Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə96/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   92   93   94   95   96   97   98   99   ...   181

KEVN Ü MEKÂN Kâinat, âlem, dünya.

KEVR Devretmek, dönmek. * Sarık sarmak. Tülbend sarmak. * Bir yerde toplanmış olan develer. * Çokluk, bolluk, ziyadelik. * Mukül dedikleri darı cinsi.

KEVS (C.: Ekvâs) Pabuç.

KEVSEC Köse kişi. * Testere gibi hortumu olan bir balık cinsi.

KEVSEL Geminin kıç tarafı.

KEVSER Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etbâ' ve onların iyilikleri, hayırları. * Bereket. * Kesretten mübâlağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey. * Pek çok hayır. Hikmet, ilim. Kur'an, İslâm, tevhid. İlm-i Ledün. Ma'rifetullah. * Cennet ırmaklarının kaynakları. * Cennet'te bir havuz veya nehir.

KEVSER SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 108. Suresi.

KEVTER Fülfül dedikleri karabiber cinsi.

KEY Eski Acem pâdişahlarının nâmıdır.

KEY f. Ne vakit, ne zaman? (Soru için kullanılır.)

KEY Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve "İçin, tâ ki, hangi, nasıl?" yerinde kullanılan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe)

KEY' Yaramaz gönüllü olmak.

KEYAN (Key. C.) f. şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar.

KEYANÎ f. Şaha ait. Hükümdarla alâkalı.

KEYD Tuzak. Kötülük, hile. * Men'etmek. * Kusmak. * Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek. * Cenk etmek, dövüşmek. * Karganın ötmesi.

KEYF Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı.

KEYFE Arabçada sual cümlesinin başına gelir. "Nasıl? Nice?" mânalarınadır.

KEYFE HÂLÜK Hâlin nasıl? Nasılsın?

KEYFEMÂ Her nasıl?

KEYFEMÂ YEŞÂ' Nasıl isterse, istediği gibi.

KEYFE METTEFAK Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse.

KEYFER f. Karşılık, mukabil. * Mükâfat veya ceza.

KEYFÎ (KEYFİYYE) Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik.

KEYFİYYET Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.)

KEYHAN f. Dünya, arz.

KEYL Ölçme. * Kile. Hububat ölçüsü. Ölçek.

KEYLEKAN Bir pırasa cinsi.

KEYLÎ Kile ile ölçülen şeyler.

KEYLUS Hazmı kolay olan gıda.

KEYMUS yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır.

KEYNUNET Varlık, var olma.

KEYS Zekâ, kavrayış, anlayış, idrâk.

KEYS Yaramaz huylu kişi.

KEYSAN Ayakla bir kimsenin dübürüne vurmak. * Özür, mâzeret.

KEYSANİYYE Revâfiz tâifesinden bir sınıf.

KEYSUM Çok miktar olan kuru ot.

KEYUL Muharebe gününde dizilen safların son safı.

KEYT (Keyte) şöyle, şöylece, kezâ.

KEYVAN f. Satürn (Zuhal) gezegeni.

KEYY (KEYYE) Adama veya davara yapılan nişan. * Yarayı dağlama.

KEYYAL Kile ile ölçen kimse. Kileci.

KEYYEFE (Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır.

KEYYİS (Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki. * Zarif.

KEZA Böyle, böylece. Bu dahi öyle.

KEZALİK Bunun gibi. Böylece. Bu da böyle.

KEZAME (C.: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar). * Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka.

KEZAN Küfeki taşı.

KEZAZ (Kezazet) Hadden tecavüz etmek, haddini aşmak. * Tıb: Nefes alamıyacak derecede mide dolgunluğu.

KEZAZE Kuruluk, münkabız olmak, kabızlık.

KEZB Tırnakta görünen beyazca yer.

KEZBERE Kanbel otu. * Baldırıkara otu.

KEZEB (Kezub. C.) Yalancılar.

KEZÎM Öfke ve kızgınlığını yenen.

KEZKAZ Tez tez yürümek, hızlı hızlı gitmek.

KEZKEZ Kenger otu zamkı.

KEZKEZA Kırbanın dolu olması.

KEZKEZE Çok fazla kırmızılık.

KEZM Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti meydana çıkarmama. * Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek. * Nefesin çıktığı yer.

KEZM Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak. * Burnun kısa ve yüksek olması. * Parmakları kısacık olmak. * Atın dudaklarının kaba ve kısa olması.

KEZMA Parmakları kısacık olan kadın.

KEZMAZİC (KEZMÂZİL) İlgın ağacının koruğu.

KEZUB Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen.

KEZUM Sükut etmek. Susmak.

KEZV Çok olmak.

KEZV Çokluk, kesret, fazlalık.

KEZZ Boğazına çıkana kadar yemek. * Çok yemekten dolayı ağırlaşmak.

KEZZ Dar. * Münkabız, katı.

KEZZAB Yalancı. Çok yalan söyleyen.

KEZZAB-I BÎ-HİCAB Utanmaz ve hayâ etmez yalancı.

KEZZE Katı sesli. * Kısa.

KIBAB (Kubbe. C.) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları.

KIBAH (Kabih. C.) Çirkinler, kabihler.

KIBAL (Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme. * Pabucun ayak üstüne gelen yeri.

KIBAL(E) Ebelik bilgisi ve işi.

KIBB Kişinin arkasında yumrulanan kemik.

KIBBE (C.: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın.

KIBEL Yan, taraf, yön, cihet, cânib.

KIBLE Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney. * Cenubdan esen rüzgâr.

KIBLEGÂH f. Kıble tarafı. Kıblenin bulunduğu yer.

KIBLENÜMA (Kıblenâme) f. Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet.

KIBS Çok adet, çok miktar.

KIBT Mısır'ın eski yerli halkı.

KIBTÎ (C.: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene. * Çingene ile alâkalı.

KIBTİYAN (Kıbti. C.) Kıbtiler, çingeneler.

KIDAD Perâkende olup dağılmak.

KIDAH Temrensiz ok.

KIDD Kayış.

KIDDE Tarikat. * Bölük.

KI'DE Halı. * Bir oturma tarzı.

KIDEM Öncelik ve eskilik. * Evveli bulunmamak. Ezeli olmak. * Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak. * Cenab-ı Hakkın "Kıdem" sıfatı, yâni; ebedî ve ezelî oluşu.

KIDEMEN Kıdemce, kıdem yoluyla.

KIDN Havan. * Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası.

KIDR (C.: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar.

KIDVE İlimde ileri olup kendisine uyulan. Kendine itimad edilip ardınca gidilecek olan.

KIFAR Çöller. Susuz, otsuz yerler.

KIFVE Kuyruk. * Fuhuş sözle iftira etmek.

KIHF (C.: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği.

KIL' (C.: Kılâ) Gemi kanadı. * Eyerde oturmayan kimse.

KILA' (Kal'a. C.) Surlar, kaleler, hisarlar.

KILÂ-İ RASİNE Sağlam kaleler. Muhkem surlar.

KILAA Yelken.

KILADE Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey. * Akarsu.

KILAFET Gemi ziftleme san'atı. Kalafatlık.

KILAVUZ Yol gösteren, rehber. * Vapurlara yol gösteren. * Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan. * Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar. * Düşman hakkında mâlumât edinmek için ordu hizmetinde kullanılan kişiler. * Okçuluk müsabakalarında ilk atılan ok.

KILDE Yağ tortusu.

KILEVB Kurt, zi'b.

KILHIM Yaşlı hayvan.

KILIBIK Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam.

KILKAL Hareket ettirmek.

KILKIL Siyah tohumlu bir ot.

KILLE(T) Titremeğe benzer bir hâlet ki hiddet vaktinde ârız olur. * Azlık. Nâdirlik. Kıtlık.

KILLET-İ NUKUD Para darlığı. Para sıkıntısı.

KILLÎB Eski kuyu. * Kurt.

KILS (C.: Kulus) İftira etmek. * Atmak. * Liften yapılmış kalın ip. * Kusmak. * Kap dolup dökülmek.

KIL Ü KAL (I ve A, uzun okunur) Dedikodu.

KILV Yeyni eşek. * Çelik oyunu oynamak.

KILYAN Beyaz nohut.

KIMAH Sudan başını kaldırmak.

KIMAR Kumâr.

KIMAT Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı. * Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip.

KIMATR Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık.

KIMCAR Bıçak kını.

KIMIZ Ekşimiş kısrak sütü.

KIMKIM İyi cins olmıyan kuru hurma.

KIMME (C.: Kumem) Boy, kamet. * Beden. * Başın tepesi. * Dağ tepesi. * Her şeyin yükseği. * İnsan cemaati, topluluk.

KIMT Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip.

KINA' Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb. * İçinde hediye gönderilen tabak.

KINA Burnun ortası yumru olmak. * Hurma salkımı.

KINA Râzı olmak, kabul etmek.

KINAF Büyük burunlu kişi.

KIN'AR Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı.

KIN'AS Büyük deve.

KINDÎD şarap, hamr.

KINKIN Yol gösterici, kılavuz. * Bir cins çekirge. * Yer altındaki suyun miktarını bilip kazan kimse.

KINN (C.: Aknân-Akınne) Köle.

KINNARE Mezbaha.

KINNE (C.: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması. * Dâne çadırı dedikleri ot. * Bir nevi devâ.

KINNEB Kendir otu. * Kınnap. İnce sicim.

KINNESRİN Şam diyârında bir mekân adı.

KINNÎNE Büyük şişe. * Şarap kabı.

KINS Her nesnenin aslı ve bitecek yeri.

KINTAR (C.: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar. * Çok mal. * Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş.

KINTAR Belâ, meşakkat, zahmet.

KINVE (KUNVE) Koyunu döl için saklamak.

KIPTİ Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene.

KIRA Konaklık etmek. * İhsan etmek.

KIRA' Cimâ etmek. * Sağlam, muhkem. * Şiddetli.

KIRAAT (KIRAET) Okuma. Düzgün ve çabuk okuma. * Okuma kitabı. * Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak.İnsan bir yazıyı ya kendi kendine yahut başkasına dinletmek üzere okur. Hususi mütâlaa nasıl olsa olur. Fakat dinletmekten maksad, anlatmak olduğu için o yolda okumanın dikkat edilecek bâzı noktaları vardır.Bir eser mensur ise onu okumağa Kırâet, manzum ise inşâd denir. Gerek kırâet, gerek inşâd: Mihânikî, mantıkî, bediî diye üçe ayrılır. (Bak: Bediî kıraet, İnşad, Mantıkî kıraet, Mihanikî kıraet)

KIRAAT-I SEB'A Kur'an-ı Kerim'i yedi türlü okuma tarzı. Mâna değişmemek üzere Kur'an-ı Kerim Kureyş, Huzeyl, Havâzin, Kinane, Sakif, Temim ve Yemen lehçeleriyle "sırat, mâlik, cibril" gibi kelimelerin yedi türlü okunmasına denir. * Yedi türlü okuma.

KIRAATHANE Müşterilerine gazete, mecmua ve kitap gibi şeyleri bulunduran geniş ve içi döşenmiş kahvehane.

KIRAB Kılıç veya bıçak kını.

KIRAF Cima etmek. * Karışmak.

KIRAĞI (Bak: Şebnem)

KIRAM Nakışlı perde. * Duvara tutulan örtü. * Çarşaf.

KIRAN (C.: Kırânât) Yakınlık, mukarenet. * Ayrı iki şeyin birleşmesi. * İki gezegenin bir burçta bulunması.

KIRAR Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak.

KIRAT Dirhemin onaltıda birini ifade eden eski bir ağırlık ölçüsü.

KIR'AV Çorak tarla.

KIRBA (C.: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı. * Tıb: Çocuklarda karın şişmesi. * Süt tulumuna da kırba denir. * 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab.

KIRBAN Yakınlık. * Cimadan kinâye olur.

KIRD Atılmış yünü andıran bulut. * Maymun.

KIRF Kabuk.

KIRFE Töhmet. * Ağaç kabuğu. * Darçın.

KIRGIZ Türk Milletlerinden büyük bedevi bir kavim olup Asyanın kuzeybatısında ve Türkistanla Sibirya arasında, başka bir deyimle Türkistanın kuzey taraflarında ve Doğu Türkistanın kuzeyinde olarak Rusya ile Çin hududunda bulunuyorlar. Batı tarafındakilere Kırgız ve Kazak; Çin hududundakilere ise Kara Kırgız ismi verilmiştir. Kırgız ismi, kır kelimesinden mürekkeb olup; kır adamı yani göçebe demektir. Kırgız ve Kazaklar, Rusya'daki Volga Nehrinden Doğu Türkistan hududuna kadar geniş ve uzun bir mıntıkada bulunup cevelângâhları yaklaşık olarak 2,5 milyon kilometrekare genişliğindedir.Kırgız ve Kazaklar cinsiyet ve simaca Türklerden sayılıp; konuştukları dil, esasında Türkçe olduğu halde Moğolca bazı kelimeleri ve İslâm lisanı olan Arabî ve Farisîden alınmış tabirleri de vardır.

KIRİTİK (Bak: Kritik)

KIRKANBAR İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap. * Çok şeyler bilen kişi.

KIRKBAYIR Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü.

KIRKIS Küçük üvez.* Köpeği çağırmak. * Yüzük yapılan özlü balçık.

KIRLA Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.

KIRM (C.: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi.

KIRMAZ Beyaz ekmek.

KIRMETA Kitapla satırların veya yürürken adımların birbirine yakınlığı.

KIRMÎD (C.: Karâmid) Pişmiş kiremit.

KIRMİL (C.: Karâmil) Azgın devenin yavrusu. * İki hörgüçlü deve.

KIRN Korkak.

KIRNAK Halayık, cariye, esir kadın.

KIRNAS Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi.

KIRRA Soğuk, berd. * Çok fazla susuzluk. * Akıllılık.

KIRRÎS Sazan balığı.

KIRŞİB Yaşlı davar. * Arslan. Çok yiyen, obur. * Uzun boylu kimse. * Kötü ahlâklı.

KIRTAB Kafası üstüne yıkmak.

KIRTA'BE Bez parçası.

KIRTALE (C.: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet.

KIRTAS (C.: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife. * Kâğıtçı.

KIRTASİYE Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler.

KIRTIBİYY Bir nevi oyun.

KIRTÎT Zahmet meşakkat.

KIRVAN Kafile, kervan. * Dünyanın her tarafı. Doğu ve batı.

KIRZAB (C.: Karâzıbe) Keskin kılıç. * Hırsız.

KIRZAM Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse.

KIRZÎN (KİRZİN) (C.: Kerâzin) Büyük balta.

KIS "Kıyas et, buna benzet, bununla ölç!" mânalarına gelir ve bazı tâbirlerde geçer. Meselâ: (Ve kıs ala hâzâ: Bunun üzerine kıyas et.)

KISA' (Kas'a. C.) Tabaklar, çanaklar, çömlekler.

KISABE Kesicilik, kasaplık.

KISAR (Kasir. C.) Kısalar. Kasr olanlar.

KISAR-I MUFASSAL Kur'an-ı Kerim'de 99. sure olan Zilzal suresinden 114. olan Nas suresine kadar olan surelerdir.

KISAS Kıssalar. Fıkralar. Hikâyeler.

KISAS Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı tatbik etmesi.

KISASEN Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak.

KISDE (C.: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası.

KISIM (Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim. * Kapalı avucunun alabildiği miktar.

KISM-I SÂNİ İkinci kısım.

KISIR Çocuğu olmaz, doğurmaz. * Münbit olmayan ve mahsul alınamayan verimsiz toprak.

KISL Zayıf kişi.

KISLAM Isırıcı hayvan.

KISMAL Kesmek.

KISME Kırık parçası. * Misvak parçası.

KISMEN Bir kısım olarak. Bir parça olarak.

KISMET Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek. * Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir.

KISMÎ Bir kısmı, bir parça, bir bölüm.

KISRA (KUSÂRE) Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları.

KISS Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi. * Bir yerin adı.

KISSA Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak'a. Mâcerâ. Rivâyet.

KISSAGÛ f. Hikâye ve kıssa anlatan.

KISSAGÜZÂR f. Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi.

KISSAHÂN f. Hikâye söyliyen, kıssa ve masal anlatan.

KISSAPERDÂZ f. Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı.

KISSÂT (Kıssa. C.) Kıssalar. Hikâyeler.

KISSİS Keşiş. Papaz. Hristiyan din adamı.

KIST Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek.

KIST-EL YEVM Bir aylık maaşın bir güne isâbet eden miktârı. * Çalışılmayan günler için kesilen para.

KISTAS Mizan, ölçü. Büyük terazi. Kıyamet günündeki büyük terazi. * Mânevi değer ve kıymet ölçüsü. * En doğru tartan. * Taksit. Taksit ile ödenen şey.

KISTEYN İki hisse, iki pay. İki ölçü, iki parça.

KISVED Kuvvetli, boynu kalın olan kişi.

KIŞ' (Bak: Kaş')

KIŞ'A Bulut açılıp dağıldıktan sonra havada geri kalan parça.

KIŞA' (C.: Kuşu) Hamam süprüntüsü. * Kuru deri. * Deriden olan ev.

KIŞ'AME Fak dedikleri nesne. * Küçük arı. * Kene.

KIŞBAR Ağaç parçası.

KIŞDE Yağın tortusu. * Maymunun dişisi.

KIŞLA Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer.

KIŞLAK Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi.

KIŞM Et. * İç yağı.

KIŞR (KIŞIR) Kabuk. Dış taraf. * Libâs.

KIŞR-I ARZ Yer kabuğu.

KIŞR-I ŞECER Ağaç kabuğu.

KIŞRÎ Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan.

KIŞŞEBE Dişi maymun eniği. * Cüssesi küçük olan kız.

KIT' (C.: Aktâ-Aktu) Deve palası. * Yük üstüne örttükleri palas. * Gecenin bir miktarı. * Yassı ve büyük olan ok temreni.

KIT'A (C.: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri. * Memleket. Ülke. * Mat: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım. * Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası. * Ask: Çok kalabalık olmayan askerî kuvvet. * Edb: En az iki beyitten yapılmış manzume parçası. * Bir dönüm araziden az olan yer. * Parça, cüz. Bölük, kısım. * Taraf.

KIT'A-İ CESİME Büyük parça.

KITA' Kesme, parçalama, kat etme. * Haram olan şey.

KITAAT (Kıt'a. C.) Bölümler, cüzler, parçalar. * Büyük kara parçaları. * Askeri birlikler. * Ülkeler, memleketler.

KITAB (KUTUB) Karıştırmak. * Yüzünü pörtürmek. * Kaşlarını bir yere toplayan.

KITADE Geven, dikenli ot.

KITAF Bağdan üzüm kesecek ve ağaçtan yemiş devşirecek vakit.

KITAL Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp.

KITAR (C.: Kutur-Kuturât) Deve katarı.

KITB (KITBE) (C.: Aktâb) Bağırsak.

KITF Üzüm salkımı. Salkım. * Toplanmış yemiş.

KITFİR Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi.

KITKIT Ufak taneli yağmur.

KITL (C.: Aktâl) Düşman, adüvv. * Misil, benzer, eş.

KITLIK Kahtlık. (Bak: Kaht)

KITMİR Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı. * Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz. * Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur.

KITR Erimiş bakır.

KITT (C.: Kutut) Nasib, hisse. * Kitab ve kâğıt. * Erkek kedi.

KITTA Dişi kedi.

KITTAVŞ Kedi.

KIVAM Olgunluk derecesi. Her şeyin en uygun hali. * Mâyi bir şeyin koyulaşmış hali. * Tav. * Durma. * Çağ. * Bir şeyin nizamı. * Doğrular. Dikler. Dik ve doğru çizgiler.

KIVAM-I DİN Dinin direği.

KIVRA' Horozların birbiriyle döğüşmesi.

KIY'A Düz yer, arz-ı müstevi.

KIYA' Erkek dişiye aşmak. * Hurma ve buğday döktükleri düz yer.

KIYAD (KIYÂDE) Çekmek.

KIYADET Kumandanlık, seraskerlik. Kumanda.

KIYAFET Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri. * Bir kimsenin giydiklerinin bütünü. * Heyet, şekil, suret. * Feraset. * Bir kimsenin ardınca olmak.

KIYAM Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. * Ayaklanmak. İsyan. * Ölümden sonra tekrar dirilmek. * Bir işe başlamak, devam etmek. * Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. * Canlanmak. * Kıyâmet günü (mânâsına da gelir). * Namazın iftitah tekbiriyle rüku arasındaki ayakta durma kısmı.

KIYAM-I BİNEFSİHÎ (Kıyâm-ı bizâtihî) : Fık: Varlığı, durması kendi zâtı ile olmak mânasında bir sıfat-ı İlâhîdir. Şöyle ki: Hak Teâlâ'nın ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zâtı ile kaimdir. Kendi varlığı, kendi hüviyetinin, kendi mukaddes zâtının muktezasıdır. Aslâ başkasının değildir. Bunun için, Allah Teâlâ'ya "Vâcib-ül Vücud" denir. (Bak: Vücud)

KIYAMET Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı. (Bak: Haşr)(Yevm ve sene vesâire gibi her nevde bir kıyamet-i mükerrere vardır. Ve keza beşerdeki istidad kıyamete bir remizdir. İ.İ.)(Mevt-i dünyanın vuku bulmasıdır. Şu mes'eleye delil: Bütün Edyan-ı Semâviyyenin icmâıdır ve bütün fıtrat-ı selimenin şehadetidir ve şu kâinatın bütün tahavvülât ve tebeddülât ve tagayyürâtının işaretidir. Hem asırlar, seneler adedince zihayat dünyaların ve seyyar âlemlerin, şu dünya misafirhanesinde mevtleriyle, asıl dünyanın da onlar gibi ölmesine şehadetleridir.Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur'aniyyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak, şu kâinatın eczaları, dakik, ulvi bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafi, nâzik, lâtif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; eğer ecram-ı ulviyyeden tek bir cirm, "Kün" emrine veya "Mihverinden çık" hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri küreler gibi büyük topların müthiş sadaları gibi vâveylâya başlar. Birbirine çarpışarak kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte, şu mevt ve sekerat ile Kadir-i Ezeli, kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, cehennem ve cehennemin maddeleri bir tarafa, cennet ve cennetin mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezâhür eder. S.)(Kıyametin hâdisatından ervâh-ı bâkiye müteesir olacaklar mı?Elcevab: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melâikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasılki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titriyenleri görse akıl ve vicdan itibariyle müteessir olur. Öyle de; zişuur olan ervâh-ı bâkiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâinatın hâdisat-ı azîmesinden derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azâb ise, elemkârâne, ehl-i saadet ise, hayretkârane, istiğrabkârane belki bir cihette istibşarkârâne teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kur'aniye gösteriyor. Zira Kur'an-ı Hakim, her zaman kıyametin acâibini tehdit suretinde zikrediyor. "Göreceksiniz..." diyor. Halbuki cism-i insani ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur'aniyeden hisseleri var. M.)

KIYAMET SURESİ Kur'an-ı Kerim'in 75. Suresi olup "Lâ Uksimu" Suresi de denir. Mekkidir.

KIYAS Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek. * Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak. * Fık: İki belli şeyden birinin mahsus olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid illetten dolayı, diğerinde de ictihad ile izhâr etmektir.

KIYAS-I AKÎM Man: Neticesiz veya doğru netice vermeyen kıyas.

KIYAS-I BİNNEFS Nefsini misal alarak, nefsine kıyaslayarak. Bir şeyin bizzat kendini kıyas ederek yapılan kıyas.

KIYAS-I FUKAHA Hakkında açıkça âyet ve hadis bulunmayan mes'elelere dâir; ilim ve irfanda allâme ve mütebahhir, ilmi ile amelde ve Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve imtisalde, ibadet ve taatta, takva ve verada, züht, azimet ve riyazetle, terakki ve taâli eden müctehid fukaha tarafından kıyas ile verilen hüküm.

KIYAS-I HÂDİ' Man: Aldatıcı kıyas.

KIYAS-I HAFİYYE Man: Sebebi gizli olan,zihne birden gelmeyen kıyas. * Fık: Te'siri kavi olan kıyastır. Veyahut sıhhati zâhir, fesadı gizli olan kıyastır.

KIYAS-I İSTİSNAÎ Bir hükmün neticesinin aynı veya nakzı, mukaddemelerinden birinde bilfiil zikredilirse, ona kıyâs-ı istisnâi denilir. Başka bir tâbirle: Neticesi veya zıddı bizzat kendisinde zikredilen kıyas. "Eğer bu cisim ise, mutlaka bir yer tutar" gibi. Veya "Güneş doğmuş ise, gündüz olmuştur" gibi.

KIYAS-I MAALFÂRIK Birbirine benzemiyen şeyler arasında yapılan kıyas. Yani, doğru olmayan ve hakikata uymayan mukayese.

KIYAS-I MUKASSİM Man: İki şıkkı bulunan ve her iki şıkkın neticesi aynı olan kıyas. (Sultan Mehmed Fatihin, babasına gönderdiği şu haber buna güzel bir numunedir. "Padişan sen isen ordunun başına geç; yok padişah ben isem, sana emrediyorum ordunun başına geç.")

KIYAS-I MÜREKKEB Man: İkiden fazla mukaddemeden mürekkeb kıyas.

KIYAS-I TEMSİLÎ Temsil tarzında yapılan mukayese.(Diyorsunuz ki: "Sen sözlerde kıyâs-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsili, yakini ifade etmiyor. Mesâil-i yakiniyede bürhan-ı mantıki lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, usul-i fıkıh ulemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakiki olmaz. Vâkıa muhalif olur?"Elcevab: İlm-i Mantıkça, çendan "Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat'i ifade etmiyor." denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev'i var ki, mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir. Ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakındır. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz'î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz'î maddeler, ona irca' edilsin. Meselâ: "Güneş, nuraniyyet vasıtasıyla, birtek zât iken; her parlak şey'in yanında bulunuyor temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zaptedemez.Hem meselâ: "Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gayet kat'i bir surette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı Ehadiyyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyyeler bu çeşittirler ki bürhan-ı kat'i-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler. S.)


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   92   93   94   95   96   97   98   99   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin