HÂL-İ HÂZIR Şimdiki zaman, bu anki durum.
HÂL-İ İHTİZAR Can çekişme, ölüm ânı.
HÂL-İ İNTİZAR Bekleme hâli.
HÂL-İ SAHV Arızi veya dâimi sebeplerle, şuurunu kaybetmiş bir kimsenin, muvakkaten şuurunun yerine gelmesi hâli.
HAL' Kaldırma. Kal' etme. * Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek. * Mansıb ve mesnetten ihraç etmek. * Elbise gibi şeyleri soymak. * Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek. * Karısını boşamak. Evlâdını evlâdlıktan reddetmek.
HÂL Dayı. * Vücudda hususan yüzde görünen siyah benek, ben.
HÂL-İ SİYAH Siyah ben.
HAL' (HULÂE) Debbâğların dibâgat ettikleri derinin kazıntısı. * Vurmak. * Men etmek, engel olmak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Cima etmek.
HAL Küçük Hindistan cevizi.
HALÂ (Harf-i cerrdir) İstisnaya delâlet eder.
HÂLÂ (Hâlen) şimdi. Henüz. şimdiye kadar. Elân.
HALÂ' Boş, hâli. * Ayak yolu, abdesthane. * Devenin çökmesi.
HALA (C.: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze.
HALÂ Yaş ot.
HALA' Koparmak. * Pişmiş et.
HALÂA(T) Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık. * Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse.
HALAB f. Çamur, bataklık. Bataklık arâzi.
HALACA f. Ayak yolu, abdesthane.
HALAFET Ahmaklık, hamâkat, budalalık.
HALAHİL (Halhal. C.) Arap kadınlarının süs olarak ayak bileklerine taktıkları halkalar. Bunlar altun veya gümüşten yapılır.
HALAİF Halifeler.
HALAİK (Halayık) (Halk. C.) Mahlukat. Yaratılmışlar. * Huylar. Tabiatlar.
HALAİL (Halile. C.) Nikâhlı kadınlar, zevceler, karılar.
HALAK Nasib, hisse.
HALAK Eskimiş ve yıpranmış bez. Paçavra.
HALAK (Halka. C.) Halkalar.
HALAKA (Hâlik. C.) Berberler.
HALAKAT Halkalar.
HALAKAT Halukluk, güzel ahlâklılık, iyi huyluluk. * Düzlük, dümdüzlük.
HALAKÎ Paçavracı.
HALAKİM (Hulkum. C.) İnsan ve hayvanlarda boğazlar.
HALAL Dostluk, ahbaplık. * İki şey arasında açıklık olma.
HALA'LA' Erkek sırtlan.
HALALE Kadın eş. Halile, zevce.
HALAL(ET) İki şeyin arası açık olmak. * Dostluk. Samimi dostluk.
HALALUŞ f. Kavga, döğüş, şamata, gürültü.
HALAS Kurtulma, kurtuluş. Selâmete ermek.
HALAS Üzüm ağacına benzer bir ağaç (yanındaki ağaca sarılır gider; hoş kokusu vardır; akik gibi taneleri olur.)
HALAŞE f. Gemi dümeni. * Çörçöp.
HAL-AŞİNA f. Hâl ve durumdan anlayan.
HALAT (Hâlet. C.) Haller. Suretler. Keyfiyetler.
HALAT Kalın ip, gemi ipi.
HALAT (Hâle. C.) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arabçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler.
HALAVET Tatlılık. Şirin olmak.
HALAVET-İ KELÂM Sözün güzelliği ve akıcılığı.
HALAVETBAHŞ f. Zevk veren, hâlâvet veren.
HALAVETYAB f. Zevk bulan, halâvet bulan.
HALAYIK Cariye, hizmetçi.
HALB Süt sağmak.
HALB Parçalama, pençeleme. * Birinin aklını başından alma.
HALBA Ahmak. Şaşkın. * Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr.
HALBE (C.: Halâbib) Bir yarış yapmak veya bir şeye yardım etmek için toplanan atlılar grubu.
HALBES (C.: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi.
HALBUKİ (Hâl bu ki) Hakikat ve doğrusu şudur ki, öyle iken.
HALBUS Serçeden küçük bir kuş.
HALC Pamuğu temizlemek, havalandırmak ve kabartmak için yay ile atmak.
HALC Çekmek. * Hareket etmek.
HALCE Uzak, ırak yer, baid.
HALCEM Uzun, tavil.
HALD Devamlılık. Süreklilik. Dâimi. Bâki.
HAL-DAR f. Benli, benekli.
HALE Ay ve güneşin etrafında bazen görünen parlak dâire.
HALE Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya "Hâl" denir.
HALEB Süt sağma. Sağılmış süt.
HALEBE (Hâlib. C.) Kandıranlar, aldatanlar, hile yapanlar.
HALEBE (Hâlib. C.) Süt sağanlar.
HALEBÎ Halepli, Halep ahalisinden olan.
HALEC Çalışmaktan, yürümekten veya ibadetten kemiklerin ağrıması.
HALECAN Titreme. Kalb çarpıntısı. Heyecan.
HALECAN-I KALB Kalb çarpıntısı.
HALED Kalb.
HALEDAR Haleli, halelenmiş. Parlak daireli.
HALEDE Küpe.
HAL' EDİLME Hükümdarın tahttan indirilmesi. * Boşanmış olmak. * Kovulmuş olmak.
HALEF Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul.
HALEF AN-SELEF Seleften halefe geçme. Geçen ve gidenden, gelene kalma. Babadan evlâda geçme.
HALEFEN Arkadan gelerek.
HALEFİYYET Haleflik, birinin yerine geçmiş olma.
HALEK Kara, siyah.
HALEL Bozukluk. Eksiklik. * Başkası tarafından verilen zarar. * İki şeyin aralığı. Boşluk. Açıklık.
HALELDÂR f. Bozma. Bozulma. Bozulmuş.
HALELPEZÎR f. Bozulan, Halel bulan. Eksik. Fesad kabul eden. Bozuk.
HALEM Helâk olmak. * Dibâgat yaparken derinin kurtlanması.
HALEMAT (Halme. C.) Meme uçları, meme başları.
HALEME (C.: Halem-Halemât) Meme başı. * Büyük kene. * Bir ot cinsi.
HALEN şu anda, henüz, şimdiki hâlde.
HALENBUS Serçe renginde, ondan küçük bir kuş.
HALENC (C.: Halânic) Ağaç, şecer.
HALESA (Hâlis. C.) Hâlis, sâfi.
HÂLET Suret. Hâl. Keyfiyet.
HÂLET-İ CEHENNEM-NÜMUN Cehennem gibi çok azab verici hal.
HÂLET-İ GAŞY Kendini bilmeyecek derecede baygınlık.
HÂLET-İ NEZ' Ölüm hâleti. Can verme zamanı. Sekerat vakti.
HÂLET-İ RUHİYE İnsanın ruh hâleti, manevi ve iç durumu.
HÂLET-İ ŞUHUD şuhud hali, mânen veya misalen seyretme hâleti.(...Fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rü'ya gibi rü'yetlerini tâbirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için kısmen yanlıştır. M.)
HALEVAR f. Ay şeklinde olan, hilâl gibi olan.
HALEVAT (Halâ. C.) Halvetler, boşluklar. * Yalnız bulunulacak yerler.
HALEZON Sümüklü böcek kabuğu. Kabuklu sümüklü böcek.
HALF(E) Yemin etmek. Andiçmek. Kasem etmek.
HALF Ardı. Arka. Kendinden sonra gelen. Arka taraf.
HALF-I İMÂM İmâmın ardı, arkası.
HALFE Yerine adam koymak. * Kılavuz.
HALFE Andiçme, yemin etme.
HALFÎ Arka, ard ile alâkalı olan.
HALHAL Eskiden kadınların süs için ayaklarının topuklariyle baldırları arasına yani ayak bileklerine taktıkları altundan veya gümüşten yapılmış halka. Ayak bileziği.
HALHAL (C.: Halâhil) Ulu, şerif kişi.
HALHALE Esneklik, elâstikiyet.
HALIK Yoktan yaratan. Yaratıcı. Allah (C.C.)
HALIK (C.: Huluk-Havâlık) Büyük dağ. * Ağaca dolaşmış olan üzüm çubuğu. * Süt ile dolu olan koyun memesi. * Tıraş eden. Berber.
HALIKIYYET Yaratıcılık. Halk edicilik. İcad ve takdir.
HALİ Tenhâ. Boş. Sahipsiz. Issız. İçinde bir şey olmama.
HALÎ Hâl ile, vaziyet ile. Tavra âit. şimdiki. Hâle mensub.
HALÎ Gamsız, kedersiz, gailesiz, dertsiz. * Evlenmemiş erkek, bekâr adam.
HALİ' Boşanmış erkek, zevcesini şer'an terketmiş adam. (Müennesi: Hâlia'dır.) * İtaatsız, isyan eden, utanmaz, kayıtsız, hayasız. * Kovulmuş. * Soyulmuş.
HALÎ' Ailesinden ayrılan kimse. * Kurt.
HALÎ-ÜL-İZAR Yüzü yırtık. * Mc: Edepsiz, ahlâksız, utanmaz.
HALİB Sütçü, süt satan kimse. * Sidik borusu.
HALİB (C.: Halebe) Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr. (Müennesi: Hâlibe'dir.)
HALÎB Taze süt.
HALÎC Liman. Boğaz. Kanal. Körfez. Koy. Denizin kara içine nehir gibi uzanmış kısmı. * Irmak. * Büyük çanak. * İp. * Deve ağzı.
HALÎC-İ FÂRİS Basra körfezi.
HALİC(E) Hareket ettirme. Sarsma, oynatma.
HALİCE Pamuk eğiren.
HALÎCE İçinde hurma ıslanmış süt. * Üzüm sıkıntısı.
HALİÇ (Bak: Halîc)
HALİÇE Küçük halı. Kilim. Seccâde. (Kaliçe de yazılır.)
HALİD (Hulud. dan) Sonsuz, ebedi. Daimi.
HALİDAT (Hâlide. C.) Sürüp gidenler, devam edenler.
HALİD BİN SİNAN Benî Abes kabilesinin Bin-Bagis'ten ehl-i tevhid bir zat olup; Hz. Peygamber Efendimiz, bu zat hakkında: "O bir nebi idi, fakat onun kavmi onu zâyi etti" buyurmuşlardır. Kendisi Peygamberimizin zamanına yetişememiş ise de kızı Nezd, Hz. Peygamberimize geldiğinde, o sırada Peygamberimizin âyetini okuduğunu işitince: "Bunu, babam da okurdu" demiş olduğu rivâyet edilir.
HALİD BİN VELİD Câhiliye devrinde Kureyş eşrafındandı. Hudeybiye muahedesinden sonra Müslüman oldu. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, kendisine Seyfullah namını vermiştir. Çok kahraman bir gazi idi. Suriye, Filistin, Şam gibi yerler onun himmeti ile feth olunmuştur. 18 Hadis-i şerif nakletmiştir.Hicri 21 senesinde Suriye'de dar-ı bekaya göçerken: "Bunca muharebelerde bulunup bu kadar yaralar almış olduğum halde, hiç birinde vefat etmeyip akıbet yatakta öldüğüme kederleniyorum." meâlinde konuşmuş, atını ve silâhlarını fisebilillah vakfetmiştir. (R.A.)
HALİDE f. Saplanmış, dürterek bastırılmış.
HANÇER-İ HALİDE Saplanmış hançer.
HALİDE Hâlid'in müennesidir. (Bak: Hâlid)
HALİF Yemin etmek.
HALİF Yemin ederek sözleşenlerden herbirisi.
HALİF (Half. den) Yemin eden.
HALİF İki dağ arasındaki yol. * Eski elbise. * Arkadan gelen. Sonradan gelen. Birinin yerine geçen.
HALİFE Öncekinin yerine geçen. * Fık: İlâhî, yâni şer'î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber'e (A.S.M.) vekil olan zât. İmam. İmamet-i kübra. (Namazda imama uyan cemaat gibi, halifeye de şer'î emirlerde öylece itaat edilir. Halifede aranan dört şart: İlim, adalet, kifayet, a'zâ ve havâsta selâmet.) (Bak: Hilafet)
HALİFE-İ EVVEL Devlet dairelerinde yazı işlerinde çalışanlar. Tanzimattan evvel kalem teşkilâtı; halife, halife-i sâni, halife-i evvel olmak üzere üç derece idi. Ondan sonra bir kısım dairelerde bunun yerine baş kâtib, bazılarında da mümeyyiz-i evvel denilmiştir.
HALİFE-İ MÜSLİMÎN Yavuz Sultan Selim Han'dan sonraki Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmış bir tabirdir. Müslümanların halifesi demektir.
HALİFE-İ RUY-İ ZEMİN Yeryüzünün halifesi mânâsına gelen bu tabir, Yavuz Sultan Selim Han'dan sonra Osmanlı Padişahları hakkında kullanılmıştır.
HALİFE (C.: Hülef-Hulefât) Gebe deve.
HALİFE (C.: Havâlif) Türklerin kıldan veya keçeden yaptıkları çadırların direği, çadır direği.
HALİFE (C.: Halefâ) Su içinde biten bir ot. (Türkçede "kandıra" derler.)
HALİK Helâk olan. Mahv olan. Fenaya giden. Fâni. Zâil.
HALİK Tıraş edilmiş.
HALİKA (C.: Halayık) Tabiat, mahlukât.
HALİKE Çok hırslı, haris olan nefis.
HALİKÎ Demirci.
HALİL (HALİLE) Zevc, koca. Nikâhlı karı. Zevce.
HALİL Samimi dost. Sâdık dost. * Nahif ve fakir kimse. (L.R.)
HALİL-ÜR RAHMAN Allah'tan başkasından hiçbir zaman yardım dilemeyip, O'nun dostluğunu ihtiyar eden Hz. İbrahim'in (A.S.) lâkabıdır.
HALİLİYYE Samimi dostluk ve kardeşlik.
HALİLULLAH Allah'ın dostu, Hz. İbrahim (A.S.).
HALÎM Yumuşak huylu. Hoş muamele yapan. (Bak: Elhalîm)
HALÎMÂNE f. Yumuşak surette. Yumuşak huylulara yakışır bir tarzda.
HALÎME Yumuşak huylu kadın. * Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın süt anasının ismi. Beni Sa'd bin Bekr kabilesindendir. Halime-i Sa'diye diye de anılır. (R.A.)
HALİN Ahmak.
HÂLİS Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli. * Pek beyaz. * Evvelce karışık iken kusuru zâil olan. * Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Bak: İhlâs) (Müennesi: Hâlise'dir)
HÂLİS-ÜD DEM Arı kan, safkan.
HALİS Bahadır ve haris kimse.
HALÎS Karışmış, muhtelif. * Siyah ile beyazı karışmış saç. * Tel.
HÂLİSANE f. Hâlise yakışır bir surette. Hâlis kimselere mahsus bir niyet ve fiil ile.
HÂLİSEN Halis ve katıksız olduğu halde. Hilesizce, doğru olarak.
HÂLİSET Edb: İbarenin düzgün ve akıcı olması.
HÂLİSİYYET Doğruluk, hâlislik, hilesizlik.
HALÎT Huk: Yol ve su gibi umumi olan araziler hukukunda ortak olan kimse. * Şerik, ortak. * Karışmış.
HALÎT Buz. Kırağı. Dolu.
HALİTA Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış. * Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde.
HALİTA-İ DİMAĞÎ f. Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler.
HALİYE (C.: Havâlî) Kendini süsleyen kadın.
HALİYEN Şimdiki hâlde, şimdiki zamanda.
HALİYEN (Hâli. den) Boş olarak, boş olduğu hâlde.
HALİYYAT (Haliye C.) Bekâr kadınlar, evlenmemiş kızlar.
HALİYYE Bağından boşanmış deve. * Yabancı bir yavru emziren deve. * Büyük gemi. * Arı kovanı. * Ahlâktan kinâyedir. * (C.: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız.
HALK Boğaz. * Tıraş etmek.
HALK İnsan topluluğu. İnsanlar. * Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak, ibdâ' eylemek. * Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek. (Bak: İnşa, İbda')(Sivrisineğin gözünü halkeden, güneşi dahi O halketmiştir. M.)(Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halkedemez. M.)(Hem semâvat ve arzı halkeden, semâvat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? S.)
HALK-I CEDİD Ba'sü bade-l mevt, yeniden yaratılış. Yeniden yeniye tekrâren yaratılma. Ana karnındaki çocuğun, insan suretine inkılâb ettiği devre.
HALK-I DÜ CİHAN İki cihanın halkı. * Ölülerle diriler.
HALK-I EF'ÂL Mu'tezile fırkasının bir tabiridir. Hayvan ve insanların, kendi fiillerinin hakiki müessiri olduğunu iddia etmelerine verilen isimdir. (Bu iddiâlarını Ehl-i Sünnet ulemâsı müsbet delillerle reddetmiştir.)(Ehl-i dalâlet ve bid'at fırkalarından bir kısım zatlar, ümmet nazarında makbul oluyorlar. Aynen onlar gibi zatlar var; zâhiri hiçbir fark yokken, ümmet reddediyor. Bunda hayret ediyordum. Meselâ: Mu'tezile mezhebinde Zemahşerî gibi, İ'tizalde en müteassıb bir ferd olduğu halde, muhakkıkîn-i Ehl-i Sünnet, onun o şedit itirâzâtına karşı; onu tekfir ve tadlil etmiyorlar, belki bir rah-ı necat onun için arıyorlar. Zemahşerî'nin derece-i şiddetinden çok aşağı Ebu Ali Cübbaî gibi Mu'tezile imamlarını, merdut ve matrud sayıyorlar. Çok zaman bu sır benim merakıma dokunuyordu. Sonra lütf-u İlâhî ile anladım ki: Zemahşeri'nin Ehl-i Sünnet'e itirâzâtı, hak zannettiği mesleğindeki muhabbet-i haktan ileri geliyordu. Yâni, meselâ: Tenzih-i hakiki; onun nazarında, hayvanlar kendi ef'âline hâlik olmasiyle oluyor. Onun için, Cenab-ı Hakk'ı tenzih muhabbetinden, Ehl-i Sünnet'in halk-ı ef'âl mes'elesinde düsturunu kabul etmiyor. Merdut olan sâir Mu'tezile imamları muhabbet-i haktan ziyade, Ehl-i Sünnet'in yüksek düsturlarına kısa akılları yetişemediğinden ve geniş kavânin-i Ehl-i Sünnet, onların dar fikirlerine yerleşemediğinden, inkâr ettiklerinden merdutturlar. M.)
HALK-I EZDAD Birbirine zıd halleri bir şeyde yaratmak. Meselâ: Bir zerrede hem def edici hem de cezb edici (çekici) kuvvetin bulunmasını yaratmak.
HALK-I ŞER Şerrin yaradılışı.(İşte Mu'tezile bu sırrı anlamadıkları için "Halk-ı şer şerdir ve çirkinin icadı çirkindir." diye Cenab-ı Hakk'ı takdis için şerrin icadını ona vermemişler, dalâlete düşmüşler. M.)
HALKA Ortası boş yuvarlak şekil. * Dâire şeklinde olan şey.
HALKA-İ ÂB-GÛN Gökyüzü, semâ.
HALKA-İ DÜRR İnci dizisi.
HALKA-İ ZİKİR Tasavvufta, zikir esnasında daire şeklinde oturmak.
HALKABEGUŞ f. Kulağı küpeli, kulağı halkalı. * Mc: Köle, esir.
HALKABEND f. Toplanıp yuvarlak meydana gelecek şekilde oturma.
HALKAN Yaradılışça, hilkatça.
HALKAVÎ Halka şeklinde.
HALKAZEN f. Kapı çalan, kapı halkasını vuran.
HALL Sağlamlaştırmak. * Dostluk, sadâkat. * Fakir, hastalıklı, nahif insan. * Sirke.
HALL Giren, dâhil olan. İnen.
HALL Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma. * Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek. * Susam yağı. * Ezmek. * Açmak. * Dühul etmek, girmek.
HALL-İ MES'ELE Mes'elenin halledilmesi.
HALL-İ MÜŞKİLÂT Müşkilâtın yenilmesi, zorlukların çözülmesi.
HALLAC Pamuk atan. Pamuğu didik didik eden.
HALLAC-I MANSUR Asıl adı Hüseyin olan bu zat, tasavvuf mesleğinde meşhurdur. Manevi istiğrak hallerinde hissettiklerini, şeriata zâhiren zıd düşen ifadelerle söylediği için, Hicri 306 senesinde idam edilmiştir.
HALLAF Çok fazla yemin eden kimse.
HALLAK İyi traş eden. Berber. * Hamal.
HALLAK Yaratan, her şeyi halkeden, Kadir-i Zülcelal, Allah Teala Hazretleri (C.C.)
HALLÂL Halleden, çare bulan, çözen.
HALLÂL-I MÜŞKİLÂT Zorlukları yenen, müşkülâtı halleden kimse.
HALLÂL-ÜL UKAD Düğümleri çözen. * Mc: Zorlukları yenen.
HALLAL Sirkeci, sirke yapan kimse.
HALLAS Yakalıyan, tutan kimse.
HALLAT Yersiz ve münâsebetsiz sözler konuşan. * Ortalığı karıştıran.
HALLE Fakirlik. * Hâcet, ihtiyaç.* Kum içindeki yol ve gedik.
HALLEDALLAH Allah dâim ve bâki eylesin (meâlinde duâ).
HALLER Bakla.
HALLİ Zengin, gani, malı mülkü çok olan. * Kuvvetli, kavi.
HALLİ (Halliye) Sirke ile ilgili.
HALLİSNÂ Bizi halâs eyle, bizi kurtar (meâlinde duâ.)
HALL Ü AKD Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama.
HALL Ü FASL Çözme ve ayırma. Açıklayarak bitirme. Bir mes'eleyi müsbet bir neticeye bağlama.
HALLÜSİNASYON Lât. Tıb: Hakikatte olmayan bir şeyi varmış gibi görme ve işitme.
HALME Meme başı, meme tepesi.
HALS Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak. * Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen.
HALSAN Kişinin dostu, sevgilisi ve yâri.
HALT Karıştırmak. Münasebetsiz söz söylemek. Bir şeyi bir şeye karıştırmak. Hatâ etmek.
HALTA Köpeklere takılan boyun halkası. Tasma.
HALTIYYAT Yersiz ve münasebetsiz sözler.
HALUB(E) Sağılan şey.
HALUF Sütün veya yemeğin bozulması.
HALUK İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli.
HALUM Yaş peynir gibi olan koyu yoğurt.
HALVET Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. * Gizlilik.
HALVET-İ FÂSİDE Karı-kocanın aralarında şer'î mâni olmasına rağmen birleşmeleri.
HALVET-İ SAHİHA Karı-kocanın aralarında şer'î mâni bulunmaması halinde birleşmeleri.
HALVETGÂH f. Tek başına oturup ibadetle vakit geçirilen yer. * Halvet yeri. Gizli olarak görüşülecek yer.
HALVETGÜZİDE (Halvetgüzin) f. Halveti, tenha bir yeri seçmiş olan kimse.
HALVETHANE f. Gizli ibadet yeri. * Gizli konuşup görüşmeye mahsus yer.
HALVETÎ Halvete müteallik, halvetle alakalı. * İbadet ve zikirlerini tenhada yapan bir tarikat adı. * Halvetiye Tarikatından olan kimse.
HALVETNİŞİN Yalnız başına bir yere çekilip ibadetle meşgul olanlar.
HALY Ot biçmek.
HALY (C.: Huliy) Altından ve gümüşten olan süs eşyâları.
HALZ Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak.
HAM f. Olmamış, pişmemiş, çiğ. * Nâfile, beyhude, boşuboşuna. * İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. * Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi.
HAM f. Bükülmüş, kıvrılmış, eğrilmiş.
HAM-I ZÜLF Saç lülesinin kıvrımı.
HAM' (HIM') (C.: Ahmâ') : Kaynata. Zevc tarafından olan kimseler.
HAM' (HUMU') Eğrilik, aksaklık.
HAMA Hıfzetmek, korumak. * Kovmak, defetmek.
HAMA' Kara balçık.
HAMAİD (Hamîde. C.) Bir kimsenin medhedilmeğe lâyık olan işleri.
HAMAİL (Himâle. C.) Tılsım, muska. * Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış.
HAMAİM (Hamâme. C.) Güvercinler.
HAMAK İki ağaç veya direk arasına asılarak içine yatılan ağyatak.
HAMAKAT Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık.
HAMALE Bir mala kefil olma.
HAMAM(E) (C.: Hamâim) Güvercin kuşu.
HAMAN Peygamber Hz. Musa (A.S.) zamanındaki Mısır Fir'avununun vezirinin ismi.
HAMARAT Becerikli, elinden iş gelir, cerbezeli.
HAMAS Verem. * Yumuşaklıkla ve kolaylıkla bir şeyi çıkarmak.
HAMASET Yaradılıştan olan cesâret. Bahadırlık. Cesurluk. Kahramanlık. Yiğitlik.
HAMASÎ Hamâsetle alâkalı. Fıtrî cesarete âit ve müteallik.
HAMASİYYAT Kahramanlık destanları.
HAMAT Kaynana.
HAMATA Katılık. * Yanmak. * Boğaz ağrısı. * Darı samanı. * Kalbin ortası.
HAM-BE-HAM f. Kıvrım kıvrım. Büklüm büklüm.
HAMD Medih, övmek.Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve O'na hamd ve şükür ile medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri. (Bak: Elhamdülillah) (Hamd'in en meşhur mânası; sıfat-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak insanı, kâinata câmi' bir nüsha ve onsekizbin âlemi hâvi şu büyük alemin kitabına bir fihriste olarak yaratmıştır. Ve Esmâ-i Hüsnâ'dan her birisinin tecelligahı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune insanın cevherinde vedia bırakmıştır. Eğer insan, maddi ve manevi her bir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan "şükr-ü örfi"yi ifâ ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedi'a bırakılan o örneklerin her birisi kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir'at ve bir âyine olur. O vakit insan; ruhu ile, cismi ile, âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfat-ı kemaliye-i İlâhiyyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur. İ.İ.)(Hamd ü senâ, medih ve minnet O'na mahsustur, O'na lâyıktır. Demek nimetler O'nundur ve O'nun hazinesinden çıkar. Hazine ise dâimîdir. M.)
HAMDE Ateş gürültüsü.
HAMDELE "Elhamdülillah" demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması.
HAMD Ü SENA Cenab-ı Hakk'a hamd ve O'nu isimleriyle medhetmek.
HAME Kafatası, başın üst kısmı.
HAME' Uzun müddet su ile yumuşayıp değişmiş cıvık ve kokar çamur. Balçık.
HAME Yaş ot demeti, taze ekin destesi, bir sap üzere bitmiş taze ekin. * Havası bozuk hastalıklı yer.
HÂME f. Yontulmuş kalem.
HÂME-İ EDEB Edebiyat kalemi.
HÂME-İ ŞEKVÂ şikâyet kalemi. şikâyet yazan kalem.
HÂME-İ ZERRİN Altın kalem, altından yapılmış kalem.
HÂME VÜ ŞEMŞİR Kalem ve kılıç.
HAMEC Zayıflık.
HÂMEGÜZAR f. Kalemle yazılmış.
HAMEK Her şeyin küçükleri. * Siyah bulut.
HAMEL Kuzu. * Ast: Burçlardan birinin adıdır. Bu burcu teşkil eden yıldızlar kuzuya benzediği için arapça kuzu demek olan hamel denilmiştir. Güneş bu burca 21 Mart'ta girer ve gece ile gündüz bir olur.
HAMELAT (Hamle. C.) Saldırışlar, saldırmalar. * Atılmalar, atılışlar.
HAMELE Taşıyanlar, yüklenenler, kaldıranlar.
HAMELE-İ ARŞ İsrâfil, Cebrâil, Mikâil, Azrâil (A.S.)lar.
HAMELE-İ HÜCCET Günah ve sevabları yazan melekler.
HAMELE-İ KUR'AN Hâfızlar. Kur'anı ezbere okuyup ilmi ile amel eden mes'ud kimseler.
HAMELE-İ MÜMTESİL Aldığı emri imtisal edip yüklenen, mes'uliyeti üzerine alan.
HAM-ENDER-HAM f. Kıvrım kıvrım, büklüm büklüm.
HAMER Davarın arpa yemekten dolayı içinin ve ağzının kokması.
HÂME-RÂN f. Kalem yürüten, yazan.
HAME-ZEN f. Üzerinde kalem kesilecek âlet.
HAMH Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek.
HAMHAMA Hımhımlık, sözü genizden söyleyerek konuşma.
HAMHAMA Atın yulaf ve su gördüğünde çıkardığı ses.
HÂMIZ Sirke gibi ekşi olan. Ekşiliği fazla olan, asit.
HÂMIZ-I FAHİM Kim: Karbonik asit.
HÂMIZ-I HALL Kim: Sirke asidi.
HÂMIZ-I KARBON Kim: Karbonik asit.
HÂMIZAT (Hâmız. C.) Asitler. Sirke gibi ekşi olan şeyler.
HÂMIZAT-I ŞAHMİYE Yağ asitleri.
HÂMIZİYYET Ekşilik, kekrelik.
HAMÎ f. Gevşeklik, hamlık.
HAMÎ Himaye edici, himaye eden. Koruyucu, koruyan. Kayıran.
HÂMİD Cenab-ı Hakk'a hamd ü sena eden. Allah'a şükreden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) isimlerindendir.
HAMÎD Sena edilmeğe, medhedilmeğe elyak olan. Dünya ve âhirette hamd kendisine mahsus olan Allah (C.C.) * Isparta Vilâyetinin Osmanlılar devrindeki adı.
HAMİD Alevi sönen ateş. * Ölü, ölmüş. Sönmüş. idrâksiz. Sâkit ve sessiz. Ölü gibi halsiz olan.
HAMİDE f. Kambur, eğrilmiş, kemerli.
HÂMİDE Uzun müddet geçmesi sebebi ile rengine tegayyür ve siyahlık gelip eskimiş olan. * Nebatsız kuru yer. * Yanmış kül olmuş.
HAMİDEGÎ f. Kamburluk, eğri büğrü olmaklık.
HÂMİDÎN (Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
HÂMİDÛN (Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler.
HAMİE Hararetli, çamurlu, volkanlı, alevli, dumanlı.
HÂMİL (Hâmile) Yüklü yüklenmiş. * Gebe. * Taşıyan, götüren. * Hâiz. * Mâlik, sahib. * Uhdesinde bir poliçe bulunan.
Dostları ilə paylaş: |