
LÂRAYB şüphesiz, şeksiz, tereddütsüz.
LÂRAYBE FİH Onda hiçbir şüphe yoktur.
LARKÎ Keçiboynuzu.
LAS f. Köpek, kelb. * Adi ipek. * Dişi hayvan.
LA'SA Dudağının rengi az siyâha yakın olan kadın. (Müz: El'as)
LASAF Bir cins hurma. * Gübre otunun diplerinde biter hıyar gibi bir nesne. * Yapışmak. * Kurumak. * Parlamak.
LASAGA Hindibâ denilen ot.
LÂSANİ Tek, vâhid. İkincisi olmayan.
LASB Yapışmak. * Dar olmak.
LASG (LÜSUG) Kemik üstündeki derinin zayıflıktan kuruması.
LASIB (C.: Levâsıb) Yapışkan. * Dar ve derin kuyu.
LASIK Yapışık, yapışmış olan. Yapışıcı, yapışkan.
LASÎF Parlayan, parıldayan. Parlayıcı.
LASİYYEMA Bâhusus. Hususan. Buna gelince. Herşeyden ziyade. Ençok.
LASK Yapışmak. Yapışık olmak. Ulaşmak.
LASS (C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık.
LASTA ing. Bir geminin alabildiği yük.
LASV (LASY) Sövmek, şetm etmek.
LAŞ f. Hakir ve aşağılık kimse. Adi, zelil, itibarsız ve alçak kişi. * Çapul, yağma.
LAŞE Cife. Kokmuş et parçası. * Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri. * Yenilmesi şer'an haram olan ölmüş hayvan. * Zayıf ve cılız hayvan. * Mc: Kıyıda kalmış kayık veya gemi teknesi.
LÂŞEHÂR f. Leş yiyen.
LÂŞEK şek ve şüphe yok. şüphesiz. Elbette.
LÂŞEY Bir şey değil. Değersiz.
LÂT İslâmdan önce Arapların Kâbe'de bulunan putlarından biri.
LAT' Yalamak. * Ayağıyla bir kimsenin belinden aşağısına vurmak.
LA'T Sakınmak, sakındırmak.
LATA' Dudak içinde olan beyazlık.
LAT'A Dudaklarının içi beyaz olan kadın. * Çok yaşamış, ihtiyar kadın.
LATAFE Hediye, armağan.
LÂTAİL Boş, faydasız, abes, mânâsız.
LÂTAKNETU Ayet-i Kerimeden bir kısım olup: Ümidinizi kesmeyiniz (meâlindedir.)
LAT' (LUTÛ') Yapışmak. * Ulaşmak, varmak.
LAT'E Alın, cebhe.
LATENAHİ Nihayetsiz. Sonsuz. Bitip tükenmeyen.
LATEŞBİH Benzetmeksizin. Benzetmek olmasın.
LATH Her şeyin azı. * Bulaşmak ve karışmak. * Birine iftira atmak.
LATH El ayasıyla vurmak.
LATHA Leke.
LATİF Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip. * Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden. * Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen. * Çok lutf edici. * Derin, gizli.
LATİFE Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir) (Bak: Letâif)
LATİFE-İ RABBANİYE İnsanın kalbine bağlı ve bütün duygularının sultanı olan ince bir duygudur ki, İlâhî hakikatlar onunla hissedilip zevkedilir.
LATİFEGU f. Lâtifeci, şakacı. Lâtife söyliyen.
LATİFEPERDAZ f. Şakacı, lâtifeci. Lâtife yapan.
LATİFEPERDAZAN (Lâtifeperdâz. C.) f. Şakacılar, lâtifeciler.
LATÎM Babası ve annesi olmayan kişi. * Yüzünün bir tarafı beyaz olan at. * Yarış atlarının dokuzuncusu.
LATÎME (C: Letâyim) Misk. * Güzel kokular konulan kap. *Attarlar pazarı. * Güzel kokulu nesneleri götüren deve.
LATİN Eski Roma civarında iken sonradan genişleyen ve devlet kuran eski bir kavim ismidir. * Eski Roma. * Şarkta Katolik mezhebinden olanın ismi.
LATİNCE Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır.
LATM Karıştırmak. Yapıştırmak. * Tokat vurmak.
LATMA şamar, tokat.
LATMAHÂR f. Tokat yiyen. Şamar atılan kimse.
LATS Dövmek. * şiddetle basmak.
LATT (C: Litât) Gerdanlık. * Lâzım olmak. * İnkâr etmek. * Sarkıtmak. * Örtmek.
LÂTUHSA Sayısız. Sayıya gelmez. Hesaplanmaz.
LÂUBALİ Alâkasız, kayıtsız, hürmetsiz, dikkatsiz. Senli benli. ("Lâ" harfi ile" Ubâli" muzari fiilinden müteşekkildir.)
LÂUBALİYANE f. Lâubalilikle. Kayıtsız, alâkasız, saygısız ve dikkatsiz bir şekilde. Senli benli olarak.
LAUK Yalanmış nesne. * Az, kalil.
LAV Fr. Yanardağların ve volkanların ağızlarından püskürüp soğuyunca donan madde.
LA'V Ahlâkı yaramaz kişi. * Haris adam.
LÂVALLAH Vallahi hayır.
LAVANTA Çeşitli çiçek ve bitkilerden alınan esanslarla yapılan güzel kokulu sıvı.
LÂ VE NEAM Hayır ve evet. (Daha çok, hiçbir fikir beyan edilmediği zamanlar kullanılır.)
LAY f. Tortu, posa. * Kül. * Çamur.
LAY f. Söyleyen, söyleyici.
HERZE-LAY Herze söyleyen, saçmalayan.
LÂYA'KIL Aklı başında olmıyan, dalgın, bîhoş. Yaptığını bilmez.
LÂ-YA'Nİ Mânasız, boş.
LÂYEBGIYAN Biri ötekine tecavüz edip karışmaz ve hâsiyetini bozamaz (meâlinde olup, nefyedilmiş muzari fiilidir.)
LÂYECUZ Câiz değil, olamaz, müsaade verilmez.
LÂYEFHEM Anlayışsız, idrakten âciz.
LÂYEFNA Bitmez, tükenmez. Fenaya gitmez. Yok olmaz.
LÂYEMUT Ölmez. Mahvolmaz. Hayatı sona ermez.
LÂYENBAGÎ Lâyık olmaz. Yakışmaz. Uymaz.
LÂYENFEKK Bölünemez, ayrılamaz. Parçalanamaz.
LÂYENKATI' Aralıksız. Kesilmeksizin.
LÂYETECEZZA Bölünmez. Parçalanmaz. Ayrılmaz. Tecezzi kabul etmez.
LÂYETEGAYYER Değişmez, bozulmaz.
LÂYETENAHÎ Sonsuz. Nihayetsiz.
LÂYETENAHİYET Lâyetenahilik, sonsuzluk, nihayetsizlik.
LAYETEZELZEL Sarsılmaz. Tezelzül etmez.(Tahkikî iman sâhibleri, lâyetezelzel bir itikada sâhibdirler.)
LÂYEZAL Zeval bulmaz. Yok olmaz.
LÂ YEZALÎ Zevalsiz olana ait, sonu olmayanla ilgili.
LÂYIH (LÂYİH) Parlak. Meydanda. Aşikâr. Hatıra gelen.
LÂYIHA Düşünülen veya tasavvur edilen bir şeyin yazılması. Tasarı.
LÂYIHA-İ KANUNİYE Huk: Henüz tasdik edilmemiş kanun tasarısı.
LÂYIK (Liyakat. den) Yakışır ve yaraşır. Uygun, münasib ve muvafık.
LÂYİM Azarlayan.
LÂYUAD Adedi belli olmayan. Sayısız. Pek çok.
LÂ-YUGLEB Yenilmez, mağlup olmaz.
LÂYUHSA Hesaba gelmez. Hesabsız. Pek çok.
LÂYUHTÎ Hatâsız, hatâ işlemez. Yanılmaz.
LÂYU'KAL Anlaşılmaz, akıl ermez. Akıl ile idrak olunmaz.
LÂYU'LA Üstüne çıkılmaz, çok yüksek. * Galip ve üstün gelinemez.
LÂYU'REF Bilinmez. Tarif edilmez.
LÂYUTAK Güç yetmez. Dayanılmaz. Takat yetmez. Çekilmez.
LÂYUZAL İzale edilmez, tükenmez, zeval bulmaz.
LÂYÜFHEM Anlaşılmaz. Fehmedilmez.
LÂYÜFNA Tüketilmez, yok edilmez.
LÂYÜLHÎHİ (İlhâ. dan) Ona gaflet vermez. Onu boş şeyler meşgul etmez. Boşuna iş yapmaz.
LÂYÜS'EL Mes'uliyetsiz. Mes'ul tutulamaz. Sorumsuz.
LAZ Doğu Karadeniz bölgesinde, bilhassa Rize dolaylarında yaşayan bir kavim. * Bu kavimden olan kimse.
LAZA Ateş. Alev. * Cehennem'in altıncı katı.
LÂZÂLE (Lâzâlet) Zeval bulmasın, zâil ve eksik olmasın. * Olsun!
LÂZÂLE ÂLİYEN Yüce ve âli olsun.
LÂZEVAL Zevalsiz. Sonu gelmez. Zeval bulmaz.
LÂZIK Yapışkan, yapışıcı. Yapışmış olan.
LÂZIM Lüzumlu, gerekli. * Bir şeyden aslâ ayrılmayan. Bir işte beraber bulunmasına ve vücuduna ihtiyaç olan şey. * Gr: Müteaddi olmayan.
LÂZIM FİİL (FİİL-İ LÂZIM) Fâilin zâtında kalan fiil. (Geldi, gitti, güldü gibi)
LÂZIM-I BEYYİN Bu tabirin masdariyet şekli "Lüzum-u beyyin" olup ikisi aynı mânaya gelir. Herhangi bir şey hatıra gelince hiç bir delil ve emareye ihtiyaç olmadan o şeyle beraber düşünülmesi zaruri olan diğer bir şey. Meselâ: İnsan denildiği zaman, kabiliyet-i ilim ve san'at akla gelmesi gibi...
LÂZIM-I GAYR-I MÜFARIK Ayrılması mümkün olmayan, terki câiz olmayan, ziyade gerekli, çok lüzumlu.
LÂZIM-I MELZUM Biri birisinden aslâ ayrılmaz, birisi olunca diğerinin de olması şart olan.
LÂZIM-I ZATÎ Kendisine ait icab eden hal. Kendisine has vaziyet.
LÂZIM-AMED f. Lâzım gelir, lüzum eder. Lâzım geldi.
LÂZIM-ÂMED ÇÂR-ÇİZ Dört şey lâzım geldi.
LAZÎ (Bak: Lazâ)
LAZİB Sâbit olan, yapışan.
LAZİSTAN Lazlar'ın oturduğu bölge olan Rize dolayları. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Rize sancağına verilen ad.
LAZLAZ Yol gösterici, kılavuz.
LAZLAZA Yılanın deprenmesi.
LAZUK Yaraya yapışıp onulmayınca kopmayan devâ.
LAZUK Yapışkan nesne. * Yapışkan balçık.
LAZZ Devamlı yağan yağmur. * Men'etmek, engel olmak.
LEAL İnci.
LEALİ (Leâl. C.) İnciler. Lü'lüler.
LEALİ-FEŞAN f. İnciler saçan.
LEALLE (Bak: Laalle-İnne)
LEAMET Alçaklık, âdilik, zillet, denaet, aşağılık.
LEB f. Dudak. Şefe. * Kenar. * Sahil. Kıyı.
LEB-İ ÂFTÂB Gölge.
LEB-İ CUY-BÂR Su kenarı.
LEB-İ DERYA Denizin dudağı. Deniz kenarı, kıyı, sâhil.
LEB-İ HADRA Ufuk.
LEBAB Sahralarda ve çayırlarda az miktar olan yaş ot.
LEBABE(T) Akıllılık, zeyreklik. Akıl sahibi olma.
LEBAÇE f. Önü açık elbise. Hırka.
LEBAD(E) f. Yağmurluk.
LEBALEB Ağzına kadar dopdolu. * Ağızdan ağıza.
LEBAN Göğüs.
LEBB Lâzım olmak. * Akıllı olmak.
LEBBAN Sütçü.
LEBBE Göğsün gerdanlık takılan yeri. * Devenin ve sığırın, göğsünden boğazladıkları yeri. * Evlâdını ve erkeğini seven kadın.
LEBBELEB (Leb-beleb) f. Dudak dudağa.
LEBBESTE (Leb-beste) f. Ağzı bağlı. Susan, konuşmayan.
LEBBEYK Buyurunuz. Emredersiniz. * Benim muhabbet ve incizâbım dâim sanadır, başkasına değildir, sıdk ve ubudiyyetim dâim sanadır (gibi mânâlar ifâde eder.)
LEBBEYK-ZEN f. Lebbeyk diye söyleyen. Emre hâzır olan. Râzı olan.
LEBC Güreşmek. * Sar'a tutup düşmek.
LEBCÜNBAN f. Dudak oynatan. Söz söyliyen, konuşan.
LEBDEĞMEZ t. Dudak değmez. * Edb: Dudaktan çıkan harflerden olan "B-F-M-P-V" sessizlerinin içinde bulunmadığı manzumeler.
LEBEB (C: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer. * Atın göğsüne yapılan sinebend. * Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne. * Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum.
LEBED Yünden yapılan keçe. * Bir yerde mukim olmak. * Bir şeye yapışmak.
LEBEKE Şerit parçası.
LEBEN Süt. * Boyun ağrısı. (Bak: Libâ')
LEBENÎ (Lebeniyye) Sütle alâkalı. Sütlü.
LEBENİYYÂT (Lebeniyye. C.) Sütlü nesneler.
LEBGÜŞA f. Dudağı açık. Söyleyen, konuşan.
LEBH Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl su içinde dursa ikisi bir olup yekpâre olur, Mısır'da yetişir. Ahter-i Kebir'den)
LEBÎ f. Dilim. Ekmek, kavun, karpuz vs. dilimi.
LEBİD Küçük çuval.
LEBİK Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan. * Zeki, anlayışlı, akıllı.
LEBİNE (LİBNE) (C.: Lebin) Kerpiç.
LEBK (LEBÂKA) Akıllı olmak. * Islah etmek, terbiye etmek. * Karıştırmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak.
LEBKUS Mürr denilen acı Yemen zamkının adı.
LEBKÜŞA f. Dudağı açık. Konuşan, söyleyen.
LEBLAB Sarmaşık denen bir bitki.
LEBLEBE Esirgemek. * Oğula ve kıza çok fazla düşkün olmak.
LEBN Vurmak.
LEBRİZ f. Taşacak kadar. Ağıza kadar. Taşkın.
LEBS Bir yerde eğlenip durma. Vakit geçirme.
LEBS Giyecek şey. * Giyme. Giyinme. * Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek.
LEBSAN Hardala benzer bir ot. * Yabani hardal.
LEBT Güreşmek.
Dostları ilə paylaş: |