EYNESSERA-MİN-ES-SÜREYYA (İmkânsızlık bildiren bir tâbirdir ki) Yer nerede, Süreyyâ nerede?.. Süreyyâ ile yer bir olur mu? (meâlindedir ve birbirlerine zıt ve uzak olan şeyler için söylenir.)
EYNİYET Mekânda bulunması sebebiyle birşeye ârız olan hâlet.
EYS Varlık. Vücud. Mevcud. * Kahir. Zulüm. * Zarar, ziyan. * Ümidsiz olmak. Ye'se düşmek. (Bak: Leys)
EYSAR Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler. * Ot.
EYSER Sol taraf. Soldaki. * Pek kolay.
EYTAL (C: Eyatil) Boş böğürlü.
EYTAM (Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar.
EYTAM VE ERÂMİL Yetimler ve dullar.
EYUM Erkeksiz kadın (ki, önce ere varmış olsun-olmasın).
EYVAH f. Heyhât, yazık.
EYVALLAH Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de selâmlaşmaktır ve bu sünnet-i seniyyedir.
EYVAN f. Köşk. Büyük salon. Büyük sofa. Divanhâne.
EYVAN-I KİSRA Dicle Nehri kenarında sol tarafta Medâyin şehrinde yıkıntıları bulunan eski İran (Acem) Padişahına mahsus bir saray. Bu saray, Peygamberimizin (A.S.M.) doğduğu gece çatlamıştır.
EYYAM (Yevm. C.) Devirler. Günler. * Güç, iktidar, nüfuz.
EYYAM-I ÂDİYYE Tâtil günlerinin haricindeki günler.
EYYAM-I BAHUR Ağustos ayının ilk yedi günü.
EYYAM-I BÎZ (Eyyâm-ül bîz) Her arabî ayın 12, 13, 14, 15'inci günleri.
EYYAM-I CEM' Hac mevsiminde Arafat ve Mina'da geçen dört gün.
EYYAM-I KUR'ANİYE Kur'an-ı Kerim'e göre olan günler (...Semavatta herhangi bir kürenin kendi etrafında bir defa dönmesi ile gün; mensub olduğu seyyarenin etrafında bir defa dönmesi ile de senesi meydana gelir. Her yıldızın kendine göre bir günü ve senesi vardır. Meselâ: Şems-üş-şumusun bir günü ellibin sene ve Şi'ra yıldızının bir günü bin senedir.)
EYYAM-I MAZİYYE Geçmiş günler.
EYYAM-I RESMİYYE Resmi günler.
EYYAM-I TEŞRİK Kurban bayramının birinci gününden sonraki diğer üç güne verilen isimdir. Zilhiccenin 11, 12 ve 13 üncü günleridir. Birinci gününe "yevm-i nahr" (kurban günü) denir.
EYYAMÜN MA'DUDAT Kurban bayramının son üç günü. * Sayılan günler. * Ramazan-ı Mübârekin sayılı günleri.
EYYAN Vakit, zaman.
EYYİD Kuvvetlendir, teyid et, devam ettir (meâlinde).
EYYİD-ALLAHU MÜLKEHU Allah'ım onun mülkünü devamlı kıl, kuvvet ver (meâlinde duâ.)
EYYİM Bekâr, dul. Eyyim; gerek bikir, gerek seyyib olsun zevci olmayan kadına ve zevcesi olmıyan erkeğe denir ki, buna bekâr denir. Bundan başka eyyim; hür kadına ve bir kimsenin kızı, hemşiresi, teyzesi gibi yakın hısmına da ıtlak edilir. (E.T.)
EYYÛB (A.S.) : Kur'ân-ı Kerim'de ismi geçen İshak Aleyhisselâm'ın oğlu olan Ays'ın evlâdından Eyyûb Aleyhisselâm, bir peygamber idi. Pek çok malı ve Şam tarafında çok mülkü vardı. Her makbul kulunu ve peygamberini Allah imtihana çektiği gibi onu da denedi. Cümle emlâki emvâli elinden gitti. O yine şükretti. Hasta oldu, yine Rabbine şükrediyordu, sabrediyordu. Bedeninde yaralar açıldı, yine sabretti. Yaraları kurtlandı, yanına kimse varmaz oldu, yalnız bir zevcesi ona hizmet ederdi. O yine sabreder ve ibâdetine devam eylerdi. (Kısas-ı Enbiya Cevdet Paşa)(Sabır kahramanı Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm'ın şu münâcâtı, hem mücerreb, hem tesirlidir.Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm'ın meşhur kıssasının hülâsası şudur ki:Pek çok yara, bere içinde epey müddet kaldığı hâlde, o hastalığın azîm mükâfatını düşünerek kemal-i sabırla tahammül edip kalmış. Sonra yaralarından tevellüd eden kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve mârifet-i İlâhiyyenin mahalleri olan kalb ve lisânına iliştikleri için, o vazife-i ubudiyete halel gelir düşüncesiyle kendi istirahatı için değil, belki ubudiyet-i İlâhiyye için demiş: "Yâ Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime hale veriyor." diye münâcât edip, Cenab-ı Hak o hâlis ve sâfi, garazsız, lillâh için o münâcâtı gayet hârika bir surette kabul etmiş. Kemal-i âfiyetini ihsan edip envâ-i merhametine mazhar eylemiş. L.)(Hz. Eyyûb'un (A.S.) zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hz. Eyyûb'dan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü, işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şübhe kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hz. Eyyûb'un (A.S.) yaraları kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim mânevi yaralarımız pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münacât-ı Eyyûbiyeye o hazretten bin def'a daha ziyade muhtacız. L.)
EYYÛB-ÜL ENSARÎ (Bak: Ebu Eyyub-ül Ensarî)
EYYÜ Sual sormak için "Hangi? Ne? Ne vakit?" mânalarına kullanılır.
EYYÜHEL-İHVAN Ey kardeşler, ey ihvân (meâlinde hitab).
EYZAN Böylece, kezâ, bunun gibi, yine böyle, bu da böyle.
EZ f. ...den, ...den.
EZ ÂN CÜMLE O cümleden olarak.
EZA Ticarette kaybetme, zarar etme. * Kibir ve gururunu bıraktırma. * Sıkıntı, eziyet, zulüm, cevr, sitem, renc, incinmek. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şey. * Hayır ve sadaka yoluyla mal vermede gururlanmak. Tetavül etmek.
EZ'AF (Zı'f. C.) Bir şeyi iki katı yapan fazlalıklar. Katlar.
EZ'AF-I MUZÂAFA Pek çok, kat kat.
EZ'AF Çok zayıf, en zayıf.
EZ'AF-ÜL İBAD Kulların en zayıf olanı.
EZ'AF-I NÂS İnsanların en zayıf olanı.
EZAHİR Çiçekler, şükufeler.
EZAHİR-İ EFKÂR Fikir çiçekleri.
EZ'AKÎ Kısa boylu ve kötü olan adam. Kötülük yapan kimse.
EZAME (C.: Ezamât) Hışım ve gadap etmek. Kızmak, hiddetlenmek.
EZAMİM (İzmâme. C.) Cemâatler, topluluklar.
EZAN Namaza dâvet ve vahdaniyet-i İlâhiyyeyi ve hakaik-ı İslâmiyyeyi âleme, kâinata ilân etmek için minare ve emsali mahallerde edilen nidâ. Kamet getirmek. * Bildirmek.(Ezan, Müslümanlığın mühim bir şiârıdır. Ezan esnasında konuşmamak, hattâ Kur'an okumayı bırakıp dinlemek efdaldir. B.İ.İ.) (Bak: Taabbüdî)
EZANÎ Ezan ile alâkalı.
EZANÎ SAAT Ezanın kendine göre ayarlandığı saat. Her hangi bir yerde güneşin tam gurub ettiği andan, sonraki gün aynı vakte kadar, 24 saat olmak üzere ayarlanmış saat.
E'ZAR Özürler. Kusurlar. Bahaneler.
EZ'AR Saçı az olan kimse. * Otu az olan yer. * Zâlim ve kötü huylu kimse.
EZAT (C.: Üzâ-Ezy) İçinde su birikmiş çukur yer.
EZB Anasından yeni doğmuş hayvan.
EZBAD (Zebed. C.) Paslar. * Dörtte birler, çeyrekler. * Köpükler.
EZ-CÜMLE f. Bu cümleden, meselâ, bunun gibi.
EZDAD Zıdlar. Mukabil ve muhalif olan şeyler. Birbirinin tersi veya zıddı olanlar.(Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki, her tarafa uzanmış, kök atmış: Hayır şer, güzel çirkin, nef zarar, kemâl noksan, ziya zulmet, hidayet dalâlet, nur nâr, imân küfür, tâat isyan, havf muhabbet gibi âsârlariyle, meyveleriyle şu kâinatta ezdad, birbiriyle çarpışıyor. Daima tagayyür ve tebeddülâta mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrılacak. O vakit, Cennet - Cehennem suretinde tezahür edecektir. Madem âlem-i beka, şu âlem-i fenâdan yapılacaktır. Elbette anasır-ı esasiyesi, bekaya ve ebede gidecektir. Evet, Cennet - Cehennem; şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir, ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; dest-i kudret bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz, münasip maddelerle dolacaktır.Şu remizli nüktenin sırrı şudur ki:Hakîm-i Ezeli, inayet-i sermediyye ve hikmet-i ezeliyyenin iktizası ile, şu dünyayı, tecrübeye mahal ve imtihana meydan ve esmâ-i hüsnâsına âyine ve kalem-i kader ve kudretine sahife olmak için yaratmış. Ve tecrübe ve imtihan ise neşvünemaya sebeptir. O neşvünema ise, istidatların inkişafına sebeptir. O inkişaf ise, kabiliyetlerin tezahürüne sebeptir. O kabiliyetlerin tezahürü ise, hakaik-ı nisbiyenin zuhuruna sebeptir. Hakaik-ı nisbiyyenin zuhuru ise, Sâni-i Zülcelâl'in esmâ-i hüsnâsının nukuş-u tecelliyatını göstermesine ve kâinatı mektubat-ı Samedaniyye suretine çevirmesine sebeptir. İşte şu sırr-ı imtihan ve sırr-ı teklif iledir ki: Ervâh-ı âliyenin elmas gibi cevherleri, ervâh-ı sâfilenin kömür gibi maddelerinden tasaffi eder, ayrılır.İşte, bu mezkur sırlar gibi daha bilmediğimiz çok ince, âli hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tegayyür için zıtları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem ederek, hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tagayyür kanununa ve tehavvül ve tekâmül düsturuna tâbi kıldı. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti, esmâ-i hüsnâ hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamiyle yazdı. Kudret, nukuş-u san'atını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini ifa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Herşey, mânasını ifade etti. Dünya âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni-i Kadirin bütün mu'cizat-ı kudretini, umum havarik-ı san'atını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedi manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sâni-i Zülcelâl'in hikmet-i sermediyyesi ve inayet-i ezeliyyesi; o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o esmâ-i hüsnânın tecellilerinin hakaikını, o kalem-i kader mektubâtının hakaikını, o nümûne-misâl nukuş-u san'atının asıllarını, o vezaif-i mevcudatın faidelerini, gayelerini, o hidemat-ı mahlukatın ücretlerini ve o kelimat-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri mânaların hakikatlarını ve istidat çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübra açmasını ve dünyadan alınmış misali manzaraların göstermesini ve esbab-ı zâhiriyenin perdesinin yırtmasını ve herşey doğrudan doğruya Hâlık-ı Zülcelâline teslim etmesi gibi hakikatları iktiza etti ve o mezkur hakikatları iktiza ettiği için, kâinatı dağdağa-i tagayyür ve fenadan tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedileştirmek için o zıtların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbabını ve ihtilâfatın maddelerini tefrik etmek istedi. Elbette kıyâmeti koparacak ve o neticeler için tasfiye edecek. İşte şu tasfiyenin neticesinde cehennem, ebedî ve dehşetli bir suret alıp, taifeleri $ tehdidine mazhar olacak. Cennet ebedî, haşmetli bir suret giyerek ehil ve ashabı $ hitabına mazhar olacak. Hakîm-i Ezelî, şu iki hanenin sekenelerine, kudret-i kâmilesiyle ebedi ve sabit bir vücut verir ki; hiç inhilâl ve tagayyüre ve ihtiyarlığa ve inkıraza mâruz kalmazlar. Çünki inkıraza sebebiyet veren tagayyürün esbabı bulunmaz. S.)
EZDER f. Münâsib, muvâfık, yaraşır, lâyık.
EZ-DİL Gönülden.
EZDİLİ CAN (Ez-dil-i cân) Candan ve gönülden.
EZEB Leim kimse. * Kısa boylu.
EZEBB f. Saçları uzun ve kaşlarının kılları çok olan adam.
EZEC (C.: Azec) Süleyman Aleyhisselâm'ın yaptığı bir bina adı.
EZECC Uzun ve ince kaşlı.
EZEL İbtidası ve başlangıcı olmayan, her zaman var olan.
EZELÎ Ezele mensub ve müteallik. Devamlı var olup varlığının başlangıcı olmayan.
EZELİYYE Ezele mensub, ezel ile ilgili, ezelîlik.(S - Bütün silsilelerin Hâlik'ın vücub-u vücuduna kat'i şehadetleri göz önünde olduğu halde, bazı insanların madde ile maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zâhib olmakla dalâlete düştüklerinin esbabı nedendir?C - Kasd ve dikkatle değil, sathi ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve bâtıla, mümkin nazarıyla bakılabilir. Meselâ:Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilâli arayanlar içinde ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilâli görmek için bütün kasıd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip hilâli araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadekası üzerine eğilen beyaz bir kıl nasılsa gözüne ilişir. O zat derhal "Hilâli gördüm." der. "İşte bu gördüğüm Ay'dır." diye hükmeder.İşte sathî ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete mâlik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikatı ararken, bazan sathî ve dikkatsiz bir nazarla batıla bakar. O batıl da; ihtiyarsız, talebsiz, dâvetsiz fikrine gelir. Fikri de, çar-naçar alır saklar, yavaş yavaş kabul ve tasdikine de mazhar olur. Fakat onun o batılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizâm-ı âlemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıt olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garip nakışları ve acib san'at eserlerini esbab-ı câmideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalâletlere düşmüşlerdir. İ.İ.)
EZELL Kurtla sırtlandan doğan hayvan. * Oturak yerinin iki yanları arık ve yeyni olan.
EZELL Çok zelil. Çok alçak ve rüsvay olan.
EZELL-İ NÂS İnsanlar içinde en rezil ve aşağılık olan adam.
EZEM Ağzını yumup oturmak. * Sabretmek. * Yemekten ve içmekten men'etmek. * Isırmak. * Gayret etmek. * Bükmek.
EZFAR Tırnaklar. * Tırnakbahuru denilen tıbbi bir koku. * Şimal kutbunda bulunan küçük yıldızlar.
EZFELÎ Cemaat-ı kalile. Az cemaat. Ufak topluluk.
EZFER Güzel kokulu şey.
EZFER Uzun tırnaklı.
EZFİLE Cemaat, topluluk, güruh, bölük.
EZFİR Çok iyi kokulu nesne.
EZGEHAN f. Tembel adam. İşi gücü olmayan kimse.
EZHAB (Zeheb. C.) Yumurta sarıları. * Altunlar.
EZHAN Zihinler. Müdrikler. Anlamayı meydana getiren duygular.
EZHAR (AZHÂR) (Zahr. C.) Satıhlar, yüzler. * Sırtlar, arkalar. Binek hayvanının sırtları.
EZHAR (Zehre. C.) Çiçekler. Zehreler. şukufeler.
EZHAR-I NEV-BAHÂR Bahar çiçekleri.
EZHAR-I REBİÎ Bahar çiçekleri.
EZHEL Gafil kimse. Gaflette bulunan kişi. * Pek dalgın.
EZHER Pek beyaz ve parlak. * Ay, kamer, * Saf ve parlak olan. * Cuma günü. * Vahşi sığır.
EZHER-ÜL VECH Yüzü nurlu olan.
EZHERAN (Ezhereyn) Ay ile güneş.
EZİB Rezil, âdi ve aşağılık kimse. * Kıble rüzgarı. * Riyh-u cenub ile Sâbâ arasında esen yel. * Sevinmek, ferah ve neşat.
EZİKKA (Zukak. C.) Yollar, sokaklar.
EZİLLE Zeliller, alçaklar.
EZİMME (Zimam. C.) Yularlar. Bağlar.
EZİMME-İ UMUR İşlerin idâresi.
EZİN Kefil.
EZİN Söz dinlemek. * İşitmek.
EZİR f. Haykırma, bağırma.
EZİYET İncinme. Sıkıntı çekme.
EZKA En anlayışlı. En zeki.
EZKA En temiz. En pâk. Ziyade dindar. Pâkize.
EZ-KADİM f. Eskiden, önceleri.
EZKAN (Zakn. C.) Çeneler.
EZKAR (Zikr. C.) Zikirler.
EZKAT f. Kötü düşünceli kişi.
EZ KAZA f. Kazâ olarak, tevâfuk olarak. Beklenmedik ânda.
EZKER Maharetli duvar ustası.
EZKİYA Saf, temiz, iyi halli kimseler.
EZKİYA (Zeki. C.) Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar.
EZL Güçlük. * Darlık. * Hapsetmek.
EZLAÎ Uzunca ve iri olan şey.
EZLAK Aleyhte söz söyleyen adam. * Keskin olan şey.
EZLAM (Zelm. C.) Oklar. Kumar okları.
EZLEF (C: Zelef) Burnunun ucu uzun ve ince olan.
EZLEM (Bak: Azlem)
EZLEM Boğazı altında sarkık uzun kılları olan keçi.
EZM Yemek, ekl.
EZMAN Zamanlar. Vakitler. Müddetler.
EZMÂR (Zimr. C.) Kahramanlar, yiğitler, bahadırlar.
EZMÂR-I ETRÂK Türk kahramanları.
EZMAYİŞ Tahtadan yapılmış demir temrenli bir cins ok.
EZME Kıtlık, kaht. * Şiddet. * Darlık. * Bir kere yemek.
EZMEL Hareket etmek. * Muzdarib olmak, acı çekmek. * Savt, sadâ, ses. * Gül.
EZ-MEN f. Benden.
EZMİNE (Zaman. C.) Zamanlar.
EZMİNE-İ KADİME Eski zamanlar.
EZMİNE-İ MÂZİYYE Geçmiş zamanlar.
EZMİNE-İ MÜSTAKBELE Gelecek zamanlar, müstakbel zamanlar.
EZNAB (Zenb. C.) Suçlar, günahlar. * Kuyruklar.
EZNEM Kulakları ucunda sarkık uzun kılları olan keçi.
EZ-NEV f. Yeni baştan, yeniden.
EZ-ON SEBEB O sebepten.
EZ-OST Ondan.
EZR (C.: Uzur) Arka ve sırt. * Kuvvet.
EZRA Kulağı beyaz, gövdesi siyah olan davar.
EZRA Çok konuşma. * Çok yeme. * Sözü düzgün ve pek fasih olan kimse.
EZRAB Diş kökü.
EZRAK Saf ve temiz su. * Gök renkli, mâvi.
EZRAR (Zirr. C.) Elbise düğmeleri.
EZREBÎ Azerbeycan'ın Arapça adı.
EZ SER-İ NEV Yeni baştan.
EZ-TU Senden.
EZÛC Hayâsız ve edebsiz adam. * Sert başlı at.
EZUM Isırıcı, ısıran.
EZUZ Pek keskin olan kılınç veya hançer.
EZVAC Çiftler. Zevceler. Nikâhlı karılar. * Kocalar.
EZVAC-I TÂHİRAT Hz. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) ismetli ve iffetli, pâk zevce-i muhteremeleri (R.A.) "Mü'minlerin anneleri" diye bilinen ve Peygamberimize (A.S.M.) âilelik etmek şerefine ermiş mübârek hanımlar.(Zât-ı Risaletin akvâli gibi, ef'al ve ahvâli ve etvâr ve harekâtı dahi menabi-i din ve şeriattır ve ahkâmın mehazleridir. Şıkk-ı zâhirîsine Sahabeler hamele oldukları gibi, hususi dairesindeki mahfî ahvalâtından tezâhür eden esrar-ı din ve ahkâm-ı şeriatın hameleleri ve râvileri de Ezvac-ı Tâhirat'tır ve bilfiil o vazifeyi ifa etmişlerdir. Esrar ve ahkâm-ı dinin hemen yarısı, belki onlardan geliyor. Demek bu azîm vazifeye, bir çok ve meşrebce muhtelif Ezvac-ı Tâhirat lâzımdır. M.)
EZVAH Münkabız olmak. * Yakınlık.
EZVAK Zevkler. Keyfler. Eğlenceler.
EZVER Boynu eğri olan kimse.
EZVET Küçük yanaklı.
EZYAF (Zıyf. C.) Misafirler. Mihmanlar.
EZ-YAH f. "Buzdan soğuk" mânasına gelir.
EZYAK (Zîk. dan) Pek dar ve sıkıntılı. Çok zor.
EZYAL (Zeyl. C.) Ekler. İlâveler. Zeyiller.
EZYED Çok ziyade. Daha fazla. En ziyade.
EZZ Depretmek ve koparmak. * Kandırmak, aldatmak.
FA Osmanlıca alfabenin 23'üncü harfi olup ebcedî değeri 80'dir.
FA'AL (Mübalâgalı ism-i fâil) Çok işleyen ve çalışan. Durmayıp işleyen. Çalışkan. Devamlı iş yapan.
FA'ALÂNE f. Hiç durmazcasına çalışarak. Daima çalışır surette.
FAAL Balta sapı. * Kerem.
FAALE(T) (Fâil. C.) Fâiller, özneler, iş yapanlar.
FA'ALİYET İş görmek, çalışmak. Boş durmayış.
FAALİYET-İ RUBUBİYET Allah'ın rububiyet faaliyeti ve icraatı.(Hâlik-ı Zülcelâl hayret-nümâ, dehşet-engiz bir surette bir faaliyet-i Rububiyetiyle, mevcudatı mütemadiyen tebdil ve tecdit ettiğinin bir hikmeti budur: Nasılki mahlukatta faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki: Herbir faaliyette, bir lezzet nev'i vardır; belki herbir faaliyet, bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi, bir kemâle müteveccihtir; belki bir nevi kemâldir. Mâdem faaliyet; bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder. Ve mâdem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcib-ül-Vücud, zât ve sıfât ve ef'âlinde, bütün enva-ı kemâlâta câmi'dir; elbette o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda ve istiğnâ-i zâtisine ve gına-i mutlakına muvafık bir surette ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtisine münasip bir şekilde; hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır. Elbette o şefkat-i mukaddesen ve o muhabbet-i münezzeheden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes vardır. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes vardır. Ve o sürur-u mukaddesten gelen, tâbiri câiz ise, hadsiz bir lezzet-i mukaddese vardır. Ve elbette o lezzet-i mukaddese ile beraber; hadsiz onun merhameti cihetiyle faaliyet-i kudreti içinde, mahlukatının istidatları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş'et eden, o mahlukatın memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen Zât-ı Rahman ve Rahim'e ait, tâbiri câiz ise, hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki; hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor. Ve o hadsiz faaliyet dahi, hadsiz bir tebdil ve tağyir ve tahvil ve tahribi dahi iktiza ediyor ve o hadsiz tağyir ve tebdil dahi; mevt ve ademi, zeval ve firakı iktiza ediyor.Bir zaman, hikmet-i beşeriyenin masnuâtın gayelerine dâir gösterdiği faideler nazarımda çok ehemmiyetsiz göründü. Ve ondan bildim ki, o hikmet abesiyete gider. Onun için feylesofların ileri gidenleri, ya tabiat dalâletine düşer veya Sofestai olur veya ihtiyar ve ilm-i Sâni'i inkâr eder veya Halika "mûcib-i bizzat" der. M.)
FA'ALÜN LİMA-YÜRİD "Kayyumiyet sırrıyla ve faaliyet-i daimesiyle her an istediğini istediği gibi yapar." meâlinde bir âyettir.
FABRİKA Sanayi mâmüllerinin büyük ölçüde imal edildiği yer.
FACİ' (Fâcia) Büyük belâ. Musibet. Acıklı. Elem verici hâdise. (Dram)
FÂCİA-ENGİZ Fâcialı. Çok acıklı.
FÂCİA-NÜVİS f. Acıklı ve hazin tiyatro romanı yazan kimse.
FACİAT Fâcialar, belâlar, musibetler.
FACİR Haktan sapan. Haram ve günaha dalmış kötü insan. Günah işleyen. (Bak: Fecir)
FACİRE Kötü hayata alışmış, ahlâksız kadın. Günahkâr.
FADIL (Bak: Fâzıl)
FADIR (C: Füdr) Zayıf. * Âciz, güçsüz. * Yaşlı dağ keçisi.
FA'FA' Kasap. * Çoban. Hafif kimse.
FA'FAA Çobanın koyunu çağırması. Çağırıp "fâfâ" demek.
FA'FAÎ Koyun çobanı.
FAĞFUR Yarı şeffaf Çin porseleni. Çok kıymetli porselenden yapılan yemek kabı. Çin yapısı. * Eskiden Çin İmparatoruna verilen isim.
FAGIRE Hind nilüferi denilen bitkinin kökü.
FAGOSİT yun. Organik yahut inorganik maddeleri alıp sindirebilen hücre.
FAGR Açmak.
FAHAMET (Fehâmet) Büyüklük. Kadr ü şânı yüksek. (Eskiden büyük zatlara veya sadrazamlara karşı kullanılan hitab şekli idi. Fehametli Sultânım... gibi)
FAHAMET-LÛ Osmanlı İmparatorluğu devrinde sadrazama, prenslere ve Mısır Hidivi'ne verilen bir ünvan.
FAHAMET-PENAH f. Yegâne müracaat edilecek en büyük makam.
FAHEKA Vurulduğu yerden kan çıkartan kılıç ve neşter parçası.
FAHH Ağ, kapan, tuzak.
FAHH-UL FÂR Fare kapanı.
FAHHAM Kömürcü.
FAHHAR Çok öğünen. Çok iftihar eden. Fahur. * Çanak, Çömlek. Toprak testi.
FAHHARE Ağaç kap.
FAHHARÎ Çanak, çömlek, testi ve bardak yapan kimse.
FAHHAŞ Her cins fenalık ve kötülükleri şahsında toplamış olan kimse.
FAHİM Akıllı. Anlayışlı.
FAHİM (Fahm. dan) İtibâr ve nüfuz sâhibi olan, büyük zât.
FAHİMÂNE f. İtibar ve nüfuz sahibi kimseye yakışır şekilde, fahim olana yakışacak surette.
FAHİR (Fâhire) İftihar eden. Kendi amelini ve kendini beğenen. Övünen. * Şa'şaalı. Ağır. Parlak. Şanlı. * Büyük ve iyi nesne. * Koruğu büyük çekirdeksiz hurma. * Memeleri büyük deve.
FAHİŞ Ahlâka uymaz ve terbiyesiz olan. * Haddi tecavüz eden. Mübalâğalı. * Çok bahil. Nekir ve yaramaz şey.
FAHİŞE Ahlâksız ve hayâsız kadın. Namusunu korumayan kadın. * Allah'ın menettiği şey. * Zâniye. Kahbe.
FAHİTE (C: Fevâhit) Yabani güvercin.
FAHL İleri gelen. Üstün. Hatırı sayılır adam. * Erkek. (hayvan) * Aygır. * Beyitler, hadis-i şerifler, rivâyetler anlatan kimse.
FAHL Yavaşlık, hilm.
FAHM Büyük, kebir, ulu.
FAHM Kömür. Karbon. * Susmuş. Nefesi kesilmiş.
FAHM-İ HAYVANÎ Hayvan kemikleri yakılarak elde edilen hayvan kömürü.
FAHM-İ MA'DENÎ Mâden kömürü.
FAHM-İ NEBATÎ Bitkisel kömür.
FAHMÎ (Fahmiyye) Kömürümsü, kömürle alâkalı.
FAHMİYYET Karbonat. Kömürleşmiş olan şey.
FAHR Övünme. Yaptığını sayarak övünme. Övülmeye sebeb olacak kimse. Fazilet. Büyüklük. Şeref.
FAHR-İ KÂİNAT (Fahr-i Âlem, Zübde-i Kâinat, Seyyid-i Kâinat) Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nâmları. Bütün âlemin kendisi ile şeref bulduğu, iftihar ettiği Hz. Muhammed (A.S.M.). (Bak: Mefhar)
FAHREDDİN-İ RAZÎ (Milâdi 1149-1209) Büyük bir müfessir-i Kur'andır. Fizik, matematik ve tıb hakkında eserleri de vardır.
FAHRÎ Karşılıksız olarak. Parasız olarak. * İftiharla. Övünerek.
FAHRİYE Bir kimsenin kendini medih için söylediği söz veya şiir. Fahre mensub ve müteallik olan.
FAHRİYYEN Gönülden isteyerek. Karşılıksız olarak.FAHRUL İSLAM $ (Pezdevî): Mavera-ün Nehir'deki Hanefî fukahasının meşhurlarındandır. Hicri 482 tarihinde Semerkant'ta vefat etmiştir.
FAHS Bir şeyin içyüzünü araştırma, aslını tetkik etme. * Ayırtmak. * Bahsetmek. * Seyirtmek. * Sıçramak.
FAHŞA Büyük günahlar. Çirkinlikler. Zina gibi şehevâta tâbi olmakta ifrat ile alâkadar olan günahlardır ki, lisanımızda fuhşiyat tâbir olunur. Ve bunlar, insanların en çirkin hâlleridir.
Dostları ilə paylaş: |