Pekala! Ne rüya gördün? Dedi



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə23/27
tarix30.10.2017
ölçüsü1,21 Mb.
#22657
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   27

Olgun: İnanç grupları Ekalliyet mezarlıklarına kendi dînî inançlarına göre cemaatlerince defnedilmekte, yer tahsîsi Müdürlüğümüzce yapılmaktadır. İstanbul'da 148 adet Müslüman, 47 adet de ekalliyet mezarlık alanı bulunmaktadır.

Altınoluk: Sizin herbirine yönelik hizmetiniz var mı?

Olgun: Genellikle ekli listede isimleri belirtilen ekalliyet mezarlık alanları cemaatlerin kurdukları vakıf veya cemiyetlerle bakımı, temizliği, cenâzenin kendi inançlarına göre gömülmesi işini yapmaktadır. Ancak talepleri hâlinde mezarlığın ağaçlandırılması, duvarlarının yapılması gibi hizmetler Müdürlüğümüzce verilmektedir.

Altınoluk: Mezarlıkların inanç gruplarına göre ayrılması ne anlama geliyor olabilir?

Olgun: Herkes kendi kalbî yapısına ve zihnî durumuna uygun insanlarla bir arada olmak ister. Bir başka ifâdeyle bu, dünya hayatında aynı yolun yolcusu olanların, mezarlıklarda da birlikteliğinin devam etmesidir. Mezarlıklardaki ayırım ise, cenâze yakınlarının ve ölülerin inançlarına saygının tabiî bir netîcesidir. Dünyada mevcûd olan inanç çeşitliliği, mezarlıklara bu şekilde yansıyor.

Altınoluk: Tarihi mezarlıkların mezar taşlarının korunması diye bir sorun var. Onunla da siz ilgileniyorsunuz? Nedir şu andaki durum?

Olgun: Tarihi mezarlıkların mezar taşları, mevcut hâli ile olduğu gibi korunmaktadır. Bu taşların bakımı, onarımı gibi işlemler Anıtlar Yüksek Kurulu kararına göre özel deneyimli kişiler tarafından yapılması gerekmektedir. Anıtlar Yüksek Kurulu şu anda tarihî taşlara Müdürlüğümüzün müdahalesine izin vermemektedir.

Altınoluk: Burada önemli bir hizmeti yaptığınızı düşünüyor olmalısınız?Nedir önemli bulduğunuz şey.

Olgun: Bize gelen insanlar gönlü kırık, boynu bükük ve buğulu gözlerle geliyorlar. O hâlde bu acılı insanların acılarını nasıl teskin edebiliriz? Onların işlemlerini bir an önce bitirip rahatlatmak bizim temel ilkemiz olmuştur. Bunun için haftalık yöneticiler toplantısı, aylık bölge personel toplantıları yaparak hassas duygular içerisinde gelen insanlarımıza hiçbir ayırım yapmaksızın daha iyi ve daha güzel hizmetler yapmayı prensip edindik.

Altınoluk: Kabristan sorunu var mı İstanbul'un?

Olgun: İstanbul'un Avrupa yakasında (Beyoğlu, İstanbul 1. ve İstanbul 2. Bölgelerinde) mezarlık alanı sıkıntısı var. Sıkıntının giderilmesi için çalışmalar sürüyor. İstanbul içerisinde yer alan eski mezarlıklarda açıktan gömü için hemen hemen yer kalmadı. Ancak aile kabirlerine ve üzerine ikinci gömüye müsaade edilmektedir.

Altınoluk: Size göre yerin altı mı zengin insani bakımdan yerin üstü mü?

Olgun: Kabristanlar, yüzyılların doymaz bir iştihayla biriktirdiği, fânî hayatlarını tüketen ana-baba, çoluk-çocuk, sevgili, hısım, akrabâ, dost ve arkadaş adresleriyle doludur. Bu bakımdan yerin altının daha zengin olduğu söylenebilir. Bizler de bu sebeple, kabristanda görev yapan özellikle korucu ve bekçi personelimize, bekledikleri bu insanların içinde hayatta iken çok önemli maddi ve manevi hizmetler yaparak vefât eden nice kıymetli şahsiyetlerin bulunduğunu, onların aziz hâtıralarına hürmette kusûr etmemelerini sık sık hatırlatıyoruz.

Altınoluk: Bu göreve başladığınızdan bu yana kendinizde ne tür değişiklikler gözlemliyorsunuz?

Olgun: Ecdadımız, mezarlıklarını şehir içine yapmakla, gelen geçenlerin Fatiha okumasını ve ölümden ibret almasını düşünmüştür. Ayrıca kabristanlara her mevsim yeşil kalarak ebedî hayâtı temsîl eden selvi ağaçları dikmişlerdir. Sarayların önlerine ise heybetli çınar ağaçları dikmişlerdir ki hem devlet ve ihtişamı, hem de güz mevsiminde yapraklarını dökmesinden dolayı bir zaman gelip bu saltanatın ölümle son bulacağını hatırlatsın. Biz de bulunduğumuz bu son durak kapısında, her an acılarla gelen insanların acısını yüreğimizde hissediyor, acılarını gidermek için tedbirler almaya çalışıyoruz. Tabiî ki şâhid olduğumuz bu manzaralar, bizim de ölümden ibret almamıza, fânî dünyanın geçici olduğunun şuurunda bulunmamıza vesîle oluyor.

Altınoluk: Burada iki farklı dünyanın kesişme noktasında ya da kıysıında bulunmaknasıl bir duygu veriyor?

Olgun: Ölümün bilinen bir dili yoktur. Ancak ölümdeki derin sessizlik, kendinde çok dehşetli mânâlar gömmüştür. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

"Size iki nasihatçi bıraktım. Biri susar, diğeri konuşur. Susan nasihatçi ölüm, konuşan ise Kur'an-ı Kerim'dir." buyurur. Bu sebeple burada ölümler bize sessiz ve kelimesiz dersler olmuştur. Tabiî bu duygu daha fazla ibadet ve insanımıza daha fazla hizmet etmek gücünü bize vermektedir.

Altınoluk: Burada durunca dünya nasıl görünüyor gözünüze, öte dünya nasıl görünüyor?

Olgun: Bu önemli göreve atandığımda, Muhterem Osman TOPBAŞ Beyefendi; "Hocam, personeliniz ile yaptığınız motivasyon toplantılarında vazifelerinin toptancı halinde portakal sandıkları yahut muz sandıkları paketlemek olmayıp, bizim gibi bir insanı öteki dünyaya yolcu ettiğimiz hissini hiçbir zaman unutmama telkinini sıkça dile getirelim." demişlerdi. Ayrıca dünya üzerinde bastığımız herhangi bir toprak parçası üzerinden kimbilir kaç kişinin geçtiğini fakat onların bugün nerede olduklarını, vücudumuzda her an kaç bin hücrenin doğup öldüğünü, sanki bir tarafıyla doğumevi, bir tarafıyla mezarlığı andırdığını ifade etmişlerdi. Kısacası; dünyanın, aldatıcı bir serap, ahıretinse ölümsüz bir hayat olduğunu, ölümün kişinin husûsî kıyameti olduğunu ve kıyametimizden evvel uyanarak nedâmete uğramaktan kurtulmamız gerektiğini, zira her fânînin meçhul bir zaman ve mekanda Azrail ile mutlaka karşılaşacağını ifade etmişlerdir.

Altınoluk: Gidenler var, onları o dünyanın kapısına kadar götürüp dönenler var. Nasıl tanımlıyorsunuz bu rolleri?

Olgun: Gidenler dönüşlerini biz ise hem gidiş hem de dönüşümüzü bekliyoruz. Diğer bir tarif ile biz, bu dünyadan ahirete gidenlere tâbir câizse vize veriyoruz. Bu iznin süresini de ancak âlemlerin Rabbi Allâh bilir. Yani hepsi kader-i ilâhî, hiç bir kimse Allâh -celle celâlühû-'nun tasarrufunun dışında kalamaz. Ölmekten ve dirilmekten kurtulamaz. Kâinatta tesadüf diye bir şey yoktur. Her an binlerce insanın dünyaya ithalâtı, binlerce insanın dünyadan ihracâtı oluyor. Her an bir çok insan suda boğulurken birçok insan da suya hasret kalıyor. Yani sarayda da samanlıkta da olsa zaman erimektedir. Son durak olan kabir, geleni de getireni de velhasıl herkesi beklemektedir. Bu büyük gerçeği Yahya Kemal ne güzel ifâde etmiştir:

"Artık demir almak günü gelmişse zamandan,

Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan...

