Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə59/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   55   56   57   58   59   60   61   62   ...   181

HADRA (Müennestir) Yeşillik. * Sebze. En yeşil. Pek yeşil.

HADRAVAT (Hadrevât) (Hadrâ. C.) Yeşillikler, yeşillik.

HADRE Yüz yüze olmak.

HADREBAN Feryadı şiddetli olan, çok fazla bağıran.

HADRECE Bükmek. * Sağlam yapmak, sağlamlaştırmak.

HADS Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim. Sür'at-i intikal. Ani ve doğru idrâk. Delilden neticeye çabuk varmak.(Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads ki, şimşek gibi sür'at-i intikaldir, dâima onu tahrik eder. Hadsin muzâafı olan ilham, onu dâima tenvir eder. Meyelânın muzâafı olan arzu ve onun muzâafı olan iştiyak ve onun muzâafı olan aşk-ı İlâhi, onu dâima mârifet-i Zülcelâle sevkeder. Şu fıtrattaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı câzibedarın cezbiyledir. M.N.)(.... Hem hiç mümkün müdür ki: O hads-i kat'î, o yakîn-i şuhudî hadsiz emarelerden ve o emareler, hadsiz müşahedat vak'ıalarından ve o müşahedat vakı'aları, şeksiz ve şüphesiz mebâdi-i zaruriyeye istinad etmesin. Öyle ise, şu ehl-i edyandaki bu itikadât-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü mânevi kuvvetini ifade eden pek çok kerrat ile melâike müşahedelerinden ve ruhanilerin rü'yetlerinden hâsıl olan mebâdi-i zaruriyedir, esasat-ı kat'iyyedir. S.)

HADS-İ SÂDIK Tam, doğru ve şüphesiz idrâk etme ve bilme.

HADSEN Sezmekle. Sür'atle intikal ve idrâk etmekle.

HADSÎ Hadsle. Hadse dâir ve müteallik.

HADSİYYAT Mümkün olan şeyler. Olması ihtimali olan nesneler. Mümkinat.

HADSİZ Hesapsız, sayısız. Belirli olmayan, çok.

HADŞ Kaşımak. * Tırmalamak.

HADŞE (C.: Hadeşât) Vesvese, kuruntu, merak, ye's, üzüntü, hüzün.

HADŞE-İ DERUN İç sıkıntısı, gönül üzüntüsü.

HADŞE-AVER f. Rahatsızlık veren, insanı sıkıntıya koyan.

HADŞE-NİSAR f. Merak veren, vesvese.

HADUN Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun.

HADUR Yemen diyarında bir şehrin adı.

HADUR İniş. * Alçak yer.

HADUŞ Pire. Sinek.

HADV Sürmek.

HADY Evmek, acele etmek. * Rüzgârın esmesi.

HAFA Gizlilik. Gizli olmak. Saklılık.

HAFA Berdi denilen otun beyaz ve yaş olan kökü.

HAFA' Yalın ayak yürümek.

HAFA (HAFÂYE) Çok yürümekten adamın ayağının ve davarın tırnağının aşınması.

HAFAFÎŞ (Huffâş. C.) Yarasa kuşları.

HAFAGÂH f. Gizlenilecek yer, gizlenme yeri, siper.

HAFAİR (Hafîr. C.) Oyuklar, delikler, çukurlar.

HAFAK (HAFAKAN) Muzdarib olmak, acı çekmek. * Deprenmek.

HAFAKAN Sıkıntı. Kalb çarpıntısı. Iztırab.

HAFAT (Hâfe. C.) Sahiller, deniz kenarları, kıyılar.

HAFAVE Bir kimseyi mübâlâga ile sormak. * Şefaat etmek. * İkramda ve iltifatta mübâlağa etmek.

HAFAYA (Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar.

HAFAYA-YI UMÛR İşlerin gizli tarafı.

HAFAZA (Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler.

HAFC Titremek. * Ayağını eğri basan.

HAFCAG Tatar beyi. (Aslı: Kıpçak)

HAFD Evmek, sür'at.

HÂFE (C.: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı. * İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik.

HÂFE-İ NEHR Nehir kenarı.

HÂFE-İ TARÎK Yol kenarı.

HAFE İçine bal konulan sahtiyan tuluk.

HAFEDE (Hafid. C.) Yardımcılar, hâdimler.

HAFEF Fakirlik. Darlık. * Şiddet.

HAFELLEH Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan.

HAFENDER Malını güzel tedbirlerle çoğaltan mal sahibi.

HAFER Çukurdan çıkartılan toprak. * Dişin çürümüş kısmı veya kiri.

HAFER Çok fazla utanmak.

HAFEŞ (C.: Ahfâş) İğne ve iplik koyacak kap. * Sel.

HAFEŞ Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye "ahfeş" derler.)

HAFET Islıklı yılan.

HAFF Bir şeyin etrâfını dolanan. Bir nesnenin çevresini dolanan.

HAFF Tavaf etmek. * Süslemek. * Hizmet etmek. * Kesmek.

HAFF Alaca renkli at.

HAFFAF Ayakkabı, terlik vb. gibi şeyler yapan ve satan. Kavaf.

HAFFANE (C.: Haffân) Deve kuşu yavrusu. * Hizmet. * Maiyyet.

HAFFAR Çukur kazan, kuyu kazan.

HAFFE (C.: Hıff) Çulhaların bez sardıkları ağaç.

HAFHAFA (C.: Hafâhıf) Köpeğin, yemek yerken ses çıkarması. * Sırtlan sesi.

HAFIK Ufkun nihayeti. Şark veya garb tarafı. * Vuran, çarpan, çırpınan.

HAFIKAN (Hâfıkeyn) Mağrib ile maşrık. Şark ile garb. Doğu ile batı.

HÂFIZ Kur'ân-ı Kerim'i tamamen ezbere okuyan. * Kur'an-ı Kerim'in mânası ile beraber her şeyini yaşamaya ve muhafazaya çalışan. * Muhafaza eden. Koruyan. Hıfzeden. (Hadis ilmi ile meşgul ve mütehassıs olup yüzbin hadis-i şerifi senetleri ile beraber ezberden okuyanlara da Hâfız-ül hadis denirdi.) (Ist. Fık. K.)

HÂFIZ-I HAKİKÎ Hakiki ve tam muhafaza eden. (Allah)

HÂFIZ-I KÜTÜB Kitabları hıfzeden, saklayan. Kütüphane me'muru, kütüphaneci.

HÂFIZ-I ŞİRAZÎ (Bak: Sa'd-ı Şirazî)

HÂFIZ Alçaltıcı. * İnsana haddini bildiren. * Rahatta olan.

HÂFIZA Muhafaza eden. Ezberleme kuvvesi. Kuvve-i hâfıza.

HÂFIZA-PİRÂ f. Hafızayı süsleyen. * Uğur sayılarak ezberlenen şey.

HAFİ Yalın ayak yürüyen veya koşan. * Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan.

HAFÎ Gizli. Açıkta olmayan. Saklı. * Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız.

HAFÎD Evlâd. Oğul. Torun.

HAFÎDE Kız torun.

HAFİF Ağır olmayan. Hafif. Yeğni.

HAFİF-ÜL MİZAC Kararsız, hoppa, temkinsiz.

HAFİF-ÜR RUH Ruhu hafif olan, hoşsohbet.

HAFÎF Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama.

HAFİF-İ KEBUTER Güvercinin uçarken çıkardığı ses.

HÂFİL Dolu, mümteli.

HÂFİR Kazan, kazıcı, hafriyat yapan. Yerde çukur açan.(Esâsen kazıcı mânasına sıfat olmakla beraber, atın tırnağına isim olmuştur. Ve o münasebetle tırnağının kazdığı çukura, yani izine ve o suretle açılan çığıra dahi merdiyye mânasına râdiye ıtlak olunur. E.T.)

HÂFİR-İ Bİ'R Kuyu kazan.

HÂFİR-İ KABR Mezar kazan, mezarcı.

HAFÎR Kazılmış yer. Çukur. Mezar.

HAFİR (C.: Havâfir) Davar tırnağı.

HAFİRE Evvelki hâline ve evvelki yerine dönmek.

HAFİŞE Sel yolu.

HAFİY Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. * Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse.

HAFİYE Saklı ve gizli şeyleri araştıran. * Casus. * Polis.

HAFİYE (HÂFİYYE) (C.: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can. * Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi. * Gizli, mestur.

HAFİYEN İkram ederek. * Yalınayak olarak.

HAFİYYAT Gizli şeyler. Gizlilikler.

HAFİYYAT-I UMÛR İşlerin saklı tarafları, gizli kısımları.

HAFİYYEN Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak.

HAFİYYETEN Gizlice, gizli ve saklı olarak.

HAFİYY Ü CELÎ Gizli ve âşikâr.

HAFÎZ Esirgeyen. Koruyan. Muhafaza eden. Muhafız.

HAFÎZ Hodbinliği, kibri, serkeşliği kırılmış kimse. Aşağı basılmış.

HAFİZALLAH Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır).



HAFÎZİYYET Muhafaza edicilik, koruyup esirgeyicilik. * Cenâb-ı Hakk'ın, bütün tohum ve çekideklerde olduğu gibi, bir mahlûkun başına gelecek vaziyetleri ve başından geçenleri muhafaza edici sıfatı. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza ediciliği.(İsm-i Hafız'in tecelli-i etemmine işaret eden: âyetidir. Kur'an-ı Hakîm'in bu hakikatına delil istersen: Kitab-ı Mübin'in mistarı üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerine baksan, ism-i Hafîz'in cilve-i azamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-ı kübrasının naziresini çok cihetlerle görebilirsin. Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve karanlık ve basit ve câmid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra mizansız ve eşyayı farketmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula. Sonra senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak! İsrâfil-vâri melek-i ra'd; baharda, nefh-i Sur nev'inden yağmura bağırması, yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benziyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz'in tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fâtır-ı Hakîm'den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki: Onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünki görüyorsun ki: O birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor. Meselâ bu tohumcuk, bir incir ağacı oldu. Fâtır-ı Hakimin nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleri ile bizlere uzatıyor. İşte bu, ona sureten benziyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı namındaki çiçek ile, hercâi menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar; kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sünbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebatî hayat mertebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hâkeza... kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat, kusur yok. sırrını gösterir. Herbir tohum, ismi-i Hafîz'in cilvesiyle ve ihsaniyle ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti; iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor. İşte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde, hafîziyyetin tecelli-i ekberini göstereceğine kat'i bir işarettir. Evet bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz, galatsız hafîziyyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki; ebedi te'siri ve azim ehemmiyeti bulunan emanet-i kübra hamelesi ve arzın halifesi olan insanların ef'al ve âsâr ve akvâlleri ve hasenat ve seyyiatları, kemal-i dikkatle muhafaza edilir ve muhasebesi görülecek. Âyâ bu insan zanneder mi ki, başıboş kalacak. Hâşâ!... Belki insan, ebede meb'ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek. İşte hafîziyyetin cilve-i kübrasına ve mezkûr âyetin hakikatına şâhidler had ve hesaba gelmez. Bu mes'eledeki gösterdiğimiz şahid; denizden bir katre, dağdan bir zerredir. L.)

HAFK Naldan çıkan ses.

HAFL Kederlenme, hüzünlenme, tasalanma. * Toplantı, toplanma.

HAFNE (C.: Hafenât) İki avuç dolusu olan şey.

HAFR Kazmak ve çukur etmek.

HAFR Ahdinde durmamak. * Kiraya vermek.

HAFRİYAT Yeri kazıp derinleştirmeler. Kazılar.

HAFS Toplama, cem'etme. Biriktirme.

HAFS Hız. Sür'at.

HAFS Her nesnenin boşu.

HAFSA Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) zevcelerinden biri ve Hz. Ömer'in (R.A.) kızı.

HAFŞ Tıb: "Tavuk karası" adı verilen bir göz hastalığı.

HAFŞ Celbetmek, çekmek. * Yeri kazıp oymak. * Birbiri ardınca tez tez gelmek.

HAFT Dövmek.

HAFT Sâkin olmak. * Sözü gizli söylemek.

HAFTA f. Yedi günden ibaret müddet. Yedi günlük müddet.

HAFTAN Eskiden savaşlarda zırh üzerine giyilen bir cins pamuklu elbise. * Kaftan.

HAFUD Karnındaki yavrusunu âzası belirmeden düşüren deve.

HAFUR Bir ot cinsi.

HAFV Men etmek, mâni olmak, engel olmak.

HAFY Gizlemek. * Setretmek, örtmek. * İzhar etmek, görünmek. * Parlamak, yıldıramak.

HAFZ Aşırı olmama hali. * Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat. * Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak. * Kelimenin son harfini esre, yâni "i" diye okumak. * Sözü boğaz içinden söylemek.

HAFZ Taşımak için hazırlanmış ev eşyası. Ev eşyası taşıtılan deve. * Bir şeyi eğmek veya elden bırakmak.

HAH f. (Hasten : "İstemek" mastarından yapılmıştır.) Kelimenin sonuna getirilerek isteyen, ister mânasında terkib yapılır. Meselâ: Bed-hah : Kötülük isteyen.

HAHAM Mûsevilerin dinî reisi, râhibi, âlimi.

HAHAN f. İstekli, arzulu, tâlib.

HAHEM (Hâsten) mastarından, "İsterim" mânasına fiildir.

HAHER f. Kızkardeş. Hemşire.

HAHERÎ f. Hemşirelik, kızkardeşlik.

HAHER-ZADE f. Hemşirezade, kızkardeş çocuğu. Yeğen.

HÂHİŞ f. Fazla arzu, isteyiş.

HÂHİŞ-İ VİCDANÎ Vicdanî isteyiş ve arzu.

HÂHİŞGER (HÂHİŞKER) f. Arzulayan. İsteyen. İstekli.

HÂHİŞGERAN (HÂHİŞKERÂN) f. Hâhişgerler, istekliler, tâlibler.

HAH NA-HAH f. İster istemez.

HAİB (Heybet. den) Kokan, Utanan. Utangaç.

HAİB Mahrum. Ümidsiz. Kederli. Me'yus. Bi-behre olan.

HAİBEN Muvaffakiyetsiz olarak. Mahrum olarak.

HAİBÎN (Hâib. C.) Zarar ve ziyâna uğrayanlar. * Mahrum olanlar. * Me'yus olanlar, üzülenler.

HAİC (Hâyic) Coşkun, heyecanlı.

HAİD Pişman, nedamet eden, tövbekâr, nâdim.

HAİF (Havf. dan) Korkan. Korkmuş olan.

HAİF Gadir eden, azarlayan. Zulmeden.

HAİFEN Korkarak, korkakçasına.

HAİFANE Korkakcasına, ödlekçesine.

HAİK (C.: Hayyak) Çulha.

HAİL Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran.

HAİL Korku ve dehşet veren.

HAİLE Neticesi fâcialı tiyatro piyesi. Trajedi. (Bak: Dram)

HAİM (Hâyim) Hayrette kalan. Mütehayyir. Sersem.

HAİN Emanete hıyanet eden. İyiliğe karşı kötülük eden.

HAİNANE Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette.

HAİR Hayrette kalmış, mütehayyir. Şaşırmış, taaccüb etmiş.

HAİR-İ BAİR Şaşkın, sapıtmış. * Aklını kaybederek ne yapacağını bilemiyen.

HAİT Bir yeri çevreleyen duvar. Tahta perde. Çit.

HAİZ Bir şeye sahip olma. Sahip. Mâlik. * Yer tutan. * Akranından mümtaz olan.

HAİZ-İ EHEMMİYET Ehemmiyetli, mühim, önemli.

HAİZ (Bak: Hayz)

HAK (Bak: Hakk)

HÂK Vasat. Vasatî. Orta.

HÂK f. Toprak. Turab.(Hâk ol ki, Hüdâ mertebeni eyleye âli.Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâkk-ı kademdir.)

HÂK-İ MEZAR Mezar toprağı.

HÂK-İ PÂK Temiz toprak.

HÂK-İ VATAN Vatan toprağı.

HAKAİD (Hakd. C.) Kinler, garezler, hasedler.

HAKAİK (Hakayık) (Hakikat. C.) Hakikatler.

HAKAİK-I NİSBİYE Nisbete, ölçüye göre olan hakikatlar.(Hakaik-ı nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-ı nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-ı nisbiyeden kâinatın envaına bir vücud-u vahid in'ikas etmiştir. Hakaik-ı nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hattâ bir zatın hakaik-ı hakikiyesi yedi ise, hakaik-ı nisbiyesi yediyüzdür. Binaenaleyh kubuh ve şerde, şer varsa da, kalildir. İ.İ.)

HAKALLED Dar gönüllü, bahil kimse.

HAKAN Eski Türklerde hükümdar mânasınadır.

HAKAN-I MAĞFUR Ölmüş hükümdar.

HAKANÎ Hâkan ile ilgili, hâkana mensub.

HAKARET Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik.

HAKARET-ÂMİZ f. Hakaretle karışık. Hakaretle beraber.

HAKAYIK (Bak: Hakaik)

HAKAYIK-I NİSBİYE (Bak: Hakaik-ı nisbiye)

HAKAYIK-I SEB'A Yedi hakikat. Fatiha suresinin yedi âyeti. İmanın altı şartı ve İslâmiyet ile yedi olan mühim hakikatlar. Kur'an-ı Kerim'in yedi vechile hârika olması gibi hakikatlar.

HAKAYIK-ÜL VEKAYİ' Hâdiselerin hakikatları.

HAKB Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip. * Tutulmak.

HAKBA' Yaban eşeğinin dişisi.

HAK-BÎN f. Hakkı gören. Hak veren. Hakka imân eden. Hakka inanan.

HAKBÎZ f. Toprak kalburu.

HAKD Kin tutmak. Adâvetini gizlemek. (Bak: İhnet)

HAKDAN f. Dünya, arz, yer.

HAKEK Yumuşak beyaz taş.

HAKEM İki tarafın anlaşmak üzere hükmüne rıza göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ve haksızın ayrılmasında aracılık eden.

HAKEME (C.: Hakemât) Damak geminin halkası.

HAKEMEYN İki hakem. * Tar: Sıffîn Vak'asında Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Muaviye (R.A.) arasında hakem seçilen Amr İbn-ül As ile Ebu Muse-l Eş'arî.

HAK-ENDİŞ f. Hakkı düşünen. Hakkı arayan, doğruluk için endişe eden.

HAKESARÎ f. Perişanlık, düşkünlük.

HAKEZA Öylece. Bunun gibi. Böyle.

HAKHAH Gecenin ilk saatlerinde gitmek.

HAKHAKA Zahmetli ve meşakkatli yolculuk yapmak.

HAKIB Karnı guruldayan kişi. * Necaseti şedit kişi.

HAKIL Erkek fâre.

HAKIN Sidik zorluğu olan kimse.

HAKINE Boğaz altındaki çukurcuk.

HAKÎ Anlatan. Hikâye eden.

HAKÎ f. Toprak rengi. Toprakla alâkalı.

HAKÎ' Kırağı.

HAKÎBE Heybe.

HAKÎK Haklı, hak sahibi olan. * Müstehak, lâyık, münasib.

HAKİKAT (C.: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki. * Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan âri ve zâhir olan gerçek. * "Mecâz" karşılığı, esas olarak kullanılan kelime. * Edb: Bir kelime neyi anlatmak için konulmuş ise, bu kelimenin o mânada kullanılması; göz kelimesinin, aynı o bilinen uzuv mânasında kullanılması gibi. (Bak: Mahiyet, Mecaz)

HAKİKAT-I HÂRİCİYE Hayat gibi âlem-i şehadete gelmiş varlık.

HAKİKAT-I SÂBİTE f. Sâbit, değişmez hakikat.

HAKİKAT-BÎN f. Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan.

HAKİKATEN Doğrusu, gerçekten, hakikat olarak.

HAKİKAT-GU f. Doğru sözlü. Doğru konuşan.

HAKİKAT-PEREST f. Hakkı ve hakikatı seven, hakikata inanan. Dürüst, hakikat âşığı.

HAKİKAT-ŞİNAS f. Hakikatı doğru tanıyan, bilen. Hakikata imân eden.

HAKİKAT-ŞİNASÂNE f. Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette.

HAKİKÎ Gerçek. Hakikate mensub. Sâhici, doğru.

HAKÎLE Uzun buğday. * Bağırsak içinde olan su.

HÂK İLE YEKSAN Yerle bir.

HAKÎM Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehasssı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. * Tabib, doktor.

HAKÎM-İ LOKMAN (Bak: Lokman)

HAKÎM-İ MUTLAK Tam hikmet sahibi olan. Cenab-ı Hak (C.C.)

HÂKİM Galib. Haklı ve haksızı ayırıp hak ve adalet üzere hükmeden. Başkasını müdahale ettirmeden idare eden, Allah (C.C.) * Memleketi idare eden. * Mahkeme reisi. (Hâkim-i Hakikî, Hâkim-i Ezelî, Hâkim-i Mutlak, Hâkim-i Zülcelâl, Hâkim-i Lemyezel... gibi isimlerle, Cenab-ı Hakk'a âit olan Hâkim sıfatı Kur'ân-ı Kerim'de 86 def'a zikredilir.)

HÂKİM-ÜŞ ŞER' Kadılar (hâkimler) için kullanılan bir tâbirdir. Kadılar davaları şer'î hükümler dairesinde hall ü faslettikleri için bu tâbir meydana gelmiştir. Şeriat hâkimi demektir.

HAKÎMANE f. Hikmetli olarak. Hakîm olana yakışır surette.

HÂKİMANE Hükmederek, hâkim olarak. Hâkime yakışır tarzda.

HÂKİME Kadın hâkim.

HAKİM EBU ABDULLAH Muhammed bin Abdullah ibn-i Beyyi' (Hi: 321-405) Sâmâniye Devleti Nişabur Kadılığında bulunmuş büyük muhaddislerden, Şafiî fakihlerinden, asrının en büyük din âlimi diye bilinen bir zattır. Bir çok eser te'lif etmiştir. Başlıcaları: El Müstedrek Ale-s Sahihayn, Kitab-ül İlel, El-İklil, El-Emali, Teracüm-üş Şüyuh, El Medhal ilâ İlm-is Sahih, Fazâil-ül İmam-üş Şafiî, Tarih-i Ulemâ-i Nişabur, Marifet-ül Hadis ünvanlarındadır.

HÂKİMİYYET Hâkim oluş. Hükmediş. Âmirlik. Üstünlük. Müdahale ve rakibi kabul etmemek hali.(... Evet, bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idâresi gayet hikmetli ve hâkimiyyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev'i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur. âyetinin askerlik mânasını ihsas eden temsiline göre; zerrat ordusundan ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, ta yıldızlar ordusuna kadar olan cünud-u Rabbaniyeden, o küçük me'murlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyyet-i mutlakanın ve bir âmiriyyet-i külliyenin vücuduna delâlet ederler. Ş.)

HAKÎ-NİHAD f. Mütevazi, kibirsiz, alçak gönüllü.

HAKİR Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz.

HAKİRÂNE f. Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde.

HAKİSTER f. Kül, ateş külü.

HAKİYAN (Hâki. C.) İnsanlar, nev'-i beşer, dünya halkı.

HAKK (Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti. * Dâva ve iddia. * Hakikate uygunluk. * Geçmiş, harcanmış emek. Pay, hisse. * Münasib * Din. İslâmiyyet. * Kur'an. * Vukuu vâcib, geleceği şüphesiz olan. * Kıyamet. * Mahz-ı hakikat. * Yapacağını yalansız yapan kimse. * Musibet.

HAKK-I ÂMİRİYYET Âmirlik hakkı.

HAKK-I İHTİTAB Ormana yakın olan kimselerin ormandan odun kesmek hakkı.

HAKK-UL YAKÎN (Hakk-al yakîn) Mârifet mertebesinin en yükseği. En yakînî bir surette hakikatı müşahede edip yaşamak hali. Ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi. (Bak: Yakîn)

HAKK Kazıma. Oyma. Maden üzerine yazı işlemek.

HAKK-İ MÜHÜR Mühür kazıma.

HAKK-İ SEHV Yanlışı kazıma.

HAKKA (Hakkan) Doğru olarak. Gerçek. Hakikat olarak. Lâzım ve sâbit kılmak.

HÂKKA Kıyamet günü. * Âfet. Devamlı musibet. (Herkesin ve her kavmin amellerini isbat ve izhar eylediğinden kıyamet gününe bu isim verilmiştir) (L.R.)

HÂKKA SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 69. suresi olup Mekkîdir.

HAKKÂK Hakkeden. Mühür vesair kazıyan.

HAKKÂKÎ Mühür ve saire kazıma, hakkâklık.

HAKKAK Hokkacı, kutucu.

HAKKAN Hakikaten, doğrusu.

HAKKANÎ Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır.

HAKKANİYET Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek.

HAKK-BÎNANE f. Hakkı tanıyana göre.

HAKK-BÎNÎ f. Hakkı görme, hakkı tanıma.

HAKK-CU f. Hak arıyan.

HAKKE Arka yükü. * Diş.

HAKKETMEK Oyarak veya kazıyarak işlemek, yazmak.

HAK-GÛ f. Doğru ve hak söyleyen.

HAKK-GÜZAR f. Haktan ayrılmayan, hakkı tanıyan.

HAKKIYET Haklılık.

HAKK-ŞİNAS f. Hakka riayet eden. Hakkı tanıyan. Hak ile amel eden.

HAKL Ziraate uygun yer.

HAKLE (C.: Hıkâl) İçinde binâ ve ağacı olmayan mezrea.

HAKM Atın ağzına gem vurmak.

HAKM Bir nevi kuş.

HAKN Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak. * Men etmek, engel olmak.

HÂK-NİŞİN f. Dilenci, sâil, fakir.

HÂK-NİŞİNÎ f. Dilencilik, yoksulluk, fakirlik, sefâlet.HÂK-PA(Y) f. Ayağın tozu, ayağın toprağı. Ayağın batığı toprak.

HAK-PEREST f. Doğruluktan ayrılmayan, doğruluğu ciddi ve samimi seven. Hakka iman eden ve hak üzere âmil olan.(Fenn-i âdâb ve ilm-i münazaranın üleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: "Eğer bir mes'elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse; ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır." Hem zarar eder. Çünki: Haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor; belki gurur ihtimali ile zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes'eleyi öğrenip, menfaattar olur; nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, taraftar çıkar; memnun olur. L.)

HAKR Hor görmek.

HAKR Cem etmek, toplamak.

HÂK-RAH f. Yol toprağı.

HÂK-RUB f. Süpürge.

HÂK-SAR f. Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli.

HÂKSARÎ Perişanlık, düşkünlük, rezillik.

HAK-SEVER Adaletle hareket eden, doğru bildiği şeyden ayrılmayan, dürüst.

HAKUD Çok kin güden, hasetçi.

HAKV (C.: Ahkâ-Hukka) Fota. Don. * Böğür.

HAKVE Yürek ağrısı.

HÂL Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet. * Cezbe. * Dert, keder, elem. * Mecâl. Kuvvet. * Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl denir.Meselâ : Reeytuhu mâşiyen: (Onu yürürken gördüm) cümlesinde Mâşiyen (yürürken) kelimesi, cümledeki mef'ulün hâlini bildirir. şimdiki zamanda olan fiilin durumuna da hâl denir.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   55   56   57   58   59   60   61   62   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin