TİMŞEK İç mest üstüne vurulan parça, yapılan yama.
TİMTAM Dilini "te" harfine alıştırmış olan kimse.
TÎN İncir.
TÎN SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 95. suresinin ismidir. Mekkîdir. Vettîni Suresi de denir.
TÎN (C.: Etyân) Balçık. * Mektup gibi şeyleri mühürlemek.
TİNAE Mukimlik, ikamet etmeklik. Ayakta durmak.
TİNAVE Müzakereyi terketmek. Görüşmeyi bırakmak.
TİNBAL Kısa, bodur kimse.
TÎNE (Tıynet) Balçık. * Hilkat, yaratılış.
TİNNÎN Büyük yılan, ejder, ejderha. * Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık. * Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız dörtgeni ile nihayet bulan bir burç.
TİNNÎN-İ FELEK Saman yolu, hacılar yolu. Gökteki husuf ve küsuf mevkileri olan iki düğüm.
TİNNÎNEYN İki yılan. Mc: İki yılana benzetilen güneş ve ayın medârının farazî kavisleri.(Derecât-ı şemsiye medarı olan "mıntıkat-ül büruc" tabir ettikleri daire-yi azime, menazil-i Kameriyenin medarı bulunan mâil-i Kamer dairesi, birbiri üstüne geçmekle o iki daire, her birisi iki kavis şeklini vermiş. O iki kavise Felekiyyun uleması lâtif bir teşbih ile büyük iki yılan nâmı olan tinnîneyn namını vermişler. L.)
TİNNÜ Beraberlik, eşitlik.
TİP t. Benzerlerinin ana vasıfları kendinde görülen ideal örnek, misal.
TİPİK t. Nümune, örnek olarak. Benzer.
TİR f. Ok.
TİR'ABE Deve hörgücünün bir miktarı.
TİR'ABE Deve hörgücü.
TİRAMOLA İtl. Halat çekme.
TİRASE (Türs. C.) Ask: Kalkanlar.
TİRAŞ f. Tıraş. * Üst taraftan yontarak düzelten. * Üst taraftan düz olarak yontma.
TİRAŞİDE f. Tıraş olmuş, tıraş edilmiş. * Yontulmuş, düzleştirilmiş.
TİRB (C.: Tirâb-Etrâb) Anasından saçlı ve dişli doğan oğlan. * Yaşta diğerine eşit olan nesne. * Lezzet.
TİRBAN (Türâb. C.) Topraklar.
TİRDAN f. Ok mahfazası, sadak.
TİRE f. Karanlık. Bulanık.
TİREDİL f. Fena kalbli, kalbi kara.
TİREGÎ f. Karalık. Bulanıklık.
TİREGUN f. Bulanık renkli, kara renkli. Rengi bulanık.
TİRENDAZ f. Ok atan, okçu.
TİREŞEB f. Karanlık gece.
TİRERE'Y (Tire-re'y) f. Tedbirsiz.
TİRHAL Yola çıkma, göç etme.
TİRKEŞ f. Okluk, ok kabı, sadak.
TİRMİZÎ (Bak: Kütüb-ü Sitte)
TİRYAK Panzehir. Zehirlenme veya hastalıklardan hemen şifâ bulmağa vesile olan ilâç.
TİRYAKİ Afyon kullanmağa alışmış, afyonkeş. * Keyif verici şeyler kullanmağa alışık olan. * Mc: Huysuz, aksi, titiz.
TİS'A Dokuz. 9.
TİS'A MİE Dokuz yüz. 900
TİSHAN (C.: Tesâhin) Çizme.
TİS'ÛN (Tis'în) Doksan, 90.
TÎŞ şiddet. * Hafiflik.
TÎŞE f. Muharebede kullanılan başı sivri ve keskin balta, keser.
TİŞRAB Şarap içmek.
TİYAKA Cimaa pek ziyade düşkün olmak. * Şehvetin galip olması.
TİYATRO yun. Dram, komedi ve sair piyeslerin temsil edildiği yer. * Sahneye konulan oyun ve bu gibi temsilleri oynama san'atı.(İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer câzibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafında toplar, sersem eder. Ş.) (Bak: Roman)
TİYESE (Teys. C.) Erkek keçiler, tekeler.
TİYFAK Helâk olmak, mahvolmak.
TİYNET (Bak: Tıynet)
TİZ f. Keskin. * Çabuk, tez. * Sık.
TİZ-ÂB f. Kezzap.
TİZ-ÇEŞM f. Gözü keskin.
TİZ-DEST f. Çabuk iş gören, eline çabuk.
TİZÎ f. Çabukluk, tezlik. * Keskinlik. * Sıklık.
TİZNA f. Kılıç, bıçak gibi şeylerin keskin olan ağız tarafı.
TİZ-PÂ(Y) f. Tez, süratli, ayağına çabuk.
TİZ-PER f. Hızlı ve çabuk uçan.
TİZ-REFTÂR (Tiz-rev) f. Çabuk yürüyüşlü, acele ile giden.
TİZ-REV (Bak: Tiz-reftar)
TOKAT Kale içi, siper, ahır, ağıl. El içi gibi yer. * Dere arası olan hayvan mer'ası. * El içiyle vurulan sille.
TOLGA Başlık, miğfer nevilerinden birinin adıdır.
TONAJ Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi.
TOPUZ t. Ucu top şeklinde sopadan ibâret eski silâh. * Top şeklinde toplanmış saç. * Kısa ve tıknaz kimse.
TÖHEM (Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatler.
TÖHMET Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat. * İtham altında olma.
TÖHMETLENDİRMEK Suç isnad etmek.
TÖVBE (Bak: Tevbe)
TRAJ Fr. Basılan gazete veya mecmuanın baskı sayısı.
TRAJEDİ yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri.
TU f. Sen.
TU(Y) f. Katmer, kat.
TUAM (Tu'me. C.) Azıklar, yiyecek şeyler. * Çeşniler, tadlar.
TUB Kiremit. * Tuğla.
TUBA Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali. * İyilik, güzellik. Baht. * Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi. * Çok berrak ve saf olan. * Saâdet. Hayır. Devlet.
TUBA-İ HİLKAT Hilkat ağacı, hilkat tubası. Kâinat, teşbih yapılarak tuba ağacına benzetilmiştir.(Tuba-i hilkatten semavat şıkkına hep kehkeşan ağsanınaBir Cemil-i Zülcelâl'in dest-i hikmetiyle takılmış pek güzel meyveleriz biz. M.)
TUBAHA Çömlek. * Ağızdan çıkan köpük.
TUBAL Kızmış bakırdan ve kızmış demirden çekiçle vurulduğunda kopup dökülen parça.
TUBALE (C.: Tubâlât) Dişi koyun.
TUBA LE-KE Ne mutlu sana, devlet ve saadet sana. Tuba sana.
TUB'AN Mühür mumu.TUBERTU : (Tu-ber-tu) Kat kat.
TUBU Bir nevi kene.
TUBUL (Tabl. C.) Davullar.TUDE : f. Yığın, küme.
TUDE-BE-TUDE Yığın yığın. Küme küme.
TUF f. Yankı. Akseden ses. Aks-i sada.
TUFA Sihir, efsun.
TUFAHE (TAFÂHE) Çömlek. * Her ne olursa olsun ağzına alan köpek. * Her nesnenin üzerine gelen.
TUFAN Çok şiddetli ve her tarafı kaplayan yağmur. * Nuh Peygamber (A.S.) zamanındaki büyük su baskını hâdisesi. (Hz. Nuh'un (A.S.) Cenab-ı Hak'tan aldığı emri kavmine tebliğ etmesi neticesinde kavminin ekserisi hürmetsizlik ve dinlememezlik yaptıklarından ve zulme başladıklarından, Cenab-ı Hakk'ın izni ile devamlı ve şiddetli yağmurla büyük su baskını oluyor ve Nuh Peygamber (A.S.) bir gemi yaparak, kendisine iman edenlerle ve her sınıf canlı mahluktan birer çift alarak su üzerine çıkıyor ve zâlimler suya gark oluyor, Peygambere itimad ile tâbi olanlar da tufandan kurtuluyor. Bu hâdisenin vukuu Kur'anda sâbittir.)
TUFANZEDE f. Tufan görmüş. Tufana uğramış.
TUFAVE Güneş dairesi. * Ay ağılı, hâle. * Kabile.
TUFEYLÎ (Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan.
TUFF Tırnak arasında olan kir. * Parmakların üstünde olan kir.
TUFFAH(A) Elma.
TUFU' Ateşin sönmesi.
TUFUH Kap ağız ağıza dolma. * Yukarı kalkma. * Çabuk geçme.
TUFUL Güneşin batmağa yaklaşması. * (Tıfl. C.) Çocuklar.
TUFULÂNE f. Çocukçasına.
TUFULİYYET (Tufulet) Çocukluk. Küçüklük. Yavru oluş. * Ter u tazelik.
TUFYE Mukul ağacının yaprağı. Yılanın arkasındaki hatta teşbih edilir.
TUGAT (Tâgi. C.) Tâgiler. Azmış ve hak yoldan sapmış olanlar.
TUGAVE Güneş dairesi. * Araptan bir kabile.
TUGMUS Şeytanın ve cinnin gayet habisi.
TUGVAN (TUĞYÂN) Haddinden tecavüz etmek, haddini aşmak.
TUGVE Dağ başı. * Yüksek mekân.
TUGYAN Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek. Azgınlık, taşkınlık. Taşkın mizaçlılık. * Kan galebe etmesi hali. * Resmî devlet kuvvetlerine karşı durmak. * Su baskını.
TUGYE Dağ başı. * Yüksek mekân.
TUH Helâk olmak. * Berbad olmak. (Hakaret için söylenilen bir kelimedir)
TUHAF (Tuhfe. C.) Hediyeler. * Münâsebetsiz hâl. * Eğlenceli, gülünç. * Garip iş veya şey. * Hoşa giden ve az bulunur şeyler.
TUHAL Dalak ağrısı.
TUHARE Taharet ettikleri suyun bakiyyesi.
TUHFE Turfanda şey. * Görülmemiş yeni çıkan. Yeni. * Hediye, armağan.
TUHFÎ İyilik etmek.
TUHLA Kara ile boz arasındaki renk.
TUHLÜB (C.: Tahâlib) Soysop, sülâle.
TUHM (C.: Tühum) Her yerin ve her köyün nihayeti.
TUHME Mide dolgunluğu. Hazımsızlık.
TUHME Hayvanın burnunun kara olması.
TUHR Pâklık, temizlik, taharet. * Kadınların iki âdet görmeleri arasındaki temizlik hâlleri. (Temizlik hâli uzayan, devam eden kadına "Mümtedet-üt tuhur" denir).
TUHRA Yufka bulut.
TUHRUBE (Tahrebe-Tıhrıbe) Bez parçası. * Bulut parçası.
TUHRURE (C.: Tahârir) Bulut parçası.
TUHTUH Kötü ahlâk.
TUHUHA Hamurun ekşimesi.
TUHUR (C.: Tahârir) Bulut parçası.
TUHUR Arınıp pâk olmak, temizlenmek.
TUHUT Hor ve hakir kimse.
TUHVE Yufka bulut.
TUHYAN Karlık gibi su soğutacak kap. Buzluk, buzdolabı.
TUHYE Benî Temim kabilesinden bir cemaat.
TUKA Takva. Allah'tan korkmak. Havfullah.
TUKAT Nefsini haramdan ve şüpheli nesnelerden saklamak.
TUKUS Yaban havucu.
TUKYE Sakınma.
TUL Boy. * Uzunluk. * Ömür ve hayat. * Uzamak. * Zaman çokluğu. * Çokluk, bolluk.
TUL-U EMEL Bitmeyen istek. * Hiç ölmeyecek gibi dünyaya dalmak ve düşünmek. (Ey gafil Said! Bil ki: Galat-ı his nev'inden gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fani nefsini de o nazar ile sabit telâkki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun. Aklını başına al. Sen ve hususi dünyan, daimî zeval ve fena darbesine maruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlatan şu misale benzer ki: Bir adam elinde olan âyinesini bir hâne veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa; misali bir hâne, bir şehir, bir bahçe o âyinede görünür. Edna bir hareket ve küçük bir tegayyür âyinenin başına gelse, o hayalî hâne ve şehir ve bahçede hercü merc ve karışıklık düşer. Hariçteki hakiki hâne, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana faide vermez. Çünkü senin elindeki âyinedeki hâne ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız âyinenin sana verdiği mikyas ve mizan iledir. Senin hayatın ve ömrün, âyinedir. Senin dünyanın direği ve âyinesi ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesi mümkün ve harap olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Mâdem öyledir; sen bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme! L.)
TUL-U ÖMÜR Ömrün uzunluğu. Uzun ömür.
TULEN Uzunlukça. Uzunluk cihetinden. Boyca.
TULA Boynun ön tarafı.
TULA Çok uzun. Pek uzun.
TULAN (Tul. den) Uzunluğuna, boyuna.
TULATILE (Talâtıla) (C.: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı. * Zahmet.
TULGA Kusmak.
TULHA Boz renk.
TULHE Azıcık su. * Azıcık ot. * İyi nesne.
TULHUM Lezzeti değişmiş olan su.
TULK Mutlak. Bağlı ve kayıtlı olmayan.
TULL Süt.
TULLAB (Talebe. C.) Talebeler.
TULLAB-I NUR Nur talebeleri, Kur'an şakirtleri.
TULLEB (Tâlib. C.) İstekliler, tâlibler, isteyenler.
TULME (C.: Tulum) Ekmek. * Havuz dibinde kalan su.
TULU' Doğma, doğuş. Birden zuhur etme. * Hücum etme. * Bir şeye vâkıf olup bilme.
TULUAT (Tulu'. C.) Hazırlıksız olarak birden kalbe gelen mânalar, ilhamlar. Doğuşlar.
TULUK (Tuluka) Açık yüzlü ve hâli iyi olmak. * Cömert olmak.
TULYE (C.: Tulâ) Boyun önü. * Göğüs önü.
TU'M (Tu'me) Azık, yiyinti, yiyecek şey. * Tad, çeşni.
TUMA'NİNE İtminan. Emin olma, inanma, gönlü rahat olma.
TUMAR (C.: Tevâmir) Dürülüp yuvarlak yapılmış şey, tomar.
TUME Kadınlar topluluğu. Avretler cemaati.
TU'ME (Bak: Tu'm)
TUMEA' (Tâmi'. C.) Tamahkârlar.
TUMRUK Yarasa kuşu.
TUMRUS Sıcak külde pişmiş ekmek.
TUMTUMAN Peltek.
TUMTURAK Söylenişi ahenkli ve parlak olan ibare. * Gösteriş, debdebe.
TUMUH Yüksekteki bir şeye göz dikme, yüksek bir şeye göz dikerek bakma.
TUMUM Su baskını. * Saçını kırkıp tıraş etmek.
TUMUR Aşağı sıçramak. * Doldurmak. * Seyahat edip gitmek. * Defnetmek, gömmek.
TUMUS Bir şeyin mahvolması.
TUNB Nâhiye, cânip, taraf, yön.
TUNBURANİ (Tunburâni) Tanbur çalan.
TUNİ f. Sefih, alçak, rezil. * Külhanbeyi. * Hırsız.
TUNUB (C.: Etnâb) Ağaç kökleri. * Gövdenin siniri. * Süngü eğriliği. * Çadır ipleri.
TUR Dağ. * Had ve mikdar.
TUR-U SİNA (Bak: Sina)
TUR SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 52. Suresidir. Mekkîdir.
TURA (Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak. * Kamçı, örme kırbaç. * Demet, bağ, paket. (Bak: Turra)
TU-RA f. Seni, sana, senin.
TURAB Toprak, toz.
TURAME Dişte olan kamaşma.
TURAN Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen isimdir. Turan, eskidenberi Türklerin oturduğu yerlere denirdi. "Türk" ile "Tur" kelimeleri arasındaki benzerlik de bu iki ismin bir asıldan ibaret olduğunu gösteriyor.
TURBUŞ Takke, külah. Başa giyilen örtü. Fes.
TURFANDA Mevsiminden önce yetiştirilen meyve veya sebze.
TURFE (C.: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık. * Nimet. * Güzel yemek. * Zarif, iyi nesne. * Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye "etref" derler.
TURFE Görülmemiş, tuhaf, yeni şey. Şaşılacak şey.
TURFE-KÂR f. Garip şeylerle uğraşan. Şaşılacak şeyler yapan.
TURGUL Çil kuşuna benzer bir kuş.
TURHAN Rum subaylarından beş bin neferin zâbiti (On bin olsa "patrik" derler.)
TURKA Bir kere.
TURMUK Yarasa kuşu.
TURMUS Zayıf. * Kül içinde pişen ekmek.
TURRA (Tuğra) Mühür. Pâdişah damgası. Pâdişahın imzası. * Kumaşın etrafındaki nişan ve işaret. Kumaşta ipekten çevrilen kenar. * Herşeyin ucu ve kenarı. * Alındaki saç. Tura.
TURS Kuvvet.
TURSUS (TURSUN) (C.: Tarâsis) Kalkan denilen dikenli ot.
TURŞ f. Ekşi, hâmız.
TURTUBE Akçe.
TURTUR Uzun boylu ince adam.
TURU' Bir yerden bir yere gitmek. * Sonradan olmak.
TURUH Uzun.
TURUK (Tarîk. C.) Yollar, tarikler. Meslekler. Usuller. * Aygırlanmak.
TURUK-U HAFİYYE Gizli tarikler, yollar, tarikatlar. Gizli zikir yapan tarikatlar.
TURUK Geceleyin eve gelmek.
TURUR Düşürmek.
TURUŞ f. Ekşi.
TUS Tabiat. * Asıl.
TUSEN f. Serkeş ve sert at.
TUSU' Dokuz bölükte bir bölük.
TUŞE f. Azık. Ölmeyecek kadar yenecek şey.
TUŞE-İ RÂH Yol azığı, yol yiyeceği.
TUT f. Dut.
TUTANAK (Bak: Zabıt)
TUTİ Dudu kuşu. Papağan. İşittiği sözleri ezberleyip, insan sesi taklidini yapan ve söyleyen bir kuş.
TUTİYA Çinko.
TU'TU Söylerken duraklamak.
TUTU Çinko.
TUTUK Örtü, perde, peçe.
TUUM (Taam. C.) Taamlar, yemekler. * Lezzetler, tadlar, zevkler.
TUVA Övünmüş, senâ edilmiş şey. * Tur-i Sina dağı eteğinde bir vâdinin adı. * Örülmüş kuyu.
TUVAL Uzun.
TUVAN f. Güç, kuvvet.
TUVAR Evin çevre yanı.
TUVEYRAT Kuşçuklar, küçük kuşlar.
TUVEYS Küçük tavus kuşu.
TUVMAR (C.: Tevâmir) Uzun dürülmüş nesne.
TUVT Lüle ağzına takılan pamuk parçası. * Pamuk. * Uzun.
TUVVEL Ayakları uzun olan bir cins su kuşu.
TUYUF (Tayf. C.) Korkudan dolayı karanlıkta görünen hayâller. * Uykuda iken görünen hayâller.
TUYUR (Tayr. C.) Kuşlar.
TUYUR Birbiri ardınca iade etmek, peşpeşe geri çevirmek. Tekrarlamak.
TÜBBA' Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki. * Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı. * Bir kuş cinsi.
TÜBBAN Güreşçilerin donu.
TÜBBET Bir yerin adı. (İyi miskler ona nisbet olunup "Misk-i Tübbetî" derler)
TÜCAH (Tecâh-Ticâh) Karşı taraf, karşı yön.
TÜCCAR (Tâcir. C.) Tacirler, satıcılar. Ticaret yapanlar.
TÜEDE Teenni etmek, acele etmeyip akıllıca davranmak. * Mühlet vermek.
TÜFE Yırtıcı bir canavar. * Karakulak denilen canavar. * Örtünmüş kadın.
TÜFENG f. Tüfek.
TÜFENG-ENDÂZ f. Tüfek kullanan.
TÜFENG-HÂNE f. Silâh deposu.
TÜFFAH Elma.
TÜFL Köpük. * Kir, pas. * Tükürmek.
TÜHEM (Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatlar.
TÜKÂH Tekyegâh.
TÜKLAN Tevekkül etmek.
TÜKLE İtimat etmek, güvenmek. * İşinde âciz olan kimse.
TÜKME f. Düğme.
TÜKYE Dayanmak, itimad etmek.
TÜLAVE Borç bakiyyesi. * Havâle etmek, başkasına bırakmak.
TÜLÜNNE Hâcet, ihtiyaç.
TÜLÜV Tilâvet. * Bir kimseye uyup ardınca gitmek.
TÜNBAN f. Don, iç donu.
TÜNBEK f. Darbuka. Dümbelek.
TÜND f. Sert, şiddetli, haşin.
TÜNDBÂD f. Sert rüzgâr, kasırga.
TÜNDÇİHRE f. Asık suratlı.
TÜNDÎ f. Sertlik, katılık. Hiddet ve şiddet.
TÜNDMEŞREB f. Titiz, sert tabiatlı.
TÜNDMİZAC f. Sert huylu.
TÜNDREFTAR f. Çabuk giden, sert ve süratli giden.
TÜNDZEBAN f. Düzgün konuşan, düzgün söz söyleyen.
TÜNTE f. Eşek arısı.
TÜNU' Mukim olmak, ikamet etmek, bir yerde oturmak.
TÜRA' (Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler.
TÜR'A (C.: Türa') Kapı. Derece. * Bağ ve bostan. * Kanal. * Suyun taştığı yer. Su arkının ağzı.
TÜRAS Miras mal.
TÜR'A (C.: Türa' - Türüât) Kanal. * Suyun taştığı yer.
TÜRBAN (Türâb. C.) Topraklar.
TÜRBE Mezar üzerine yapılan yapı. Mezar. Ölmüş büyük zâta mahsus mezar.
TÜRBEDÂR f. Türbe muhafız ve hizmetkârı.
TÜRK Türkler, Asya'nın en büyük ve en meşhur milleti olup, Turan milletlerindendir. Türkler en evvel Sibirya ile Çin arasında olan Altın Dağı taraflarında yaşamışlar ve oradan defalarca güney ve batıya doğru yayılarak Çin'de ve Türkistan memleketlerinde fetihler yapmışlardır.Türkler eskiden beri iki şubeye ayrılmış olup; Türkistan'ın doğu tarafında bulunanlar; Uygur; batı tarafındakiler de: Türk ve Türkmen isimleriyle bilinirlerdi.Peygamberimizin (A.S.M.) hicretinden 350 sene sonra Tağ Han neslinden olduğu rivayet edilen Türkmen Hükümdarlarından Salur Han, İslâm dinini kabul ederek Kara Han ismini almış ve kavminin de ekserisine İslâm dinini kabul ettirmişti. O sıralarda Türk ve Türkmen kavimleri İslâm hilâfet merkezi olan Bağdat'a gidip gelmeğe başlamışlardı. Fıtrî cesaret ve kahramanlıkları hasebiyle Abbasi Halifeleri, bunları askerlik hizmetlerine almışlardı. Bu sebeple Türkler, Azerbeycan ve Erzurum taraflarına dolmuşlardı. Türkler, zamanla kumandanlık ve ümeralığa geçmişler, hükümet işlerini de ellerini almışlardı. Bu cihetle bütün İslâm memleketlerinde Türkler büyük bir nüfuz ve iktidara sahip olmuşlardı.Türkler, müslümanlığı kabul ettikten sonra lisanlarını Arap hattıyla yazmağa başlamışlardı. Şark Türkçesinde, yani Uygur lisanında hayli edebiyat vücuda gelmiş, bir takım şair ve edipler yetişmişti. İran'da kurulan Türk Devletleri Farisîyi resmî ve edebî lisan olarak kabul ettikleri halde; Anadolu'da kurulan Selçuklular devrinde resmî lisan Türkçe kabul edilmişti. Daha sonraları Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra bu lisan günden güne kesb-i Türkî etmeğe başlamış, hatta Sultan Mehmed Han, Sultan Selim ve Süleyman devirlerinde mükemmel bir Osmanlı Edebiyatı meydana gelmiş ve birçok edip ve şairler yetişmişti.(Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sâir unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk tâifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmıyan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi.) Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir; zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği hâlde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!... R.N.)(İşte ey Ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâdları; Altıyüz sene değil, belki, Abbasiler zamanından beri bin senedir, Kur'ân-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'ânı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'âna ve İslâmiyet'e kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümâtı def'ettiniz. Tâ $âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa'nın ve frenk-meşreb münâfıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!..M.)(...Evvelâ Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, daha sonra Emeviye'nin son zamanlarında olduğu gibi bu hizmeti, Arap'tan Acem'e doğru geçmiş; hadis-i şerifin de delâlet ettiği üzere Fars milleti manen ve maddeten İslâmiyete pek büyük hizmetler yapmış, sonra bunlar da aynı hale gelmiş; bu defa da Allah Türkleri göndermiş. Arapların, Farslıların, kıymetini bilemeyip zâyi' ettikleri İslâm devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan dünyanın her tarafına yaymışlar. Demek ki onlar da bu nimetin kıymetini bilmez, küfr ü küfrâna giderlerse mevkilerini, Allah'ın göndereceği diğer bir kavme terketmeğe mecbur olacaklardır. Ve kim bilir vâsi ve alim olan Allah Teâla, kıyamete kadar daha ne kavimler gönderecektir. Binaenaleyh, ey mü'minler! Dininizin kıymetini biliniz, hiç bir kavme inhisar kabul etmeyen bu vâsi' feyz-i hakkı, bu fazl-ı İlâhîyi, bu yüksek hürriyeti bırakıp da başkalarının muvalâtı arkasına düşmeyiniz. E.T.)
TÜRKÂN (Türk. C.) Türkler.
TÜRKCUŞ f. Yarı pişmiş et.
TÜRKİSTAN f. Türklerin anayurdu olan ve Hive, Fergana, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Kırgız şehirlerini içine alan büyük bölge.Doğu Türkistan bugün Çin'de, Güney Türkistan ise Afganistan'da, büyük parçası olan Batı Türkistan ise Rusya'da kalmaktadır.
TÜRKİYYAT Türklerin dil, edebiyat, tarih ve ırki hususiyetlerini tedkik eden ilim.
TÜRKTAZ f. Koşup saldırarak yağma etme. * Çapul, çapulcu.
TÜRKÜ (Aslı: Türkî) Türk halk musikîsi.
TÜRNUK Sel yolunda arta kalan balçık.
TÜRR Yapı üstüne çekilen ip.
TÜRRA' Kapıcı.
TÜRRAS Kalkancı.
TÜRRE (C.: Terârih) Bâtıl, herze söz.
TÜRREHAT (Türrehe. C.) Saçma sapan sözler.
TÜRREHE (C.: Terârih-Türrehat) Saçma sapan ve mânasız söz.
TÜRS (C.: Etrâs-Tirâs-Türus) Ask: Kalkan.
TÜRŞÎ Ekşilik. * Turşu.
TÜRÜAT (Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler.
TÜRÜŞ f. Ekşi, hâmız.
TÜRÜŞ-RU(Y) (C.: Türüşruyan) Asık suratlı, ekşi yüzlü.
TÜS' Dokuzda bir. (1/9)
TÜTUK Örtü, perde. Çadır.
UBAB Her nesnenin muazzamı, her şeyin büyüğü. * Cemaat, topluluk. * Taşkın sel suyu. * Pek taşkın, coşkun.
UBAR f. Ağlama, inilti.
UBEYD Küçük kul, kulcuk.
UBEYDE BİN CERRAH (R.A.) Aşere-i Mübeşşere'den olup, asıl ismi Amir bin Abdullah'tır. Her din muharebesinde bulunup çok büyük şecaat ve metanet göstermiştir. Adaleti ile de meşhurdu. Şam'ın fethinde kendisi kumandandı. Hicri 18 senesinde 58 yaşında iken taundan vefat etmiştir.
UBR Çok. * Sedir ağacından su kenarlarında biten ağaç.
UBS Huzursuzluktan yüz burkulmak. Yüz ekşime, surat asma.
UBSUR Seri. Çok yürüyen deve.
UBUD (Ebed. C.) Ebedler, sonsuzluklar.
UBUDET Kulluk. (Aslında zillete derler.)
UBUDİYYET Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri aynen icra ve tatbike çalışmak.(İnsanlar kendileri için değil, Allah'a ubudiyet için yaratılmışlardır.)(Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-i İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi, emr-i İlâhî ve neticesi rıza-i Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler, o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamıyanlar, mesela yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i o faidelerin bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o halis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip, evradı sırf rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkar da eder. L.) (Bak: Rububiyet)
Dostları ilə paylaş: |