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,

Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli...

.....

Bîçâre gönüller ne giden son gemidir bu,

Hicranlı hayatın ne de son mâtemidir bu..."

Altınoluk: Sormak isteseniz ve sorabilseniz, nler sorardınız konuşmak istediğiniz şu suskun dünyanın sakinlerine?

Olgun: Sekerât-ı mevt hâlindeki bir amcaya:

"_Amca, 65 yıllık dünya hayatında yapmak istediklerinizi yapabildiniz mi? İşlerinizi tamamlayabildiniz mi?" denildiğinde:

"_Evlâdım, daha başlayamadım bile..." demiştir.

Bizim yolcularımız lisân-ı hâl ile bizlere birbirimizi sevmeyi, hoşgörülü olmayı, paylaşmayı, insan kalbi kırmamayı ve fânî hayatımızda hiçbir kötülük yapmamayı öğütlüyor. Aslında hepimizin sormak istediklerini yine en güzel kabristanlar haber vermektedir. Nitekim Yunus Emre ne güzel söyler:

Yalancı dünyaya konup göçenler,

Ne söylerler ne bir haber verirler.

Üzerinde türlü otlar bitenler,

Ne söylerler ne bir haber verirler.

.....

Ana rahminden geldik pazara

Bir kefen aldık döndük mezara.
Altınoluk: Fakirliğin ve zenginliğin eşitlendiği bir dünyanın eşiğinde sizin hizmetlerinizde bir farklılaşmaya yol açıyor mu?

Olgun: Her gün 120-150 civarında insan yolcu ediyoruz. Hakikî seyahat biletleri kesilen bu insanlar, hepimizi daha şefkatli, daha müşfik ve özverili olmaya dâvet ediyor.

Hadis-i şerîfte buyurulur:

"Kabre giren bataklığa düşen insan gibidir, imdat bekler."

Üç şey ölüyü tâkip eder. Birisi kendisiyle birlikte kalır. Diğer ikisi kabirden geri döner. Amel-i sâlih kalır, ailesi ve malı geri döner.

Bunun için durmaya dinlenmeye hakkımız yok, çünkü zaman yok, süre az... "At ölür semeri kalır, insan ölür eseri kalır." demişler. Gidene değil, ardında hayırlı bir iz bırakmayana ağlamalı. Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.

Altınoluk: Ölüm sizin için de ürpertici bir hadise mi?

Olgun: Ölüm bir ibrettir, en büyük nasihattir, Peygamberimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bir hadis-i şeriflerinde:

"Bütün dünyevî zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayın!" buyurmaktadır. Ayet-i kerîmede de:

"O gün (kıyâmet günü) insan; kaçacak yer neresi? der." buyuruluyor.

Düşünülmelidir ki, ne dünyada ölümden kaçacak bir zaman ve mekan, ne de kabirde tekrar geriye dönecek bir imkan vardır. Ölüm, kendisine hazırlanmaksızın ve vurdumduymazca yaşanan bir ömrün ardından geliyorsa onun ürkütücü ağırlığını kelimelerin zayıf omuzları taşıyamaz! Ancak ölüm gerçeğini ve onun telkîn ettiği ibret ve hikmeti kavrayarak hayatını tanzîm eden, dünyâ hayâtı kadar sonrasını da düşünenler için, ölümün çehresi elbette daha başka görünecektir. Yâni herkes ölüm aynasında kendisini görecektir.

Altınoluk: Günlük tutuyor musunuz?Burada, günlünüzüze kaydedilecek ilginç gözlemleriniz oluyor mu?Birisini anlatmanız mümkün mü?

Olgun: Geçen yıl vefât eden İstanbul Merkez Vâizi Timurtaş Hocaefendi için kardeşi Mehmed Uçar, üç yıl önce Topkapı Bölge Müdür Yardımcılığı'mıza müracaat eder. Ağabeyisi için Topkapı Kozlu Mezarlığı'ndan bir kişilik mezar yeri satın almak ister. Görevliler, fiyat târifesini gösterdiklerinde Mehmed Bey, konuyu ağabeyisiyle istişâre edeceklerini ve daha sonra geleceklerini bildirir. Timurtaş Uçar Hocaefendi memur olduğunu ve fiyatın yüksek olduğunu belirterek yeri almaktan vazgeçmiştir. Üç yıl sonra vefât ettiğinde aynı yere bilâ-bedel defnedilmiştir.



Filistinli Çocuğum

Filistinde doğdum taşla tanıştım
Taş atmakta akranımla yarıştım
Yaş oniki ben Rabbime kavuştum
Ben bir filistinli çocuğum


Televizyon haber yaptı cihana
Sorun müslümana hep kimden yana
Dedem babam asla kıymadı cana
Hedefteki filistinli çocuğum


Uzaktan seyretme gel dinle beni
Taş atmak nasılmış göreyim seni
Kalû belada söz vermiştik hani
Ben sözünde duran çocuğum


Arafatı Mübareki yalancı
Anladımki dünya hanmış biz yolcu
Şehit verdik ihtiyarı hem genci
Sıra bende filistinli çocuğum


Göz yaşımız aktı dünya seyretti
Filistinli yahudiye ne etti
Seksen yıldır başımız yok, gitti
Ağlayan bir filistinli çocuğum


Peygamberler şehri mescidi aksa
Eğer bu savaşın bir sonu yoksa
Bütün dünya bizi yalnız bıraksa
Şehitliğe hazır filistinli çocuğum


Soframda ekmek yok nerde sıcak aş
Bir elimde taş var gözüm dolu yaş
Yoksulum fakirim geldi çattı kış
Soğukta üşüyorum filistinli çocuğum


Dünya baki değil birazcık düşün
Ey zalim elbette bitecek işin
Silahına karşı hep taş atmışım
Cenneti özleyen filistinli çocuğum


Anneler babalar bu sesi duyun
Dünyada dönüyor kötü bir oyun
Allah için canı ortaya koyun
Ben canımı koydum filistinli çocuğum


Ali Ulvi Kurucu

Konya'dan Kahire'ye, sonra Mekke'ye gitti
Sevgili'nin yoluna yüzünü sürdü gitti
Dil de çıksın söylesin vuslatın tarihini
Hey dostlar ALİ ULVİ DOST'A GİTTİ


Mustafa KARA



Ali Ulvi Kurucu üstadım hakkında, özellikle de dâr-ı bekaya intikalinin ardından konuşmak, doğrusu bana çok zor geliyor. Her yaz beraber olduğumuz, yıllardır ailecek buluştuğumuz, Medine'de bulunduğu sıralarda da sık sık telefonla irtibat kurduğumuz ve bizim bir ölçüde aile büyüğümüz olan Ali Ulvi Kurucu üstadımız hakkında ne söyleyeceğimi ve nasıl söylemem gerektiğini tayinde doğrusu güçlük çekiyorum.



Onun sohbetinin tadını bilenler az değildir. Yıllardır dergi ve gazetelerde kendisiyle yapılmış röportajlar, hiç olmazsa bir kısmımızın hatırında olmalıdır. Hiçbir soru karşısında duraklamayan; ne söyleyeyim, nasıl söyleyeyim tedirginliğine asla kapılmayan ve öylesine kendiliğinden akıp duran bir konuşması ve sohbeti vardı. Hep gülen bir yüzle ve de dinleyenlerde hikmet tesiri bırakan "hakimâne bir dil" ile konuşurdu. Onun sohbetini dinlemekten, kim olursa olsun haz duyar, asla bıkkınlık hissetmezlerdi.

Onun konuşmalarındaki hikmetli edâ, yıllardır dikkatimi çekerdi. Türkiye'ye her gelişlerinde; kendilerini ziyaret edenlere yaptığı sohbetler, ne kadar sıcak ve ne kadar içten bir tesir bırakırdı. Şimdi düşünüyorum da, Türkiye'de din adına yazan ve konuşanlar arasında böyle bir tavır ve üslup örneğine hemen hemen tesadüf edemiyoruz desek yeridir.

Acaba bizim içimiz daha mı dardı üstada göre? Bu darlık mıydı, bugünkü İslâmî çevreleri daha keskin ve tehevvürlü bir dil kullanmaya icbar edip duran? Neden hiçbirimizin yüzü gülmezdi? Bütün bunlar ortada iken, rahmetli Ali Ulvi üstadımızın üzerindeki bu sekînet nereden ileri gelmekteydi? Daha ötede, üzerinde hiç de iğreti durmayan bir sekînet elbisesini, nasıl olup da sürekli muhafaza edebiliyordu? Doğrusu bunları düşünmeden edemezdim.

Şüphesiz merhum üstadımıza her yaz Türkiye'ye geliş gidişlerinde, yaşadığımız sıkıntılar anlatılmaz değildi. Mâruz kaldığımız her bir sıkıntıyı, başörtülü kızlarımıza, İmam Hatiplilere, Kur'ân kurslarına, İslâmî kuruluşlara yönelik baskıları biliyordu. Yani olup bitenlerin hemen hepsinden haberdardı. Fakat bütün bu dinledikleri karşısında, kendileri asla paniğe kapılmadığı gibi, karşısındakilerin de paniğe kapılmaları sonucunu doğuracak his ve heyecan tahriklerine hiçbir zaman kendisini kaptırmazdı. Öyle sözler bulur, öyle hadis ve âyet şerhlerine girişirdi ki, böylesi anlardaki sohbetleri dahi bizi bir hikmet idrakine yükseltir dururdu. Ya asr-ı saâdetten, sahabi yaşayışlarından örnekler, ya da böylesi muzâyaka zamanlarında peygamber-i zîşan efendimizin geliştirebileceği tavır ve tutumlar!.. Yani hiçbir zaman onun sohbetini dinleyenler, daha gergin bir hâleti rûhiye ile meclisinden ayrılmazlardı. Mantığımızın ürettiği bazı itirazlar bir bir söner, daralmış rûhlarımız sükûn bulur ve daha ötede de, her kalp imânî bir şevkle dopdolu hale gelirdi.



Düşünüyorum da, "Sizler benim ümidimsiniz!.." diye her biri üzerinde yıllardır şefkatle eğildiği gençlerin, bizim, hepimizin duyduğu acının farkında olmaması mümkün değildi. Çünkü serâpâ bir kalp olan üstadımın şiirlerinden tüten bir ızdırap ortada idi. Onun duyduğu acı ve ızdırap; her mısraını yazarken akıttığı gözyaşları, Gümüş Tül ve Alevler'de feryad etmiyor muydu? Buradaki "alev" kelimesi zaten tesadüfi bir kullanış değildir. Ondaki ızdırap, zaten yakıcı bir alev değil miydi? Gümüş Tül ve Alevler okununca görülür ki onun şiirindeki ızdırap; Ahmet Haşim'deki gibi "yar'in dudağından getirilmiş bir alev"in yakıcılığı değil, tam tersine, maşerî İslâm vicdanından yansıyıp duran bitmez tükenmez tûfanlardan kuvvet alırdı. Bunun içindir ki, üstadımı yakından bilip tanıyanlar, onu hep "Akif-i Sânî" olarak kabul ederler. Leylâ'yı, Secde'yi, Bülbül'ü, Köse İmam'ı yazan Akif gibi, o da zamanımızın Akif'i idi.

Fakat bence bu yetmez: Onda biraz da masumâne bir edâ vardı. Yani dinî bir ideolojiye, kuru ve kaba bir zihnî muhakemeye indirgeyen çağdaş söylemin üstünde kalan bir taraf vardı Ali Ulvi Bey'de. Daha doğru bir ifadeyle de onun şiiri, dinî bir lirizm olarak hepimizin ızdırabını terennüm etmekteydi. Münacâatların ve na'atların asırlardır terennüm ettiği ve bugün neredeyse unutur gibi olduğumuz bir dinî lirizmdi bu.

Konuşmaları ve sohbetleri ise daha bir başka. Onun sohbetini dinleyenler hatırlarlar: Her cümlesinin özünde yine bu ızdıraplardır yatan. Fakat hafif bir perde ile örtülü müdür desem bilemiyorum. Bunu engin tecrübesi ve peygamberâne ahlâkı sayesinde sağlardı. Sohbetleri karşısında insanın bazan boğazı tıkanır, ağlamaklı olurdu. Fakat onun söz ve sohbeti, yazısı, asla bir melodram derekesine düşmezdi. Yani kendisini kapıp koyvermezdi. Hem metin bir irade, hem de daha yüksek bir idrakin seviyesinden konuşurdu. Evet, bu esnada bazan gözyaşı da olurdu. Ama bu gözyaşları, insanın içine düştüğü bir çaresizlikten değil, tam aksine, imânî bir şevkin ruhlardan taşmasından kaynaklanırdı.

Gecelerin Gündüzü kitabında yer alan ve kendisiyle yapılan röportajlar okunduğunda bu dediklerim daha iyi anlaşılır.



Onun sohbetlerinin bir yönüne daha işaret etmeden geçemeyeceğim. Ali Ulvi üstadın huzurunda şüphesiz her mevzu konuşulurdu. Daha doğrusu, etrafında bulunanlara büyük bir rahatlık bahşeder, onlar da hemen her mevzûyu üstadımıza açma, sorma ve kendi görüşlerini ifade imkânı bulurlardı. Fakat söz kendilerine intikal ettiğinde, kaşla göz arasında bir durum değişikliği olur, mevzû kademe kademe mahiyetini değiştirmeye başlar ve bu sohbet, yüce peygamberimizin cazibesi etrafında şevkli terennümlere inkılâb ederdi. İster tarih ve musikî, ister sanat ve edebiyat, isterse de içinde yaşadığımız zamana mahsus binbir problem, hangisi olursa olsun, söz nereden açılırsa açılsın, onun kelâmı, pusulanın daima kuzeyi göstermesi gibi, hep peygamber efendimize, onun hayatına, hikmetine ve aşkına varıp dayanırdı. Bunu iradî olarak yapmadığı gibi, bu hususta bir plan da uygulamazdı. Tam bir sevk-i tabii ile ve gönlünün tâbî olduğu bir akışla yapardı bunu. Peygamberimize duyduğu derin sevgi, onu coşturur da coştururdu.

Zaten onun hayatının özeti de bu değil miydi?

Zira 1939'dan bu yana, mübârek Hicaz diyarı ile kendi memleketi arasında, bir salıncak gibi bir o yana bir bu yana gidip gelmekle geçti ömrü. Hz. Peygamber'e komşu olmak, oralarda yaşamak ve belki ölümü halinde de oralarda kalmaktı bütün muradı ki, işte nihayet bu arzusuna da nail oldu. Allah kendilerinden razı olsun.

Rahmetli üstadın Konya'nın manevî mimarı olan dedesi Hacı Veyis Efendi, babası Hafız İbrahim Efendi, amcası Hacı Veyiszade Mustafa Efendi dolayısıyla icra edilen hizmetler adeta bir destandır.



Üstadın Mısır yılları bir deryadır, anlata anlata bitirilemez. Mısır'da bulunan İstanbul uleması, orada okuyan Türk öğrenciler vesaire Bir de Medine vesilesiyle İslâm dünyasından tanıdığı yüzlerce âlim, mücâhit, siyaset adamı ve ulemâ Yani üstad, yakın tarihin bir özeti gibiydi.

Burada, bir hususa işaret etmeden yapamayacağım. Bu hususta kendilerinin de içine düştüğü bir meyûsiyetin farkında olduğum ve vefatından evvel kendi gözleriyle görmek istediği bir beklentisinin şahidi bulunduğum için burada ifade etmemde fayda var sanıyorum: Hayli zaman oluyor; Necmettin Türinay ile beraber bu dönemlerine ilişkin bazı bantlar doldurmuştuk. İşte buradan hareketle içime bir arzu düştü. Acaba üstad hatıralarını kaleme alsa nasıl olurdu? Son yüzyılın bu canlı tecrübesinin, gerçek bir Osmanlı münevverinin kaybolup gitmesine gönlüm razı olmuyordu. Bu arzumu kendilerine tekrar edip duruyordum. Fakat üstadın parmaklarındaki rahatsızlık, kalem tutmasını zorlaştırıyordu. Onun için, hatıralarını banta anlatması yolu tercih edildi. Bu husus da Ertuğrul Düzdağ Bey'in üzerinde kaldı. Üstad kendilerini 1997'de 1 ay boyunca Medine'de misafir etti ve güzel bir netice hasıl oldu.
Hatıralar

İ. Süreyya SIRMA:

Rasulullah için hayatı boyunca inlemiş olan bir insanı, dinlemesini bilmeyen birisi anlatabilir mi? Ben sadece Ali Ulvi Kurucu'yu tanırdım.

Medine'de 63 sene Rasulullah'ın (a.s) misafiri ve onun aşığı olan birisiydi. Sanki o Ashab-ı Suffe idi. 1979 yılından beri her gittiğimde Allah rahmet eylesin kendisi gibi bir Medine taşı olan Erzurumlu hattat Mustafa Efendi ile beraber 2 kişiden oluşan bu ilim ve edep müesseselerini ziyaret ederdim.

Mustafa Efendi'nin dükkanının arkasında Türkiye'den gelenlerle sohbet edilir ve bizim bilmediklerimizi bize söylerlerdi. Fıkıh okurdu Mustafa Efendi, şiir okurdu Ali Ulvi Hoca. Ve bir hoş olurdum.

Bir gün dedim ki :

"- Hocam, siz Rasülullah'ın misafirisiniz. Siz Suffedensiniz. Bize mi kaldı siyer yazmak! Bunu siz yazın."

O da :

"- Yavrum ben onu inliyorum öyle yazıyorum. Benim ki şiirde kalsın, sen kitapta yaz." dedi. Allah mekanını cennet etsin. Sevdiklerini onun yolundan ayırmasın. Allah hepimizi onunla eyleye.

M. Şevket EYGİ :

Yaşım ilerledi. 50 seneden beri yerleri doldurulamayacak bir takım kimselerin vefat ettiklerini görüyorum. Niçin yerleri doldurulamıyor?

Çünkü onlar ya Osmanlı Devleti zamanındaki kültürün içinde yetişmişler yahut o kültürle yaşamış insanlara yetişmişlerdi. Ali Ulvi Bey gerçekten bir muhacirdi. Türkiye'den Hicaz'a Medine-i Münevvere'ye inançlarını, dinini daha iyi yaşayabilmek için gitmişti. Mısır'da tahsili esnasında Osmanlılar'ın büyük Şeyhülislâm'ı Mustafa Sabri Efendi'ye yetişti. Düzceli Zahid el-Kevserî Hazretlerinden feyz aldı. Fakat Mehmet Akif 'i göremedi o esnada. Çok büyük ulemâ ve meşâyıha yetişti.

Ali Ulvi Bey şahsiyetiyle abideleşmiş bir kimseydi. Gerçekten nezih bir insandı. O nezih kelimesi artık kullanılmıyor, sadece lügatlerde kaldı. Ali Ulvi Bey gururdan, kibirden, benlikten uzaklaşmış, gerçekten kemal sahibi olmuş olgun bir müslümandı. Bugünki genç nesiller, hele dindar kesimin gençliği maalesef eskiden yaşamış ve her tarafıyla örnek olabilecek büyükleri tanımıyor. Bu gibi büyükleri gençlere tanıtmamız gerekir. Çünkü gençlerimiz sadece kitab okumakla faziletli, karakterli, yüksek ahlaklı olamıyorlar. Mutlaka bir takım örneklerin gösterilmesi lazım. Ali Ulvi Bey'in büyüklüğünü, kemalini, inceliğini anlayabilmemiz için inşallah hatıralarının yayınlanmasını bekleyelim. Çünkü bizim lisanımız bazı şeyleri tarife yetmez. Kendisine Cenâb-ı Hak'tan rahmet diliyorum.

Prof. Dr. Mustafa UZUN:

Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin