CAZİB Çekici, cazibeli. * Hoş görünüşlü olup dikkati çeken.
CAZİBE Çekme kuvveti. * Mc: Letafet zamanı. Hüsn-ü cemal.(Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet câzibeyi tevlid eder gibi bir âdet-i İlâhiyye, bir kanun-u Rabbanidir. Mek.)
CAZİBEDAR f. Çekici, câzibeli.
CAZİBE KANUNU Madde âleminde geçerli olan Cenab-ı Hakk'ın tekvini bir kanunudur. Bu kanuna göre iki madde birbirini aralarındaki mesafe ile ters orantılı; kütle ve miktarlarıyla orantılı olarak çeker.
CAZİM Kat'i karar veren. * Gr: Cezmedici, cezmeden. Arabça bir kelimenin başına gelen bazı harfler o kelimenin sonunu sâkin okutur, o harfe de "câzim" denir. Meselâ "Lem yezuk" aslında (Yezuku) idi. Başına "lem" harfi geldiğinden " Yezuk" diye sâkin okundu.)
CAZİYE Doğurduktan sonra sütü azalmaya başlayan hayvan.
CAZÛ f. Cadı. Büyücü, sihirbaz.
CAZZ Semiz,iri gövdeli adam.
CE'B Kesbetmek, elde etmek, kazanmak. * Yaban eşeğinin büyüğü. * Kırmızı toprak boya. * Göbek.
CEB' (C.: Cebeât) Kızıl mantar.* (C.: Ecbu) Nakir dedikleri ağzı dar kap ki, içine su koyarlar. * Tehir etmek, sonraya bırakmak.
CEBABİRE Cebrediciler. Mütekebbirler. Zâlimler.
CEBAE Üstünde birşey düzeltilen ağaç.
CEBAN Korkak, ürkek.
CEBANET Korkaklık, ürkeklik. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak. (Bak: Sırat-ı müstakim)
CEBB Bir kimsenin zekerini ve hayasını kesip hadım etmek. * Devenin hörgücünü kesmek.* Kökünden kesmek.
CEBBAN (C.: Cebâbin) Peynirci.
CEBBAN(E) Sahrâ. Bayram namazını kılacak yer. * Mezarlık.
CEBBAR (Sıfat-ı İlahiyedendir) İstediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan. Büyüklük, azamet ve kudret sahibi. İmar eden Cenab-ı Hak. Kullarını ıslah edip tevbeye götüren Allah Teâlâ Hz.leri (C.C.) * Zâlim, gaddar, müstebid, mütemerrid insanlar da bu sıfatla tavsif edilir. Meselâ; Cengiz, cebbar ve gaddar bir devlet adamı idi. * Koz: Gökyüzünün cenubunda bulunan bir yıldız kümesi.
CEBBARANE Cebbarcasına. Cebbar olana yakışacak tarzda.
CEBBARÎ Cebbara mensub, cebbarlık, cebredicilik. Cebbarlık eden.
CEBCEB Çok hasta deve yavrusu.
CEBE' Kuyu içinden çıkan toprak ki, etrafına öbek öbek dökerler.
CEBE Zincir veya halkadan örme zırh. Cevşen.
CEBECİ f. Eski Osmanlı İmparatorluğunun ordusunun zırhlı sınıfına mensub nefer.
CEBEL Dağ, yüksek tepe. * Mc: Bir kavmin meşhuru ve büyüğü, âlim ve fâzıl kimse.
CEBEL-İ ARAFAT Arafat Dağı.
CEBEL-ÜN NUR Mekke dağlarından, Hira veya Hırra veya Harra Dağı. Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği dağ.
CEBELİSTAN f. Dağlık, dağlık yer.
CEBE-PÛŞ f. Zırh giyen.
CEBER (CEBERİYE) (Ceberiyyun) Cüz'i iradeyi inkâr eden bir fırka-i dalle. Hak yolundan çıkmış, dalâlete düşmüş bir fırka. Bunların zıdları da Mu'tezile'dir.
CEBERUT Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet.
CEBHA' Büyük alınlı kadın.
CEBHANE f. Barut, kurşun, gülle, top, tüfek ve benzerleri gibi levazımat-ı harbiye ve bunların bulunduğu yer.
CEBHE Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer. * Alın. * Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı. * Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört yıldız arslan alnına benzetilmiştir. * Bir kavmin ve cemaatin seyyidi.
CEBHE-SÂ Yüz süren.
CEBİN (Cebân) Korkak. Cesaretsiz. * Alın.
CEBİN-SÂ(Y) f. Alın sürücü, alın süren.
CEBİR Zabtetmek. Zor. Kuvvet. * Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek. * Bâtıl bir fırka. * Mat: Harflerle yapılan hesab. * Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya çıkık uzva sarılan tahtalar.
CEBR-İ MÂFAT Kaybedilen bir şeyin yerine başka bir şey bularak, onunla avunma.
CEBR-İ NOKSÂN Noksanı tamamlama, eksiği ikmâl etme.
CEBİRE Çıkık veya kırık olan bir uzva sarılan tahtalar.
CEBİRE f. Halkın bir işe hazırlık yapması.
CEBL İhtira, ibda. Yoktan yaratma.
CEBRAİL (Cebril, Cibril) Cenab-ı Hakk'ın emirlerini Peygamberlere (A.S.) bildiren büyük melek. Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Kur'ân-ı Azimüşşân'ı vahiyle getiren melek (A.S.).
CEBRE Kemik sarmakta kullanılan ağaç. * Tahta parçaları.
CEBREN Zorla. Cebir ve kuvvet istimali ile. Kuvvet kullanarak.
CEBRÎ Zorla icra olunan, rızası olmadan zorla yaptırılan. * Cebriye fırkasından olan.
CEBRİYE Cüz'i irâdeyi inkâr edenlerin bâtıl mezhebi.
CEBUB Sağlam yer. Muhkem. * Yeryüzü. * Katı ve galiz yer.
CEBZ Çekmek, cezb.
CE'CEE Geri durdurmak. * Deveyi suya çağırmak. * Eşek boncuğu denilen bir boncuk.
CED' Burun, kulak, el kesmek. * Hapsetmek.
CED'A Kestikten sonra geri kalan nesne. * Hapsetmek.
CEDA' Kıtlık ve şiddet senesi.
CEDA Bol yağmur, rahmet. * Hediye, ihsan. İn'âm. * Avantaj, kazanç.
CEDALE(T) Yer. Arz. Dünya. * Hurma koruğu, ham hurma.
CEDAVİ f. Hizmetçi aylığı.
CEDAVİL (Cedvel. C.) Cedveller. * Su yolları. * Listeler.
CEDAYE Geyik.
CEDB Kısırlık. * Kusur.
CEDCED Pek düz yer.
CEDD Babanın babası veya ananın babası. * Büyüklük, azimlik. * Kat'edip geçmek. * Tâli'li olmak. * Kesmek.
CEDD-İ EMCED En büyük cedd. En yaşlı, en büyük baba.
CEDDA' Küçük memeli kadın. * Susuz çöl.
CEDDAT (Cedde. C.) Nineler. Büyük anneler, anneanneler, babaanneler.
CEDDE (C.: Ceddât) Büyük vâlide. Annâne, nine. * Yeni olmak.
CEDDE-İ FÂSİDE Ananın anası, anneanne.
CEDDE-İ SAHİHA Babanın anası, babaanne.
CEDED Yassı, düz yer.
CEDEF (C.: Ecdâf) Makbere, kabir, mezar. * Yemen diyarından gelir bir otun adı. (Bir kimse bu otu yese su içmeye muhtaç olmaz.)
CEDEL Konuşmada kavga etme. Niza. Hakkı bulmak için olmayıp, galib görünmek için çekişme. (Diyalektik) * Man: Meşhur veya müsellem mukaddemelerden terekküb eden kıyastır.
CEDEL-GÂH f. Çekişme yeri. * Mc: Dünya.
CEDELÎ Tartışmaya, münakaşaya ait. Münakaşacı. Tartışmacı.
CEDEME (C.: Cüdem) Yaramaz dişi koyun. * Kısa boylu erkek.
CEDERÎ Vücutta çıkan çiçek hastalığı.
CEDES Kabir, mezar.
CEDGARE f. Reyler, tedbirler, çeşit çeşit yol.
CEDH Bir şeyi başka bir şeyle karıştırmak. * Sütü su ile karıştırmak.
CEDİ Güneş medarının oniki burcundan birisi. Oğlak burcu. (Güneşin cenuba doğru inişinin en aşağı derecesini bildirir.) * Keçinin erkek yavrusu, erkek oğlak.
CEDİB Kıtlık olan yer.
CEDİD Yeni, kullanılmamış.
CEDİDAN Gece ile gündüz. * Yenilenen iki şey. Yenilenenler.
CEDİL Devenin boynuna taktıkları ip.
CEDİLE Kabile. * Nâhiye. * Kuş kafesi.
CEDİR Lâyık, münasib, uygun. * Nihâyet, son. * Etrafı duvarlı yer.
CEDİYYE (C.: Cedâyâ) Gövdeye yapışan kan.
CEDL Yaratmak, halk. * Kuvvet. * Sağlam bükmek. * Azâ, organ, uzuv.
CEDR (Cidr) Duvar. Hâil, perde, zar. * Bir ot adı.
CEDÛD (C.: Cedâyid-Cüdüd) Sütü çekilmiş koyun.
CEDVA Bol yağmur, rahmet. * Armağan hediye.
CEDVAR Nebâtattan zerâvende benzer bir ottur ve mâcun yapılır.
CEDVEL Liste. * Su kanalı. Kanal. * Doğru, düz çizgiler çizmeğe mahsus âlet.
CEDY (C.: Cidâ-Ecd) Oğlak. * Burç adı.
CEDYE (C. Cedâyât) Eyer altına konulan keçe.
CEEY Su içmesi için deveyi çağırmak.
CEF' Kenara çerçöp atmak. * Zâyi ve bâtıl olmak. * Koparmak. * Bir kabı eğip içindekini dökmek.
CE'F Düşmek.
CEFA Eziyet. Sıkıntı. Zulüm. * Bir şey yerinde durmayıp bir tarafa ayrılmak.
CEFA-DİDE f. Cefa çekmiş, cefa görmüş.
CEFA ENDER CEFA Cefa içinde cefa. Azab içinde azab veya ayrılık.
CEFAF Kuru olma, kuruma.
CEFAKAR f. Eziyet eden, cefa eden. * Halk arasında: Eziyet çeken, cefa çekmiş mânalarında da kullanılır.
CEFA-KEŞ f. Eziyete dayanan, cefa çeken, acıya katlanan.
CEFALE İnsan topluluğu.
CEFA-PİŞE f. Gaddar, cebbar, zâlim. * Sevgili, mâşuk, sevilen.
CEFASET Hazımsızlık ıztırabı, sindirim zorluğu.
CEFCAF f. Hayâsız, ahlâksız kadın.
CEFCEF Yüce, yüksek yer. * Katı yel.
CEFF Kurumak.
CEFFAH Mütekebbir kimse, gururlu kişi.
CEFFAR (Cefr. den) Cifirci. Cifir yapan kimse.
CEFFE Kalabalık, kütle. * Kalabalığın verdiği uğultu.
CEFFE-L KALEM Düşünmeksizin, birden, hemen. * Kalemin yazısı kurumuş, silinmez. * Kat'i olan şey.
CEFFET Cemaat, topluluk, çok adet.
CEFH Fahirlenmek, mütekebbirlenmek, gururlanmak, kibirlenmek.
CEFİF Kuru, kurumuş.
CEFİR Ok koyulan kap, mahfaza.
CEFL Yağmuru yağmış bulut.
CEFLA Umumi ziyafet.
CEFN Göz kapağı. * Asma çubuğu. * Bıçak ve kılıç kını.
CEFNAK Gözleri büyük, rengi sarıya yakın bir kuşun adı.
CEFNE (C.: Cifân) Su kabı, tekne, teşt. Büyük çanak.
CEFR Dört aylık keçi oğlağı. * Geniş ve örülmemiş kuyu. (Bak: Cifr)
CEFV Kaba muâmele.
CEFVE Cefa, azar.
CEFVET Nezaketsizlik, kabalık, saygısızlık.
CEHABİZE Hakikatlerden, gerçeklerden haberi olanlar.
CEHAD Sağlam, katı yer.
CEHAD Nimet az olmak. * Ot uzamayıp kalmak. * Su az olmak.
CEHADET Tezlik, acelecilik.
CEHALET Bilmezlik, nâdanlık, ilimden ve her nevi müsbet mâlûmatdan habersiz olma. Cahillik.
CEHAM Yağmur vermeyen bulut.
CEHAMET (CÜHUMET) Yüz pörtümek, donuk yüzlü olmak.
CEHAN f. Cihân, dünya, küre-i arz, arz. * Sıçrayan, fırlayan, acele ve çabuk hareket eden.
CEHARET Sesin yüksek olması. Ses yüksekliği.
CEHBEZ (C.: Cehâbize) Basiretli, ileri görüşlü kimse.
CEHCEHE Çağırmak. * Irak etmek, uzaklaştırmak.
CEHD Fazla çalışma. Güç ve kuvvetini sarfetme. İnsanın nefsine hâkim olması. * Azim, gayret, fedakârlık.* Takat.
CEHELE (Cahil. C.) Câhiller. İlimden mahrum olanlar. Bilmeyenler. Nâdanlar.
CEHEMİYYE Cebriye'den Cehm bin Safvan mezhebi üzere "Cennet ve Cehennem fânidir, iman mârifettir ve ikrar değildir" diyen bir tâife.
CEHENDE f. Fırlıyan, sıçrayan. * Sıçramış, fırlamış.
CEHENDE-GÎ f. Fırlayış, sıçrayış.
CEHENNEM Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların işledikleri cürüm ve suçtan dolayı İlâhi adaletle ceza görecekleri yer. Cehennem'in varlığını bütün geçmiş peygamberler ve onların yolundan giden bütün âlimler ve evliyalar kesin bir bilgi olarak bildirmişlerdir. Esasen Allah'ın adaleti cehennemi gerektirir. Ezenlerle ezilenler, haklılarla haksızlar, zâlimlerle mazlumlar, iyilerle kötüler, inananlarla inanmıyanlar, Allah'a kul olanlarla kula kul olanlar eşit olamaz. Allah'ın adaleti iyilere mükâfat, kötülere cezayı gerektirir. İnkarcılar hayatı mânasız bulmakla, ölümü de kendilerini ve bütün sevdiklerini yok eden ebedî bir idam saymakla daha hayatta iken cehennemin müjdecisi olan ruh bunalımını yaşıyorlar. İçki, kumar, zevk, eğlence, sefahet onları ruh bunalımından kurtaramıyor. Çağımız insanının huzursuzluğu ve mutsuzluğu, inançsızlıktan kaynaklanıyor. Onların bu halleri, inançsızlığın cezasının Cehennem olacağını gösteriyor.Cehennem'in yedi tabakasının isimleri: Sair, Sakar, Cahim, Hutame, Lâzı, Hâviye, Derk-i esfel.(Cehennem, azab yeri olan ateşin ism-i alemidir ve müennestir. Arabca "cehnam" kelimesinden me'huz, bu da cehm'den müştaktır. Cehm, galiz ve müstekreh olmak; cehnam, dibi görünmez derin kuyu demektir. E.T.)(Cehennem nerededir?Elcevap: $Cehennemin yeri, bâzı rivâyatla "Tahtel-Arz" denilmiştir. Başka yerlerde beyan ettiğimiz gibi Küre-i Arz, hareket-i seneviyesiyle ileride mecma-ı haşir olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, Arzın o medar-ı senevisi altındadır demektir. Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir. Küre-i Arzın seyahat ettiği mesafe-i azimede pek çok mahlukat var ki, nursuz oldukları için görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahluklar gözümüzün önünde olup göremiyoruz.Cehennem ikidir. Biri suğra, biri kübrâdır. İleride suğra, kübrâya inkılâb edeceği ve çekirdeği hükmünde olduğu gibi, ileride ondan bir menzil olur. Cehennem-i Suğrâ, yerin altında, yâni merkezindedir. Kürenin altı, merkezidir. İlm-i Tabakat-ül-Arz'ca malûmdur ki: Ekseriya her otuzüç metre hafriyatta, bir derece-i hararet tezayüd eder. Demek merkeze kadar nısf-ı kutr-u arz, altı bin küsur kilometre olduğundan, ikiyüz bin derece-i harareti câmi; yâni ikiyüz def'a ateş-i dünyeviden şedit ve rivayet-i hadise muvâfık bir ateş bulunuyor. Şu Cehennem-i Suğrâ, Cehennem-i Kübrâya ait çok vezaifi, dünyada ve Alem-i Berzah'da görmüş ve ehâdislerle işaret edilmiştir. Âlem-i Âhirette, Küre-i Arz nasılki sekenesini medar-ı senevisindeki meydân-ı haşre döker; öyle de: İçindeki Cehennem-i Suğrâ'yı dahi Cehennem-i Kübrâ'ya emr-i İlâhi ile teslim eder. Ehl-i İtizâl'in bâzı imamları; "Cehennem sonradan halkedilecektir" demeleri, hâl-i hâzırda tamamiyle inbisat etmediğinden ve sekenelerine tam münasip bir tarzda inkişaf etmediğinden galattır ve gabavettir. Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki yerlerini görüp tâyin edelim. $ Âhiret âlemi'ne ait menziller, bu dünyevi gözümüzle görülmez. Fakat bâzı rivâyâtın işaretiyle âhiretteki Cehennem bu dünyamızla münasebetdardır. Yazın şiddet-i hararetine $ denilmiştir. Demek bu dünyevi küçücük ve sönük akıl gözüyle o büyük Cehennem görülmez. Fakat İsm-i Hakim'in nuriyle bakabiliriz. Şöyle ki: Arzın medâr-ı senevisi altında bulunan Cehennem-i Kübrâ, yerin merkezindeki Cehennem-i Suğrâyı güya tevkil ederek bâzı vazaifini gördürmüş. Kadir-i Zülcelâl'in mülkü pek çok geniştir, hikmet-i İlâhiye nereyi göstermiş ise Cehennem-i Kübrâ oraya yerleşir. Evet, bir Kadir-i Zülcelâl ve emr-i Künfeyekün'e mâlik bir Hâkim-i Zülkemal gözümüzün önünde kemâl-i hikmet ve intizam ile Kamer'i Arz'a bağlamış; azamet-i kudret ve intizam ile Arzı Güneş'e rabtetmiş ve Güneş'i seyyârâtiyle beraber arzın sür'at-i seneviyesine yakın bir sür'at ile ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre Şems-üş Şümûs tarafına bir hareket vermiş ve donanma elektrik lâmbaları gibi yıldızları, saltanat-ı rububiyetine nurani şâhidler yapmış; onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zât-ı Zülcelâl'in kemâl-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki Cehennem-i Kübrâ'yı elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip âhirete bakan semânın yıldızlarını onunla iş'al etsin; hararet ve kuvvet versin. Yâni, âlem-i nur olan Cennet'ten yıldızlara nur verip, Cehennem'den nar ve hararet göndersin. Aynı halde o Cehennem'in bir kısmını ehl-i azâba mesken ve mahbes yapsın. Hem bir Fâtır-ı Hakim ki: Dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar. Elbette o Zât-ı Zülcelâl'in kudret ve hikmetinden uzak değildir ki, Küre-i Arz'ın kalbindeki Cehennem-i Suğrâ çekirdeğinde Cehennem-i Kübrâ'yı saklasın.Elhasıl: Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehasındadır. Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflisi, sakili aşağı tarafında; nuranisi, ulvisi yukarı tarafındadır. Hem şu seyl-i şuunatın ve mahsûlat-ı mâneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise, mahsûlâtın nev'ine göre, fenası altında, iyisi üstündedir. Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyalenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu' ettiği yerdedir. Yâni habisâtı ve muzahrefâtı esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligâhıdır. Tecelligâhın yeri ise, heryerde olabilir. Rahmân-ı Zülcemâl ve Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecelligâhını açar.Amma Cennet ve Cehennem'in vücudları ise, Onuncu ve Yirmisekizinci ve Yirmidokuzuncu Sözlerde gayet kat'i bir surette isbat edilmiştir. Şurada yalnız bu kadar deriz ki: Meyvenin vücudu dal kadar ve neticenin silsile kadar ve mahzenin mahsulât kadar ve havzın ırmak kadar ve tecelligâhın, rahmet ve kahrın vücudları kadar kat'i ve yakîndir. M.)
CEHENNEM-İ SUĞRÂ Küçük cehennem.
CEHENNEM-NÜMUN f. Cehennem gibi çok azab verici.
CEHER Gündüzleyin bir şeyi görememek. (O kimseye "echer" derler)
CEHİR (Cehr. den) (C.: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen. * Güzel, dikkate değer.
CEHİR-ÜS SAVT Çok ve kuvvetli ses.
CEHİŞ Halktan uzak olan.
CEHİZ Karnından çocuk düşüren.
CEHL Câhillik, bilmemezlik, ilimden mahrum olmaklık, nâdanlık, tecrübesizlik, gençlik.
CEHL-İ BASİT Bilmediğini bilmek sûretiyle olan câhillik.
CEHL-İ MÜREKKEB Bilmemekle beraber, bilmediğini de bilmemek.
CEHLİSTAN f. Cehâlet âlemi. Cahilliğin olduğu yer.
CEHR Görünmek, zâhir olmak. * Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak. * Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi veya ekserisi hapsolmuş bir şekilde sesin çıkmasına denir.
CEHRE Açıkta ve belli olan şeyler. * Pamuk ve ipek sarılan masura.
CEHREN Açıktan, alenen.
CEHRET Görünmek, zahir olmak.
CEHRETEN Aşikâr sûrette, aleni bir şekilde, açıktan açığa.
CEHRÎ Aleni ve yüksek sesle vâki olan şey.
CEHŞ (CÜHÜŞ) Medet edişmek. Başka kimseye sığınıp arkalanmak.
CEHÛD Cıfıt, yahudi.
CEHÛF Kuyudan suyu alıp yukarı çekmeye mahsus kova.
CEHÛL Pek çok câhil. (İnsan hayvanların aksine olarak hayata lâzım her şeye karşı câhildir. Her şeyi öğrenmeğe mecburdur. Hadsiz eşyaya muhtaç olduğu için sigayı mübalâğâ ile cehûldur. M.)
CEHÛLÂNE Pek câhilcesine.
CEHÛŞ Oğlan, sabi.
CEHVA' Açık.
CEHVE İnsanın dübür yeri.
CEHVERE Zâhir olmak, görünmek.
CEHYER Dişi ayı.
CEHZAM Başı büyük, yuvarlak yüzlü kişi. * Esed, arslan.
CELÂ Parlak, ruşen. Zâhir, açık.
CELÂ' Gurbete düşmek, memleketinden ayrı olmak. Şehrinden ve meskeninden çıkmak. * Başkalarını çıkarmak. * Açık haber. * Ruşen olmak, parlamak.
CELÂ-YI VATAN Doğduğu yerden ayrılma.
CEL'AB Medine yakınında bir dağ. * Gözü çok iyi görmek.
CELAB f. Salkım küpe.
CEL'ABE Çok kuvvetli dişi deve.
CELABİB (Cilbâb. C.) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler. (Bak: Tesettür)
CELACİL (Cülcül. C.) Küçük çanlar, ufak çıngıraklar.
CEL'AD Yoğun gövdeli şişman, kaba kimse.
CELADET Yiğitlik. Bahadırlık. Kuvvet ve şiddetlilik. Muhkemlik. Salâbet, metânet.
CELAFET Kabalık, yontulmamışlık.
CELAH Başın iki tarafından saçın dökülmesi. * Devenin ağaç yemesi.
CELAHİZ Kaba, ağır.
CELAİL (Celile. C.) Celiller, büyük olanlar, yüceler.
CELAL (Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım. * İlm-i Kelâm'da: Cenâb-ı Hakk'ın kahrının ve azametinin tecellisi, Cenâb-ı Hakk'ın nev'deki tecellisi. Cenâb-ı Hak, vahdaniyyetine delil olacak çok şeyler yarattığından veyâ ihâtadan âli ve celil olduğu veya hislerle idrâk edilmekten celil olduğundan Celâl denir.(Arkadaş! Cenâb-ı Hakk'ın sıfât-ı ezeliyye âleminde biri celâlî, diğeri cemâlî iki türlü tecellisi vardır. Celâl ile Cemâlin sıfât-ı ef'âl âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezâhür eder. Ef'âl âlemine tecelli edince; tahliye $ ile tahliye $ (tezyin ile tenzih) doğar. Asar ve a'mal âleminden âlem-i âhirete intiba' edince; lütuf, cennet ve nur olarak; kahr da, cehennem ve nâr olarak tecelli eder. Sonra âlem-i zikre inikâs edince; biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır. Sonra âlem-i kelâmda tecelli edince, kelâmın emir ve nehye taksimine sebep olur. Sonra âlem-i irşada intikal edince; irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzâra taksim eder. Sonra vicdana tecelli edince, recâ ve havf husule gelir. Sonra irşâdın iktizâsındandır ki, havf ile recâ arasındaki muvâzene devamla muhafaza edilsin ki, recâ ile doğru yollara sülûk edilsin, havf ile de eğri yollara gidilmesin. Ne Allah'ın (C.C.) rahmetinden me'yus, ne de azabından emin olunsun. İ.İ.)
CELA'LA' Kirpi.
CELALEDDİN-İ HARZEMŞAH (Vefâtı M.: 1231) Mengü berdi (Allah verdi) ismi de verilir. Harzemşah soyunun 7nci ve son hükümdarıdır. Tarihte cesaret ve irfanı ile tanınmıştır. O zamanın deccalı olan Cengiz'in kahır ve şiddeti karşısında İrân ve Turân korku ve zillete düştüğünde Celâleddin, Cengiz'in ordularını müteaddit defalar mağlub etmiştir. Kendisine pederinden şehzadelikten başka bir şey kalmadığı halde Harzem'de, Hind'de, Irak'ta, Azerbeycan'da dört devletin meydana gelmesine muvaffak oldu. Küçük küçük kuvvetlerle üç milyon askere sâhib Tatar devletine karşı yirmiden ziyade zafer kazandı. Moğol taarruzlarından birisinde bir dağa çekildiği sırada bir çapulcu taifesi tarafından sırtından hançerlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)(Meşhurdur ki: Bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlub eden Celaleddin-i Harzemşah harbe giderken vüzerâsı ve etbaı ona demişler: "Sen muzaffer olacaksın; Cenab-ı Hak seni galip edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenab-ı Hakk'ın vazifesine karışmam, muzaffer etmek veya mağlub etmek onun vazifesidir." İşte o zât bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla hârika bir surette çok defa muzaffer olmuştur. M.N.)
CELALEDDİN-İ SÜYÛTÎ (Hi: 849 - 911) Abdurrahman bin Ebu Bekir Muhammed adı ile de anılır. Hadis imamı ve müctehid bir zattır. Mısırlıdır. Süyût şehrinde doğdu. Mısır'da vefat etti. Zamanının büyük İslâm allâmelerindendir. Asıl adı: Ebû Bekir oğlu Abdurrahman'dır. Tefsir, fıkıh, hadis ilmine dair eserleri vardır. Celaleddin Muhammed bin Ahmed Mısrî'nin, İsrâ Sûresine kadar yaptığı (Hi: 864'de vefat edince yarıda bıraktığı) tefsiri tamamlamıştır ve Celaleyn Tefsiri denmiştir.
CELALÎ Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan. * Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad. * Sultan Celaleddin Melikşah tarafından hazırlanan ve Hicri 471 tarihinde başlayan bir güneş takvimi.
CELALLİ Çok çabuk kızan kimse.
CELAZE Sazların perdeleri.
CELB Kendi tarafına çekmek. Çekmek, götürmek.
CELB-İ KULÛB Kalbleri çekme, kalbleri kazanma.
CELB-İ SURET Uzakta olan bir şeyin sûretini resmini yanına getirmek.(... Hz. Süleyman (A.S.) taht-ı Belkıs'ı yanına celbetmek için vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: "Gözünü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim." olan hâdise-i hârikaya delalet eden şu âyet: $İlâahir işaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzar etmek mümkündür. Hem vakidir ki: Risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hz. Süleyman (A.S.) hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak için ve raiyyetinin ahvâlini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu'cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk'a itimad edip, Süleyman'ın (A.S.) lisan-ı ismetiyle istediği gibi o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak'dan istese ve kavanin-i adetine ve inayetine tevfik-i hareket etse, ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek, taht-ı Belkıs Yemende iken, Şamda aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir. İşte, uzak mesafede celb-i surete ve savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor ve mânen diyor: Ey ehl-i Saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz Süleymanvâri, ruy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız. Çünki; Bir hakim-i adalet-pişe, bir padişah-ı raiyetperver, aktar-ı memleketine her istediği vakit muttali olmak derecesine çıkmakla mes'uliyet-i mâneviyeden kurtulur veya tam adalet yapabilir. Cenab-ı Hak, şu ayetin lisan-ı remziyle mânen diyor ki: Ey beni-adem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için, ahvâl ve vukuat-ı zemine bizzat ıttıla veriyorum. Ve madem herbir insana, fıtraten zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre ruy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev'en yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velâyet misillû manen erişebilir. Öyle ise, şu azim nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki: Ruy-i zemini, her tarafı, herbirinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz. S.)
Dostları ilə paylaş: |