KED f. Ev, hâne, mesken.
KEDA' Defetmek, kovmak.
KEDA Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı.
KEDAD Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip "benat-ul kedad" derler.)
KEDB Tâze kan.
KED-BANU f. Bir daireyi idare eden kâhya kadın.
KEDD Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama.
KEDD-İ YEMİN El emeği.
KEDDERE Bulandırdı (meâlinde fiil).
KEDE f. "Mahal, ev, yer" anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi.
KEDEME Hareket.
KEDER Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam.
KEDEREFZÂ f. Keder ve sıkıntı veren. Keder verici.
KEDERENGİZ f. Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren.
KEDERNÂK Keder verici, kederli.
KEDEN Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak.
KEDEVEN Palan atı.
KEDH Amel, cehd. Sa'y. * Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz.
KEDHÜDA f. Kâhya.
KEDİD Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer.
KEDİN Etli ve yağlı kişi.
KEDİR (KEDİRÂ) İçinde hurma ıslanmış süt.
KEDKEDE Ağır ağır seğirtmek. * Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses.
KEDM Isırma.
KEDME Yara izi, bere.
KEDS Tez tez yürütmek.
KEDŞ şiddetle sürmek. * Yırtmak. * Kazanmak.
KEDU f. Kabak. * Mc: Kafatası.
KEDUH Amel ve sa'yedici, çalışan.
KEDUM Adam ısıran eşek.
KEDURET Bulanıklık. * Gam, tasa, keder.
KE-EN LEM YEKÜN Güyâ olmadı. Sanki olmadı.
KE-ENNE (Ke-ennehu) (Teşbih edatıdır) Sanki, güyâ, öyle gibi. (Bak: İnne)
KEF Elin iç tarafı. Avuç. * Ayağın altı, tabanı. * Avuç dolusu.
KEF f. Köpük.
KEFA f. Sıkıntı, meşakkat, mihnet.
KEFA' Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek.
KEFAET Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş. * Fık: Evlenen erkeğin, alacağı kadına neseb, diyanet, hürriyet ve mal hususlarında müsâvi ve daha üstün olması hususu. (Bunun en mühimmi de diyânet noktasındadır.)
KEFAF Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık. * Misil, miktar. * Berâberlik.
KEFAF-I NEFS Bir kimsenin ölmeyecek kadar olan nafakası.KEFALET : Kefillik. Bir kimse kendine âid bir işi yapamadığı veya borcunu ödeyemediği takdirde, yerine onun işini göreceğini kabul etmek. * Birine kefil olmak. İşini üzerine almak.
KEFALET-İ BİL-MAL Fık: Bir mal için kefil olma.
KEFALET-İ BİNNEFS Birinin şahsına kefil olma.
KEFALET-İ MUTLAKA Huk: Bir kayıt ile bağlı olmıyan kefalet.
KEFALET-İ MUVAKKATA Geçici bir zaman için kefil olma.
KEFALET-İ NAKDİYE Bir hususu te'min için depozite yatırmak suretiyle kefil olma.
KEFALET-BİT-TESLİM Bir malın teslimine kefil olma.
KEFALETEN Kefil olarak. Kefillik suretiyle.
KEFALETNAME f. Kefillik kâğıdı, kefalet senedi.
KEFARET (Bak: Keffaret)
KEFC f. Ağızdan gelen köpük.
KEFÇE f. Kepçe.
KEFE (Keffe) Terazinin bir gözü.
KEFEF (Keffe. C.) Kefeler. Terazinin tablaları.
KEFEL Dip, ard, kıç.
KEFENBEDUŞ (Kefenberduş) f. Kefeni sırtında. Ölümü göze almış.
KEFENPUŞ f. Kefene sarılmış. Kefenlenmiş.
KEFERE (Kâfir. C.) Kâfirler.
KEFEŞ (Bak: Kafş)
KEFETEYN Terâzinin iki tarafı.
KEFF Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak. * Avuç, el, avuç içi. * Nimet.
KEFF-İ YED El çekme. Karışmama.
KEFFARET (Masdar gibi kullanılıyorsa da "keffâr" mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı affettirmek ümidiyle şeriata uygun olarak verilen sadaka veya tutulan oruç. * Günahtan arınma.
KEFFARET-İ HALK Hac için ihrama girip de bir özre mebni saçlarını vaktinden evvel traş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibârettir.
KEFFARET-İ KATL Bir müslümanı veya bir zımmiyi amden değil de bir hata neticesi olarak öldüren bir müslümana lâzım gelen keffârettir ki; muktedir ise, bir mü'min köle âzad etmekten; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.
KEFFARET-İ SAVM Ramazan-ı Şerifte özürü bulunmaksızın muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azâd etmesinden; buna muktedir değilse, iki ay muttasıl oruç tutmasından; buna da muktedir değilse, altmış fakire yemek yedirmesinden ibârettir.
KEFFARET-İ YEMİN Yaptığı bir yemine sadık kalmayıp bozan bir müslümana lâzım gelen keffâret demektir ki: Muktedir ise, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya câriye azad etmekten; muktedir değil ise, on fakiri akşamlı sabahlı doyurmaktan veya on fakire birer parça libas giydirmekten; bu üç şeyden birine muktedir olamayana da üç gün muttasıl oruç tutmaktan ibârettir.
KEFFARET-İ ZIHAR Zıhar keffareti.Keffâret-i zıharın vâcib olmasının şartı kudrettir. Muktedir olan, köle azad eder; değilse iki ay oruç tutar, buna da gücü yetmezse altmış fakire yemek verir. (Bak: Zıhâr)
KEFFARET-ÜZ ZÜNUB Günahların keffareti. Mü'min insanların çeşitli hastalık ve musibetlerine denir. Çünkü günahlarından afvına vesile olabilir. (Huk. İslâmiye ve Ist. Fık. K.)
KEFFE (C.: Kifef) Terazi kefesi. * Her yuvarlak cisim. * (C.: Ükef) El ayası.
KEFGİR f. Köpük tutan. * Kevgir, delikli kap.
KEFH Karşı karşıya savaşma.
KEFİ Nazir, misil, benzer, denk, eş.
KEFİL (Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse.
KEFİL Bİ-T-TESLİM Bir malın teslimine kefil olan kimse.
KEFİT Seri yürüyüş, hızlı yürüyüş. * Kuvvet.
KEFİYE Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş.
KEFKEFE Men'etmek, engel olmak.
KEFL Okşamak. * Kefil olmak. * Yaramaz gönüllü olan.
KEFN Yün eğirmek.
KEFR (C.: Küfur) Örtme, sarma, * Köy, karye.
KEFŞ (Bak: Kafş)
KEFT Cem'etmek, toplamak. * Sarfetmek, harcamak. * Evmek. * Katı katı sürmek.
KEFTAR f. Sırtlan.
KEFTER f. Güvercin, kebuter.
KEFUR Hakkı gizleyici, doğruyu gizleyen.
KEH f. Saman. Saman çöpü.
KEHA f. Mahcub, utangaç.
KEHAİL (Kehil. C.) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler.
KEHAM (KİHÂM) Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca "seyf-i kihâm"; peltek lisana "lisan-ı kihâm"; ağır yürüyüşlü ata "feres-i kihâm" derler.)
KEHANET Gaibden haber vermek. Falcılık. Kâhinlik etmek. (İlâhi ihbârât-ı gaybiyyeye istinad etmeden, gaybdan haber vermek ve falcılık ve kâhinlik etmek dinen kat'iyyetle haramdır.)
KEHAT Büyük, semiz dişi deve.
KEHB Koruk.
KEHD Ayağı yere vurmak.
KEHDEL Genç hâtun. * Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır)
KEHENE (Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar.
KEHF Mağara, in. Sığınacak yer altı. * Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk.
KEHF-MİSAL Mağaraya benzer şekilde, mağara gibi sesi aksettiren.
KEHF SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur.
KEHHAL Gözlere sürme süren. * Göz doktoru.
KEHİB Patlıcan.
KEHİL (Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz.
KEHİLA Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın.
KEHİRE Kısa boylu kadın.
KEHKAH Zayıf erkek.
KEHKEŞAN f. Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.)
KEHL Göze sürme çekme. * Kıtlık yılı. (Bak: Kahl)
KEHL(E) Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. (Bak: Kühulet) * Bit.
KEHLÂ' Sürmeli kadın. * Sığırdili dedikleri ot.
KEHM Men'etmek, engel olmak. * Kaldırmak.
KEHMEL Ağır ve kaba.
KEHMES Boyu kısa olan.
KEHR (KÜHRÜRE) Yüz pörtürmek. * Men'etmek, engel olmak.
KEHREBA Bir şeffaf zamk ismi.
KEHRİBAR Cevher saçan. * Güzel sözler söyleyen.
KEHRÜBA f. Saman kapan. * Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek "Kehribâr" denilir.)
KEHRÜBAÎ Kehribar gibi, cezbedici, elektrikli olan.
KEHS Bir şeyi eliyle almak.
KEHULET (Bak: Kühulet)
KEHVARE f. Beşik.
KEİB Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe)
KEJ f. Çarpık, eğri. Kumral. Tüylü keçi.
KEJÇEŞM f. Şaşı, eğri bakışlı.
KEJDÜM f. Akrep.
KEJDÜMÎ f. Akrep gibi, akreple ilgili.
KE'KEE Zorla reddetmek, def'etmek.
KEKEME t. Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan.
KEKRE t. Ekşi, acımtırak.
KELA Yeşil ot.
KELAB Tıb: Kudurma. Kuduz hastalığı.
KELACU f. Kadeh.
KE-L-ADEM Yok. Yokmuş gibi.
KELAET (Bak: Kilaet)
KELAH Kıtlık olan yıl, kıtlık yılı.
KELÂL Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç. * Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak.
KELÂL-İ DİL Gönül yorgunluğu.
KELÂL-ÂVER f. Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu.
KELÂL-BAHŞ f. Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren.
KELÂLET Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık. * Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması. * Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi). * Kör ve kesmez olan.
KELÂLİB (Küllâb. C.) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler.
KELÂM Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, ezelidir, ebedidir. * Ist: Hikmet ve mantık esaslarıyla Allah'ın (C.C.) varlığı, birliği, İslâmiyetin doğruluğu ve hakkaniyetinden bahseden ilim. (Bak: İlm-i kelâm ve Kelâmullâh)
KELÂM-I AHSAR En kısa ve veciz söz.
KELÂM-I KADİM Kur'an-ı Kerim, Kadim kelâm.
KELÂM-I KİBÂR Büyük, akıllı, veli ve meşhur zâtların güzel, veciz ve çok kıymetdâr olan sözleri ve kelâmı.
KELÂM-I MAHREM Gizli kelâm. Mahrem söz.
KELÂM-I MENSUR Nesir söz.
KELÂM-I MUDARÎ Arab kabilelerinden Mudar Kabilesinin konuştuğu Arapça. Kur'an-ı Kerim bu lehçe üzerine nâzil olmuştur. En fasih Arapça'dır.
KELÂM-I NEFSÎ Cenab-ı Hakk'ın lâfz, harf ve ses olmayan zâtî kelâmı. İçten konuşma.
KELÂM-I RESUL Hadis. Peygamberimizin sözü.
KELÂM-I TÜND f. Sert söz.
KELÂMIN KUYUDAT VE KEYFİYATI Kelâmın küllünü meydana getiren harf, kelime gibi parçalarıyla, bunların sarf ve nahiv yönünden hususiyetleri. Meselâ: Müzekkerlik - müenneslik, mârifelik - nekrelik, mübtedâ - haber, sıfat - mevsuf gibi.
KELÂMÎ Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı.
KELÂMİYYUN Kelâmcılar. İlm-i kelâm âlimleri. (Bak: Mütekellimîn)
KELÂMULLAH Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim. (Bak: Kur'ân)(Kur'ân başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var. Biri mütekellim, biri muhâtab, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma.Madem kelâm kuvvetini, hüsnünü bu dört menba'dan alır. Kur'ânın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belagatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, madem kelâm mütekellime bakıyor; eğer o kelâm emir ve nehiy ise; mütekellimin derecesine göre irâde ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsûz olur, maddi elektrik gibi te'sir eder. Kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezâyüd eder. S.)
KELAN f. İri, cüsseli, büyük. Heybetli.* Geniş, enli. * Baş.
KELÂNÎ (Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde).
KELANTER f. Çok iri. Daha büyük.
KELASENG f. Sapan.
KELAVE İpek veya iplik saracak çark.
KELB (C.: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it. * Meşhur bir yıldız. * İki adım arasına koyarak dikilen kayış. * Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. * Şiddet. * Hırs.
KELB-İ AKUR Azgın, saldırgan köpek.
KELB-ÜL MÂ' f. Köpek balığı. * Kunduz.
KELBETAN f. Kerpeten.
KELBÎ Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik.
KELBİYYUN Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir.
KELCE Kile, mikyâl.
KELDE (C.: Külud) Bir parça kaba yer.
KELE f. Yanak.
KELE' Ayakta olan yarıklar. * Kir.
KELEB (C.: Kelâlib) İt sürüsü. * İncitip eza etmek.
KELEBÇE Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik.
KELEF Yüzdeki benek. * şiddetli sevgi.
KELENDİ Bir para. * Sağlam ve sert yer.
KELEPÇE (Bak: Kelebçe)
KELEPİR Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz. * Üvey evlât. Evlâtlık.
KELFA Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef)
KELH Katı yüzlülük.
KELH Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. (İçi kamış gibi boş ve gâyet hafif olur; ondan hasıl olan zamka "eşk" derler, kokusu cündübâdester kokusu gibi olur, tadı acıdır.)
KELİF Haris kimse.
KELİL(E) Körleşmiş. * Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz. * Kesmez olan âlet. * Çakal. * Yorulmuş kişi, yorgun kimse.
KELİM (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, lâkırdılar.
KELİM Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan. * Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı. * Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs. * Yaralı kimse.
KELİM Yaralı kimse. * Konuşulan kimse.
KELİMAT (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler.
KELİMAT-I NAHVİYE Nahv ilmine âit kelimeler. Cümle teşkilinde mânâya tesir eden harfler ve kelimeler.
KELİMAT-I TAKDİRİYYE Takdir edici sözler.
KELİM-DEST f. Olgun kimse.
KELİME Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. "Bir tek söze" kelime denir.
KELİME-İ HAMKA Ahmakça söz.
KELİME-İ MENHUTE Aslı iki kelime olan bir tâbirin bir kelime ile söylenişi: "El Hamdüllilâh" yerine "Hamdele" söylenmesi gibi. "Bismillâh" yerine "Besmele" denmesi gibi.
KELİME-İ ŞEHÂDET şehâdet ifâdesini hülâsa eden (Eşhedü en Lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluh) cümlesi.
KELİME-İ TAYYİBE Allah ve Resulullah kelâmı. Dua, niyaz ve salâvatlar gibi kelâmlar. Meselâ (Sübhânallah velhamdülillah ve Lâilâhe illâllah vallahü Ekber) kelime-i tayyibedir.
KELİME-İ TEVHİD Tevhid-i İlahîyi ifade eden "Lâilahe illallah Muhammedür Resulullah" cümle-i kudsiyesidir. (Bak: Tevhid)(Bütün esmâ-i hüsnânın ifâde ettiği mânalar ile bütün sıfât-ı kemaliyeye, Lâfza-i Celâl olan "Allah" bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmâlarına delâlet eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki sıfatlar müsemmâlarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl bil'mutâbakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemaliyye arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil'iltizam delâlet eder. Ve keza, Uluhiyet ünvanı sıfât-ı kemaliyeyi istilzam etmesi ism-i has olan "Allah"ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve keza, "Allah" kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binaenaleyh "Lâilâhe illâllah" kelâmı, esmâ-i hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delâlet ettiği sıfatlar itibariyle bin kelâm iken bir kelâm oluyor. "Lâ Hâlika İllallah", "Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyume İllâllah" gibi... Binaenaleyh, terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor. M.N.)
KELİMULLAH "Cenab-ı Hakk'ın hitab eylediği zat" (meâlindedir). Hazret-i Musa'nın (A.S.) bir ünvanıdır. Çünkü O, Tur-u Sina'da Cenab-ı Hakk'ın kelâmını, hitabını duymak mazhariyetine erişmiştir. * Resul-i Ekrem (A.S.M.) mi'rac-ı şerifinde Cenab-ı Hak ile tekellüme mazhar olduğundan bir ismi de Kelimullah'tır.
KELİNG f. Şaşı.
KELK f. Koltuk (insanda).
KELKÂHYA Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan.
KELKEL (KELKÂL) (C.: Kelâkil) Göğüs, sadr.
KELL (C.: Külul) Ağırlık. * Yorgunluk. * Ufak taneli yağmur. * Yetim. * Semizlik, besililik. * Cibinlik dedikleri ince örtü.
KELLÂ Öyle değil. Aslâ.
KELLA Geminin durup demirlediği yer.
KELLAB İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim eden kimse.
KELLE f. Kafa, baş. * Ekinlerde başak. * Baş gibi yuvarlak olan nesne.
KELLEPUŞ f. Başa giyilen şey. * Bir cins başörtüsü.
KELLİT (KİLLİT) Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş.
KELLUB (C.: Kelâlib) Kerpeten. * Çengel.
KELM (C.: Külum-Kilâm) Cerâhat.
KELS Hamle etmek. Cür'et etmek.
KELSEME Cem'olmak, toplanmak.
KELT Ahmaklık. * Toplamak.
KELUL (KELÂL-KELÂLE) Kütelip kesmez olmak. * Göz nuru zayıf olmak. * Çocuğu ve anası olmayan şahıs.
KELZ Cem'etmek, toplamak.
KEM Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend)
KEM f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir.
KEMÂ (Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) "Gibi" mânâsına gelir.
KEMÂ BİŞ f. Aşağı yukarı. Takriben.
KEMÂ Fİ-L-EVVEL Evvelki gibi.
KEMÂ Fİ-S-SÂBIK Eskisi gibi.
KEMÂ HİYE (Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim, olduğu gibi.
KEMÂ HİYE HAKKUHÂ Gereği gibi.
KEMÂ-HÜVE (Bak: Kemâ hiye)
KEMÂ HÜVE-L-MUTAD Mutad olduğu ve alışıldığı üzere.
KEMAİN (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş adamlar.
KEMÂ KÂNE Eskiden olduğu gibi, eski tarzda.
KEMÂ KÂNE Fİ-S-SÂBIK Eskisi gibi, eskisindeki gibi.
KEMAKL (Kem-akl) Aklı kıt. Ahmak, ebleh.
KEMAL Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş.
KEMAL-İ DİRAYET Dirayetin son derecesi.
KEMAL-İ İHTİMAM Son derece dikkat ve ihtimâm.
KEMAL-İ METANET Tam sağlamlıkla, sarsılmadan.
KEMAL-İ RAHMET Rahmet ve merhametin nihayet kemalde olması.
KEMAL-İ VÜSUK Tam bir itimad ve inanç.
KEMALÂT (Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik.(Mâdem mevcudat, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi, kemalâtın lem'alariyle parlar geçer; o nehir, güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudât dahi, hüsün ve cemal ve kemalin lem'alarıyla muvakkaten parlar gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki: Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil; belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî'nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır... S.)
KEMALÂT-PERVER f. Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi.
KEMAN f. Yay. Kavis. * Yayı andırır her şey. * Keman.
KEMAN-DÂR f. Yay tutan, yay tutucu.
KEMANE f. Keman veya kemençe yayı. * Güreşte bir çeşit oyun.
KEMAN-EBRU Kaşları yay gibi olan. Keman kaşlı.
KEMAN-GER f. Yay yapan san'atkâr.
KEMANÎ f. Kemancı. Keman çalan çalgıcı.
KEMAN-KEŞ f. Keman çalan. * Ok atmakta usta olan. Yay çeken.
KEM-ASL f. Aslı ve nesli bozuk.
KEM-AYAR f. Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp.
KEMA YENBAGÎ İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi.
KEM-BAHA f. Kıymetsiz, değersiz, âdi.
KEM-BAHT f. Tâlihsiz, bahtsız, şansız.
KEM-BİDAA f. Sermayesi az. * Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş.
KEMC (KEMH) Atı dizgini ile durdurmak.
KEM'E Yer mantarı.
KEMED Gam, tasa.
KEMENAN (Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş askerler. * Pusular.
KEMENÇE f. Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. * Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti.
KEMEND f. Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. * Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. * Geyik ve benzeri hayvanların yuları. * Güzelin saçı.
KEMER f. Yay gibi eğik olan yapı. * Bele bağlanan kuşak. * İç çamaşırın bele rastlayan kısmı.
KEMERBEND f. Kemer bağı. * Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. * Mc: Derviş.
KEMERBESTE f. Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan.
KEMERBESTE-İ UBUDİYET Cenab-ı Hakkın huzuruna çıkıp, kollarını önden bağlar şekilde, emre hazır vaziyette bekleyip, kulluğunu ifâde ve ilân etmek. (Namazdaki gibi)
KEMERDECE Yab yab yürümek.
KEMERGÂH f. Kemer takılan yer. Bel.
KEM-FEHM Anlayışı kıt. İdrâki az.
KEM GÖZ Kötü niyetle bakan göz.
KEMGÛ f. Az konuşan. Az söyleyen.
KEM-GÜFTAR f. Az konuşan. Az söyliyen.
KEMH Gözsüzlük.
KEMHA f. Bir cins ipek kumaş.
KEM-HARF f. Az söyliyen kimse, az konuşan kişi.
KEM-HAVSALA f. Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse.
KEMÎ (C.: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver.
KEMİ' Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi. * Düz yer.
KEMİN f. Pek küçük, çok ufak. Çok az.
KEMİN (C.: Kemâin) Pusuya saklanmış adam. * Pusu. * Belirsiz. Gizli yer.
KEMİNE Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik.
KEMİNGÂH f. Pusu yeri. Tuzak kurulan yer.
KEMİNGÜŞA Pusu kuran. Tuzak kuran.
KEMİNSAZ f. Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan.
KEMİŞ Tez yürüyüşlü at. * Zekeri küçük at. * Memesi küçük koyun.
KEMİŞE Küçük emzikli deve.
KEM-İYAR f. Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş.
KEMİYET (Bak: Kemmiyet)
KEMİYY Bahadır kişi. * Kahraman, şucâ.
KEMKADR f. İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı.
KEMKAİM f. Anlayışsız. İdrakten âciz.
KEMKÂM Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse. * Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu.
KEMKIYMET f. Değersiz, kıymetsiz.
KEMLUL Yabâni hıyar.
KEMMEN Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca.
KEMMÎ Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı.
KEMMİYAT (Kemmiyet. C.) Kemiyetler.
KEMMİYET (Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş.
KEMMUN Kimyon.
KEMN Gizlemek, gizlenmek.
KEMNAM f. Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz.
KEMNE Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı.
KEMPAYE f. Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan.
KEMRA f. Mandıra, ağıl.
KEMRE Gübre. * Pul pul kalkmış deri.
KEMSAL f. Genç. Yaşı küçük.
KEMSERE Cem'olmak, toplanmak. * Bazısı bazısına girmek. * Yab yab yürümek.
KEMSUHAN f. Az konuşan. Az söyleyen.
KEMŞ Kesmek.
KEMTER f. Aciz. Fakir. İtibarsız. * Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. * Noksan, eksik.
KEMTERANE f. Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette.
KEMTERÎN f. Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. * En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik.
KEMY Gizlemek, ketmetmek.
KEMYAB Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan.
KEMZEBAN f. Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi.
KEMZEDE f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.
KEMZEN f. Tâlihsiz, şanssız.
KEN f. "Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken." anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi.
KEN' (C.: Kün'ân) Tilki eniği. * Cem'etmek, toplamak. * Yakın olmak. * Mülâyemet. * Alçaklık yapmak. * Firar, kaçmak.
KENA' Parmakların sinirleri çekilip yumulmak.
KEN'AD (C.: Kenâıd) Balık kılçığı.
KENAİN (Kinâne. C.) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar.
KENAİS Keniseler, kiliseler.
KENAK f. Karın ağrısı. Buruntu.
KEN'AN Filistin. Hz. Yâkub'un (A.S.) memleketi.
KENANE (KİNÂNE) (C.: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap.
KENAR f. Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. * Köşe, uç. * Son, nihâyet. * Çember. * Etrâfı çevrilen şey. * Kucaklama. Kucağa alma.
KENAR-I ÂSMÂN Ufuk.
KENARE f. Kıyı, kenar. * Kucak. * Kasap çengeli. Kayış asılan çengel.
Dostları ilə paylaş: |