Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə27/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   181

CİHAD-I EKBER Nefis ile mücadele.

CİHAD-I MANEVÎ İlim, fikir, istiğfar gibi manevi unsurlarla din düşmanlarına karşı koymak.

CİHADÎ (Cihadiyye) Cihada mensub, savaş işleriyle alâkalı. * II. Sultan Mahmud devrinde harp masraflarına mukabil olmak üzere kesilmiş olan sikke.

CİHAN f. Dünya, kâinat, âlem.

CİHAN-ÂRÂ f. Cihanı süsliyen, dünyayı bezeyen.

CİHAN-BÂN f. Cihanın bekçisi, dünyanın koruyucusu olan. Allah. Hükümdar.

CİHAN-BİN f. Dünyayı, cihanı gören. Allah. * Göz.

CİHAN-CU(Y) f. Dünyaya hâkim olmaya çalışan sultan, hükümdar.

CİHAN-DEĞER f. Cihan kıymetinde. Çok kıymetli.

CİHAN-DİDE f. Cihanı görmüş. Tecrübeli. * Meşhur, nâmdar.

CİHAN-EFRUZ f. Cihanı, dünyayı aydınlatan.

CİHAN-FÜRUZ Cihanı aydınlatan.

CİHAN-GERD f. Dünyayı dolaşan, cihanı gezen.

CİHAN-GİR f. Meşhur, cihanı zabteden, fâtih.

CİHAN-NEVRED f. Cihanı gezen, dünyayı dolaşan.

CİHAN-NÜMA f. Dünyayı gösteren harita veya coğrafya. * Çatının üzerinde her tarafa nezareti olan açık taraça. * Meşhur Türk Âlimi Kâtib Çelebi'nin 1654 (Hicri: 1065) tarihinde çizdiği Asya Kıt'asının haritası.

CİHAN-PENAH Cihanın koruyucusu olan.

CİHAN-PESEND f. Cihana meydan okuyan.

CİHAN-SÂLÂR f. Cihanın başkanı, büyüğü ve kumandanı olan, padişah.

CİHAN-SİTAN f. Cihanı zapteden. Padişah, hükümdar.

CİHAN-SÛZ f. Cihanı yakan, güneş. * Mc: Çok zulmeden.

CİHAN-ŞÜMÛL f. Cihan vüs'atinde, dünya çapında, cihanı alâkadar eden. Dünyayı kaplayan.

CİHANİYAN f. Dünya ahalisi olan insanlar.

CİHAR f. (Bak: Çâr)

CİHAR (Cehr. den) Sesle, sadâ ile ve alenen söyleme ve okuma.

CİHAREN (Cehr. den) Alenen, açık olarak.

CİHAR-I YAR-I GÜZİN f. Dört halife: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.Anhüm)

CİHAS Kalabalık, müzâhame.

CİHÂT (Cihet. C.) Cihetler, taraflar, yönler.

CİHÂT-I ERBAA Dört cihet.

CİHÂT-I SELASE Üç uzunluk: En, boy, yükseklik.

CİHÂT-I SİTTE Altı cihet. Altı taraf. (İleri, geri, sağ, sol, yukarı, aşağı taraflar.)

CİHAZ Âlet ve edevat.* Gelinin lüzumlu şeyleri. Çeyiz. * Cenazenin kaldırılması için lâzım olan eşya.

CİHAZAT (Cehâzât) (Cihâz. C.) Cihazlar, maddî manevî âletler, lüzumlu edevat.

CİHET (C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt.

CİHET-İ RÜCHANİYET Üstünlük ciheti.

CİHET-ÜL VAHDET Birlik ciheti.

CİHET-ÜL VAHDET-İ İTTİHAD Birleşmenin birlik ciheti. Yani birleştiren temel unsur. Birleştiren ve birleşilen esas.

CİHNAM Derin kuyu.

CİL Cemaat, insan güruhu. Millet. Boy, aşiret, kuşak.

CİLÂ Parlaklık, parlatma, perdaht, lostura.

CİLÂ-BAHŞ Parlaklık veren, parlatan.

CİLAHİK Eskiden kemankere ile ve şimdi de tüfek ile atılan yuvarlak nesne.

CİLANGER f. Çilingir.

CİLAS Beraber oturma.

CİLAZ Kamçının ucuna bağlanan kayış.

CİLAZ Toz, gubâr.

CİLBAB Kadın feracesi. Çarşaf. (Bak: Celâbib, Tesettür)

CİLBEND Büyük cüzdan. Evrak koymaya mahsus birçok gözlere ayrılmış cüzdan şeklinde çanta ki, koltuk altına alınır.

CİLD Deri. * Meşin. * Kitab kabı. * (Masdar olarak) Kitabın dikilip kap geçirilmesi. * Bir büyük kitabın bölündüğü kısımların her biri.

CİLD-GER f. Ciltçi, mücellit.

CİLDİYYE Cilt hastalıkları bölümü.

CİLEN BA'DE CİLİN Devirden devire, asırdan asıra.

CİLF Boş küp.* Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı. * Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı. * Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun. * Her nesnenin parçası. * Hoyrat, kaba. Ayak takımından.

CİLFE Kalem yongası.

CİLHABE Büyük olan şey, kebîr.

CİLL Ekin biçildikten sonra yerde kalan sap ki, "anız" derler.

CİLLE Büyük, ulu nesne. Kebîr ve azîm.

CİLLEVEZ İnce kabuklu, uzunca fındık. * Köknar.

CİLM(E) Üzüm çubuğundan kestikleri değnek.

CİLNAR (Cüllenâr) Gülnar. Nar çiçeği.

CİLSE Bir çeşit vurmak.

CİLT (Bak: Cild)

CİLVAH Geniş ve dolu olan deve.

CİLVAZ (C.: Celâvize) Kethudâ. Reis.

CİLVE Esmâ-i İlâhînin tecellisi. * Tecelli. * Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş.

CİLVE-İ İRÂDE İrâde ve kasdı gösteren tezahür ve tecelli. Cenab-ı Hakkın kendi bizzat isteği ve iradesiyle yaptığını gösteren oluş ve intizam, mükemmeliyet. (İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine özel bir münasebeti var ki: Bütün âzâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani: İrade-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekviniyeye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve lâtife-i Rabbaniye olan ruh onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hâcatlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. S.)

CİLVEGÂH (Cilve-geh) f. Cilve edilecek yer, cilve yeri.

CİLVEGER f. Cilve ve naz eden. Cilveli. * Tecelli eden.

CİLVEKÂR f. Cilveli. Nâzenin.

CİLVEKÜNÂN f. Cilve yaparak.

CİLVENÜMÂ f. Cilve yapan, cilve gösteren, cilve eden.

CİLVESAZ f. Cilveli. Nazlı. Gönül alan.

CİLVEZET Mâni olmak. Men'etmek.

CİLZ Süngü demiri. * Kamçının ucundan tuttukları yer.

CİLZE (C.: Cilzâ) Sert ve sağlam yer.

CİM ( harfinin arapça adı olup ebced hesabında üç sayısının karşılığıdır.

CİM Gulamperest olan kimse.

CİMA' Cinsi münâsebet. Çiftleşmek. * Zamm etmek.

CİMAH Binicisi zabtedemediğinden, atın serkeş olup binicisini istememesi.

CİMAL (Cemel. C.) Erkek develer.

CİMAM Kuyu içinde suyun toplanması ve çoğalması.

CİMAR Toplu kabile. * Süvari alayı.

CİMNASTİK yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi.

CİMRİ f. Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy olarak bilinir. Cömertlik ve tutumluluk ise övünülen ahlâkî vasıflardandır. Cömertlikte de ölçülü olmak tavsiye edilir. Başkasına muhtaç duruma düşürecek cömertlik de doğru değildir. (Bak: İktisad)

CİMSE Rengi gökrek kızıllığa yakın kıymetli bir taş.

CİN (Bak: Cinn)

CİNAB Hayvanlara vurulan damga ve nişan.

CİNAÎ (Cinâiyye) Cinayetle alâkalı.

CİNAN (Cennet. C.) Cennetler.

CİNAN-I ULÛM İlm-i Kur'ân ve imân cennetleri. Maarif-i İlâhiye ve tahkikî ve yakinî imân derslerinin okunduğu ulemâ-i İslâm ve talebe-i ulûm meclisleri.

CİNARE Esterâbâd ile Cürcân arasına derler.

CİNAS Benzeyiş, münâsebet. * Edb: Birçok mânâya gelebilen söz, imalı, telmihli söz. telâffuzu bir, mânası ayrı olan kelimelerin bir sözde bulunması. Bunu yapmaya "tecnis" denir, o kelimelere de "cinas" denir.

CİNAS-I MUHARREF Edb: Yalnız harflerde beraberlik, harekelerde ayrılık bulunan cinâs. (merd, mürd gibi.)

CİNAS-I NÂKIS Edb: Cinaslı kelimelerin birinde veya birkaç harfin ziyade olması suretiyle yapılan cinas. (dem, âdem gibi.)

CİNAS-I TAMM Edb: Lâfızda, harekelerde ve harflerde eksiklik ve ziyâdelik bulunmayan cinâs. Kır (kırmaktan emir), kır (çöl); yaz (yazmaktan emir), yaz (mevsim).

CİNAYAT (Cinayet. C.) Büyük cezâları gerektiren suçlar. Cinayetler.

CİNAYET Adam öldürmek, katl. (Bak: Câni)

CİNAYET-KÂR f. Cinayet işleyen.

CİNAZE Tabut. İçine cenaze konulan sandık.

CİNCİN(E) (C: Cenâcin) Göğüs kemiği.

CİNH Gece karanlığı.

CİNN Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. Akıl ve şuur sâhibi olup pekçok şer ve isyan yapabildikleri gibi "Peygamberlerin ve semâvî kitabların irşadlarıyla" insana yetişememekle beraber terakki edip yüksek kemâlatlara çıkabilen mahluktur. İnsanlar gibi dinin bir kısım emirlerini yapmakla ve bazı yasaklarından kaçınmakla yükümlüdürler. Kıyamet ve haşirden sonra cinlerden de dünya imtihanını kazananlar Cennet'e, kaybedenler Cehennem'e girecektir. Kâinat ve içindeki bütün varlıklar hakkında, en birinci söz söyleme hakkı; onların yaratıcısı ve mâliki olanındır. Çünki "Yapan bilir, öyleyse bilen konuşur" bir kaidedir. Cinlerin varlığını da, evvelâ; Kur'an-ı Kerimden öğreniyoruz. Ayrıca Peygamberimiz Resul-ü Ekrem'den (A.S.M.) gelen sahih rivayetler ve ashabının cinleri görmesi ve görüşmesi hâdiseleri de pek çoktur. Cinlerin pekçok cinsleri vardır. Bunlar lâtif yaratıklar oldukları için gaybî haberler getirmekte kullanılabilirler. Fakat Hazret-i Peygamber'den (A.S.M.) sonra cinlerin gaybî âlemden haber hırsızlamaları Cenab-ı Hak tarafından menedilmiştir.Cinlerin, kötülüğe sevkedenlerine şeytan-ı cinnî de denilir. * Lügatta: Bir şeyi hisseden, setretmek, gizlemek mânasına gelir.

CİNN SÛRESİ Kur'ân-ı Kerim'in 72. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.

CİNNET Delilik.

CİNNÎ Cinn taifesinden olan.

CİNS Nevi'. Boy, soy, kavim, kabile. Aynı çeşitten olmak.

CİNS-İ LATİF Lâtif ve hoş cins, nev. İnsanlar nev'inde kadın.

CİNSÎ Zırh yapıcı.

CİNSÎ Cinsle ilgili, cinsle alâkalı.

CİNSİYET Bir kavim ve kabileye mensub olma. * Bir cins ile alâkalı olma.

CİNUN (CİNAN) Gece karanlık olmak.

CİNZAB Yaban havucu.

CİR f. Aşağı, alt. * Eldiven, kayış vs. gibi şeyler yapılabilen tabaklanmış deri.

CİRAB (C.: Ecribe-Cireb Cerbân) Dağarcık.

CİRAHA (C.: Cirâh-Cirâhât) Yara.

CİRAN Komşular. * Müşteriler.

CİRAN (C.: Cürün) Devenin boynunun önünde boğazlanacak yerinden boğazı çukuruna kadar olan yer.

CİRANTA yun. Bir senedi ciro eden kimse.

CİRAR (Cerre. C.) Toprak testiler.

CİRAYE Suyun ve diğer sıvıların durmadan akıp gitmeleri.

CİRBAN Yaka.

CİRBET Ekinlik, mezra.

CİRCİR Maydanoz.

CİRCİS (Bak: Cercis)

CİRCİS Mühür yapılan mum. * Toprak. * Küçük üvez.

CİRE f. Çırak, uşak ve hizmetçilere verilen yevmiye, yemek ve para.

CİR'ET (Cer'et- Cür'et) Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * İkdâm etmek.

CİRET Komşuluk.

CİRF Büyük nesne.

CİRÎ Yılan balığı. (Fâriside mermahi derler.)

CİRİS Sazan balığı.

CİRİŞ Ceset.

CİRİT Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi.

CİRİYYA Tabiat, mizac, fıtrat, yaradılış. * Huy, haslet.Adet, alışkanlık.

CİRM Vücud, ten, cüsse, hacim, büyüklük. * Cansız cisim. * Yıldız.

CİRMAN Organlarla birlikte vücut.

CİRO ing. Bir senet veya havalenin alacaklı tarafından diğeri namına çevrilmesiyle üzerine buna dair şerh verilmesi.

CİRRE Devenin karnından çıkarıp çiğnediği geviş. * Yapağı denilen yün.

CİRRİYYE Kursak.

CİRS Temel, kök, menşe, kaynak, menba.

CİRSAM Divanelik, delilik. * Öldürücü zehir. * Zatülcenb.

CİRŞAB Hasta olduktan sonra zayıflayıp gövdede çıban çıkmak.

CİRYAL Altının kırmızılığı. * Bir cins kırmızı boya. * Temiz renk. * Şarap.

CİRYE Suyun akması ve şırıldaması. * Cereyan.

CİSAD Kan. Safran.

CİSİM (Cism) Varlığı bilinen, hayyiz olan, mekânı, ciheti, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan şey.

CİSM-İ NÂTIK Söz söyleyen cisim. Konuşan cisim. İnsan.

CİSM-İ NİZÂR Zayıf vücud.

CİSMANÎ (Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı. * Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak.

CİSMANİYET Cismânilik. Maddi beden sahibi olmak hâli.(Sual : Kusurlu, noksaniyetli, mütegayyir, kararsız, elemli cismaniyetin, ebediyetle ve cennetle ne alâkası var? Madem, ruhun âli lezâizi vardır; ona kâfidir. Lezaiz-i cismaniye için bir haşr-i cismâni neden icab ediyor?Elcevab : Çünki, nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır. Fakat, masnuat-ı İlâhiyenin bütün envaına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sâirenin mânen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı camiiyet itibariyle, tezekki etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi.. öyle de cismaniyet, en câmi, en muhit, en zengin bir ayine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazain-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaika, rızk zevkinde, enva-ı mat'umat adedince mizanlara menşe olmasaydı, herbirini ayrı ayrı hissedip tanımazdı; tadıp tartamazdı. Hem ekser esmâ-i İlâhiyenin tecelliyatını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihazatı, yine cismaniyettedir. Hem gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidatlar, yine cismaniyyettedir. S.)( $ âyetinin sarahat-ı kat'iyesiyle: İnsan, en ziyade ünsiyet ettiği ve dünyada numunesini tatmış olduğu cismani lezzetleri cennete lâyık bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi âzaların ettikleri hâlis şükürler ve hususi ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismani lezzetler ile verilecektir. Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan o derece cismani lezzetleri sarih bir surette beyan eder ki, başka te'viller ile mâna-yı zâhiriyi kabul etmemek imkân hâricindedir. ş.)

CİSMEN Cisim itibariyle, cisim olarak. Vücutça, bedence.

CİSR (C.: Cüsûr-Ecsür) Köprü. Ağaçtan olan köprü.

CİSR-İ MUALLÂK Asma köprü.

CİVAN f. Cevan. Taze. Genç.

CİVANAN (Civân. C.) f. Gençler.

CİVANÎ f. Gençlik.

CİVANMERD Sözünde sağlam. İyilik sever. Kahraman.

CİVAR Çevre, yöre, etraf. * Yakın yer, yakın komşu.

CİVARİYYET Komşuluk, yakınlık, aynı civarda oluş.

CİVE f. Civa. (Hg)

CİVELEK Tar: Yeniçeri Ocağı'nda bulunan ve aşçıbaşı maiyetinde yaver gibi kullanılan gençler. * Canlı, hareketli ve neş'eli deve yavrusu veya genç.

CİYA' (Câyi'. C.) Karınları acıkmış olanlar, açlar.

CİYADET Tazelik, yenilik. * İyilik, güzellik.

CİYEF (Cife. C.) Lâşeler, leşler. Cifeler.

CİYET Bozulmuş, değişmiş olan su. Bir yere toplanıp birikmiş olan su.

CİZ' Ağaç kütüğü. Ağaç kökü. Kuru direk. Hurma ağacının kökü. Hurma ağacı. * Çatı örtüsünde kullanılan ağaçlar. (Bak: Hanin-i ciz')

CİZ'-UN NAHL Hurma ağacının kökü, kütüğü.

CİZ' Derenin dar ve kısık yeri.

CİZAL Hurma toplama.

Cİ'ZARE Kısa boylu tıknaz kimse.

CİZARET Deve kasaplığı.

CİZE Dere kenarı.

CİZFE Küçük sürü.

CİZİRMAN Hurma yaprağının aslı; yâni dibi ki, yaprağı dökülünce ağaçta kalır.

CİZL (C.: Cüzul-Eczâl) Büyük odun ağacının kökü, tomruk.

CİZLE Bir büyük yığın hurma.

CİZME Deve sürüsü. * Koyun sürüsü.

CİZMİR Ağaç kütüğü.

CİZN Kök. * Ağaç kütüğü.

CİZYE Vergi. Haraç. Müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmayanlardan alınan ve devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi. (Bak: Haraç)

CİZYEDÂR f. Cizye adı verilen vergiyi toplıyan memur, cizyeci.

COĞRAFYA Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri;İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri, sanayi ve ticaret işleri;Siyasî Coğrafyada: Irk, dil, millet hususiyetleri ve devlet sınırları anlatılır.Bunlardan başka; hayvanat, nebâtât, ziraat, tarih, matematik gibi çeşitli mevzularla alâkalı coğrafya kolları da vardır.

CONTA Birbirinin üzerine kapanan iki madeni parça arasında, açıklık kalmamasını te'min etmek için konulan karton, kösele, lâstik vs. şey.

COP Polis ve polis görevlisi askerlerin taşıdığı, kauçuktan yapılma sopa.

CÖMERT Eli açık, ikramcı, kerem sahibi.

CU f. Custen fiilinin emir kökü. Gelecek misâlde olduğu gibi birleşik kelimeler yapılır.

AFV-CU Afv isteyen. Afv arayan.

CU f. Akarsu, ırmak, nehir, çay.

CU' Açlık.

CU'AN (Cu'. dan) Aç olarak, acıkmış olarak.

CU'BUB (C: Ceâbib) Fitil ucu. * Çirkin ve kısa boylu adam.

CU'BUS Ebleh, ahmak.

CUCE f. Civciv.

CUD Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye ve imaniye hizmetinde mutemed zâtlara lüzumunda maddeten de iştirak etmek fedakârlığı.

CUD U KEREM Cömertlik, eli açıklık.

CUDİ Hz. Nuh'un (A.S.) tufandan sonra gemisi ile sahile çıktığı dağın ismi. * Şırnak İlinin 6 kilometre güneydoğusunda bulunan bir dağın adı.

CUDİ-İ İSLÂMİYET Her türlü helâket ve felâketlerden İslâmiyetle necat bulunacağını ifâde eden bir teşbihdir.Nasıl ki Nuh tufanında Nuhun (A.S.) gemisi Cudi Dağında karaya oturup kurtuldukları gibi.

CUD U SEHAVET Cömertlik ve eli açıklık, sahilik.

CUG f. Öküz boyunduruğu.

CUGD Baykuş.

CUHAF Zarar ve ziyân edici, zarar verici nesne, muzır. * Çok yemekten şişip ishal olmak. * Ölmek, mevt.

CUHALE İğne deliği.

CUHAM İnsanı zayıflatan ve gözleri irinleten bir hastalık.

CUHDUB (C.: Cehâdib) Ayakları uzun, yeşil çekirge.

CUHFE Medine yakınında bir yerin adıdır ve Şam ehli orada ihram giyerler.

CUHR Yer deliği.

CUHUZ Çıkmak, huruç.

CU'L Ücret, mukabil, karşılık. * Ayak kirası. * Padişahın etbâından aldığı mal.

CUL f. Çaylak.

CUL (C.: Ecvâl) Akıl. * Rey. * Kuyu duvarı. Aşağısından yukarısına kadar kuyunun taraflarından her bir tarafı.

CULAH f. Örümcek, ankebut. * Çulha, yâni dokuyucu, nessâc.

CUM'A Toplanma. * Perşembeden sonraki gün. Müslümanların kudsî tâtil günü olup, o güne mahsus namazla mükelleftirler. Memur ve işçilerin cuma namazı vakti serbest bırakılmamaları din hürriyetine aykırıdır. Yahudiler ve hristiyanlar haftalık dinî törenleri için cumartesi ve pazar günü serbest oldukları halde, müslümanlara aynı hakkın tanınmaması hakiki medeniyete zıttır.

CUM'A-İ ATİK (Eski Cum'a) Osmanlılar zamanında, Bulgaristan'da Şumnu ile Razgrat arasında yer alan meşhur bir bölge.

CUM'A-İ BÂLÂ (Yukarı Cum'a) Osmanlılar devrinde, Selânik Vilâyetinin Serez sancağındaki bir kaza merkezi.

CUM'A SÛRESİ Kur'an-ı Kerim'in 62. ve Medine-i Münevvere'de nâzil olan sûresi.

CUM'AT (Cum'a. C.) Perşembeden sonra gelen günler. Cum'alar.

CUMEAT (Cum'a. C.) Perşembeden sonra gelen günler. Cum'alar.

CUMHUR Halk topluluğu. Hey'et, takım. Aynı kararı veya hükmü kabul edenler. * Âlimlerin çoğu, ekseriyeti. * Seçimle idare edilen devlet. * Bir yere toplanmış kum, toprak.

CUMHUR-U AVAM Halk tabakası.

CUMHUR-U MUHADDİSÎN Hadis alimleri sınıfı.

CUMHUR-U MÜ'MİNÎN İmanlılar sınıfı.

CUMHUR-U NÂS İnsanların ekserisi, halk kalabalığı.

CUMHUR-U ULEMÂ Âlimler cemaatı. Âlimler sınıfı. (Bir fikre dâvet cumhur-u ulemânın kabulüne vâbestedir, yoksa dâvet bid'attır, reddedilir. Mek.)

CUMHURİYET Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) aracılığı ile egemenliğini, (hâkimiyetini) kullanmasına dayanan hükûmet şekli. Cumhuriyetin birbirinden farklı üç tatbik şekli vardır.1- Parlementer hükûmet: Hükûmeti meclisler karşısında bağımsız sayan şekil.2- Meclis hükûmeti: Hükûmeti meclise bağlı sayan şekil.3- Başkanlık hükûmeti: Devlet ve hükûmet başkanı aynı kişidir ve halk tarafından seçilir. Hükûmeti başkan kurar, başkan değiştirir. Başkan meclislere karşı bağımsızdır. (Amerika'daki gibi.) (Orada benden sordular ki: Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?Ben de dedim: Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir Cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: Bu karıncı ve arı milletleri Cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine hürmeten tanelerini karıncalara veriyorum. Sonra dediler: Sen selef-i sâlihine muhalefet ediyorsun? Cevâben diyordum: Hülefâ-i Râşidîn hem halife hem Reis-i cumhur idiler. Sıddık-ı Ekber (R.A.) Aşere-i Mübeşşereye ve Sahâbe-i kirama elbette Reis-i Cumhur hükmünde idi. Fakat, mânâsız isim ve resim değil, belki, hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar Cumhuriyetin reisleri idiler. Ş.)(Cumhuriyet ki: Adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. H.)

CUMHURİYET-PERVER f. Cumhuriyetçi, cumhurcu.

CUMHUR REİSİ Cumhuriyetle idâre olunan memleketlerde Devlet Reisi.

CUMU' Toplanmalar. Cemi'ler.

CUMUAT (Cum'a. C.) Perşembe gününden sonra gelen günler. Cum'alar.

CU'MUS Pis, necis.

CUN (CUNİ) Karnı ve kanadı kara olan bağırtlak kuşu cinsinden bir kuş.

CÛNE (C.: Cuven) Attarların kutusu ve tablası.

CUR Belde ismi.

CUR'A Tek yudum. Bir içimlik. Bir yudumluk.

CUR'ATEN Bir yudumluk.

CURH (Curha) Yara. Yaralama.

CURNAL (Bak: Jurnal)

CUŞ f. Coşmak, kaynamak. Taşmak. Deprenmek.

CUŞACUŞ f. Çok coşkun, taşkın. Pek coşkun ve taşkın bir sûrette.

CÛŞAK f. Kaynama.

CUŞAN f. Coşup kaynayan.

CÛŞ-AVER f. Coşturucu, coşmaya sebep olucu.

CUŞİDE f. Coşmuş, kaynamış.

CUŞİR(E) f. Dokumacı.

CUŞİŞ f. Kaynama, coşma.

CUŞ U HURUŞ f. Kaynayıp taşma. Neş'e ve âhenk. Coşup taşma.

CU'ŞUM Galiz, kısa boylu adam.

CU'ŞUŞ (C.: Ceâşiş) Kötü huylu, kısa boylu.

CUUDET Kıvırcıklık.

CUUR Hurmanın gayet yaramazı, iyi olmayanı.

CUY f. Nehir, akarsu, ırmak, dere, çay.

CUYA(N) f. Arayan, arayıcı.

CUYBAR f. Akarsu, nehir, dere, çay, ırmak. * Irmak kenarı.

CUY-ÇE f. Küçük ırmak.

CUYEM f. (Cüsten, aramak mastarından "arıyorum, ararım" mânasınadır.) (Bak: Cû)

CUYENDE f. Arayıcı, araştırıcı, isteyen.

CÜBA' Korkak.

CÜBAB Devenin sütünün üstüne gelen köpüğü.

CÜBAR Ziyan olmak. Heder olmak. * Üçüncü gün.

CÜBB Kuyu. * Küp. Kulpsuz desti. * Vaktiyle zindan gibi kullanılan çukur, susuz kuyu.

CÜBBE (C: Cübeb) Şeâir-i İslamiyeden olup, giyilmesi sünnet olan dış kıyafetini teşkil eden, bilhassa namazda giyilen uzun ve bolca bir libas.

CÜBCÜBE (C.: Cebâcib) Korkutmak. * Yağ koymağa mahsus deri zenbil ve büyük desti. * Çok su. * Erimiş yağ.

CÜBCÜBİYYE İşkembe yemeği. (Onu pişirip satana işkembeci mânâsına "cübcübî" derler.)

CÜBLE Hörgüç.

CÜBN (Cübün) Ürkeklik. Korkaklık. Korkak olmak. * Peynir.

CÜBNE Korkaklık.

CÜBNÎ Peynirci. * Peynir hâlinde olan şey.

CÜBU' Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Yönelmek, rücu etmek.

CÜBÜLL (C: Cübüllât) Yaratılmak, hilkat. * Kesir, çok.

CÜBÜN Peynir. * (Cebin. C.) Alınlar.

CÜ'CÜ' Gemi göğsü. Kuş göğsü.

CÜDA f. Ayrılık. Ayrılmış.

CÜDA' Ölüm. Mevt. * Hayvana muzır olan otlak, çayır.

CÜDAD Çulha yumağı. * Eski kaftan. * Küçük ağaç.

CÜDAT (Câdi. C.) Dilenciler, sâiller.

CÜDAYİ f. İftirak, ayrılık.

CÜDCÜD (C.: Cedâcid) Orak kuşu derler bir büyük böcek ki yaz aylarında öter.

CÜDD Cem'etmek, toplamak. * Yol üstünde olan kuyu.

CÜDDET (C.: Cüded) Dağ arasındaki yol. * Şekil, tarz, işaret. * Çizgi.

CÜDED Dağ yolları. Yol gibi olan izler. * Bir rengi diğer renkten ayıran çizgi.

CÜDERA' (Cedir. C.) Yakışanlar. Lâyık olanlar, liyâkat sahibi olanlar.

CÜDERE (C: Cüder) Ur dedikleri yumru. (İnsan bedeninde çıkar)

CÜDERÎ Kabarcık denilen hastalık. * Çiçek hastalığı.

CÜDRAN (Cedr. C.) Duvarlar.

CÜDUBE Kıtlık.

CÜDÜR (Cidâr. C.) İnce deriler, zarlar. * Duvarlar, setler.

CÜFAEN Beyhude, boşuboşuna, faydasız yere.

CÜFAF Kurumuş.

CÜFAFE Dağılmış kuru ot.

CÜFAL Selin kenara attığı çör çöp. * Davarın yünü ve kılı çok olmak. * Kıllı kimse. * Bol.

CÜFALE Su kenarında olan çörçöp.

CÜFF İçi boş olan şey. Kof. * Dimağa işlemiş olan baş yarığı. * Hurma çiçeğinin kabuğu. * Cemaat, topluluk. * Yarısı kesilip kova olmuş olan çürük ve eski kırba.

CÜFRE Bir şeyin ortası. Mezar. * Boşluk. Çukur. * Göğsün içerisi. Sadır.

CÜFT f. Tek olmayan. Eşi olan. Çift.

CÜFTE f. Benzer, eş, denk, müsavi. * İnsan veya hayvan sağrıs. * Hayvan çiftesi.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin