Sonuç
Muhammed b. Yakub kendi senediyle Ebi Abdillah’tan (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Ezan ve kamet getirdiğinde arkanda meleklerden iki saf, namaz kılar, sadece kamet getirdiğinde ise arkanda meleklerden bir saf namaz kılarlar.”1
Bu tür hasisler çok fazladır. Bazı rivayetlerde ise safların miktarının, doğu ile batı arası kadar olduğu yer almıştır.2 Sevab’ul A’mal kitabında yer aldığına göre İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Her kim ezan ve kametle namaz kılarsa, meleklerden iki saf arkasında durur, ezan okumaksızın kametle namaz kılarsa arkasında meleklerden bir saf namaz kılar.” Ravi her safın miktarını sorunca da İmam (a.s) şöyle buyurmuştur: “En azı doğu ile batı arası kadar, en çoğu ise gökle yer arası kadar.” 3
Bazı rivayetlerde de şöyle yer almıştır: “Eğer ezansız kamet getirilirse onun sağ tarafında bir melek, sol tarafında da bir melek durur.” 4 Bu ve bunun benzeri bir çok rivayetler vardır. Rivayetlerin farklılığı belki de namaz kılanların ihlası ve marifetinin farklılığı sebebiyledir. Nitekim konuyla ilgili rivayetlerden bu anlaşılmaktadır. Örneğin çölde ve fakirlerin toprağında ezan ve kametle namaz kılma hakkındaki rivayet bu türdendir.5
Özetle sâlik kendini, Allah’ın meleklerinin imamı, kalbini de melekuti ve mülki güçlerin imamı görünce, ezan ve kamet ile mülki ve melekuti güçlerini toplayınca Allah’ın melekleri etrafına toplanınca, batın ve zahir kuvvelerinin en üstünü olan ve diğer kuvvelerin şefaatçisi olan kalbini imam kılmalıdır. Çünkü kalbi, kendine uyanların kıraatine kefildir. Diğerlerinin günahı da onun boynundadır. Onu güzel ve tam bir şekilde korumalıdır ki huzuru koruyabilsin, mukaddes makamın adabını yerine getirebilsin ve mukaddes toplanmayı ganimet saysın. Böylece Allah’ın meleklerinin teveccühünü ve teyidini büyük görmeli, nimetlerden hakiki velinimeti tanımalı ve bu büyük nimetleri şükürden aciz olduğunu mukaddes makama takdim etmelidir. Şüphesiz nimet sahibi Allah’tır.
İkinci Kısım Kıyam Hakkındadır ve Onda İki Bölüm Vardır Birinci Bölüm Kıyamın Toplu Sırrı Hakkındadır
Bil ki marifet ehli, kıyamı, fiilî tevhide işaret olarak kabul etmektedirler. Nitekim rüku da sıfat tevhidine işarettir. Sücud ise zat tevhidine işarettir. Bu ikisinin beyanı kendi yerinde gelecektir. Kıyamın fiilî tevhide işaret olduğuna gelince, vaziyet olarak kıyamın kendisinde ve lafız olarak da kıraatte o makama işaret vardır: “Vaziyet olarak kıyamın fiiller tevhidine işaret etmesi, onda kulun Hak ile kıyamına ve Hakk’ın kayyumiyet makamına işaretin olmasıdır. Ve o da mukaddes feyizle tecelli ve fiilî tecellidir. Bu tecellide Hakk’ın failiyet makamı zahirdir. Bütün varlıklar fiilî tecellide yok olmuşlardır ve zuhuri kibriyanın altında fenaya ermişlerdir. Sâlikin bu makamdaki irfani adabı ise bu ilahi latifeyi kalbe hatırlatması, mümkün olduğu kadar nefsi özdekleri terketmesi, mukaddes feyzin hakikatini kalbine tezekkür vermesi, Hakk’ın kayyumiyeti ve yaratıkların Hakk’a bağlılığını kalbinin batınına ulaştırmasıdır. Bu hakikat sâlikin kalbine yer edince, kıraati Hakk’ın diliyle vaki olur. Zakir ve mezkur bizzat Hak olur. Böylece Kadir gecesinin bazı sırları arifin kalbine keşfolur: “Sen kendini övdüğün gibisin”1 Hakeza: “Senden sana sığınırım” 2 hakikati bazı mertebeleriyle onun için keşfolur. Namazın bazı sırlarını arifin kalbi derkeder. Nitekim asıl neşet ve toprak olan secde mahalline bakmak, boynunu ve başını önüne eğmek de onun bir gereğidir ve imkani fakirlik ve zillete, kibriyanın sultan ve izzetinin altında fenaya erişe işarettir: “Ey insanlar sizler Allah’a muhtaçsınız Allah ise müstağni ve övülmüştür.”1
Kıraatin lafzen fiilî tevhit makamına işaret olduğu hususu ise, mübarek hamd suresinin tefsirinde detaylıca ele alınacaktır.
İkinci Bölüm Kıyamın Adabı Hakkındadır
Ve o da şudur ki sâlik; kendini Hakk’ın huzurunda görür, alemi rububiyetin mazharı sayar ve kendini Allah’ın huzurunda hisseder, hazır ve huzurun azameti kalbine erişir. Hak Teala ile münacatın önemini ve azametini kalbe anlatır, tefekkür ve tedebbür ile namaza girmeden önce kalbini hazır bulundurur, ona konunun büyüklüğünü anlatır, kalbini namazın sonuna kadar huşu, huzu, itminan, haşyet, korku, ümit ve zillet ve meskenete zorlar. Kalbine bu işlere dikkat etmesini şart koşar. Din büyüklerinin ve yol hidayetçilerinin halleri hakkında tefekkür eder, onların haletini düşünür, onların Malik'ul Müluk ile nasıl muamele ettiğini inceler, hidayet imamlarının hallerinden dersler çıkarır, o büyüklere uyar, din büyüklerinin ve masum imamların tarihi hususunda büyük bir faydası olmayan ölüm, doğum yılı, kaç yaşlarında oldukları ve benzeri şeylerle yetinmez. Seyrini başlıca onların imani ve irfani seyr-u sülûkunda gerçekleştirmelidir. Onların ubudiyet hususunda nasıl davrandıklarını, Allah’a doğru nasıl seyrettiklerini ve mucizevi sözlerinden anlaşılan irfani makamlarının nasıl olduğunu anlamaya çalışmalıdır.
Ne yazık ki bizim gibi gaflet ehli olan, tabiatın uyuşturduğu ve sermayesiz gurura kapılan kimseler, bütün işlerinde aşağılık şeytanın oyuncağı halindedir. Asla ağır uykudan, sonsuz nisyandan dışarı çıkmamaktayız. Bizim Hidayet İmamları’nın (a.s) marifet ve makamlarından istifademiz, sayılamayacak kadar küçük ve değersizdir. Onların hayatı ve tarihi hakkında sadece zahir ile yetinmekteyiz. Peygamberlerin (a.s) biset hedefi olan şeylerden tümüyle yüz çevirmiş bulunmaktayız. Hakikatte, “Şişmişi şişman sanmıştır” 1 atasözünün örneği konumunda bulunmaktayız. Biz şu anda bu makamda nakledilen bazı rivayetleri zikredeceğiz. Böylece bazı mümin kardeşler için bir tezekkür hasıl olsun. Hamd ve şükür Allah’a mahsustur.
Muhammed b. Yakub kendi senediyle Ebu Abdillah’ın (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Ali b. Hüseyin (a.s) namaza durunca rengi değişiyordu, secdeye varınca da ter dökünceye kadar başını kaldırmıyordu.”2 Hakeza babam (İmam Bakır (a.s) şöyle diyordu: “Ali b. Hüseyin namaza durunca rüzgarın hareket ettirdiği şey dışında hiç bir şeyi hareket etmeyen bir ağaç gövdesi gibiydi.”3 Eban b. Teğlib şöyle diyor: İmam Sadık’a (a.s) şöyle arzettim: Ali b. Hüseyin’i namaz kılarken gördüm. Yüzü başka bir renge bürünmüştü.” İmam Sadık(a.s) şöyle buyurdu: “Allah’a yemin olsun ki kendisi için namaz kıldığı zatı (Allah’ı) çok iyi tanıyordu.”4
Seyyid Ali b. Tavus’un Felah’us Sail adlı kitabından naklettiği bir rivayette Ebi Abdillah (a.s) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz namaz; sadece tam bir taharet üzere ve kamil bir şekilde kılan, hakkını eda eden, vesvese ve inhiraftan uzak duran, Allah’ı tanıyan, Allah için huşu eden, sebat gösteren; ümitsizlik ve ümit, sabır ve sabırsızlık arasında duran kimse için kemale erer. Adeta bütün vaatler onun için gelmiş, bütün tehditler ona vacip olmuştur. Varlığını bağışlamış, hedefini göz önüne almış, Allah yoluna canını koymuş, Allah’ın yolunu seçmiş, burnunu (secdede) yere dayamada en ufak bir sıkıntı duymamış, Allah’tan başka herkesle ilişkisini kesmiş, sadece Allah’a yönelmiş, Allah’ın huzuruna varmış ve onun ihsanını istemiştir. Eğer insan, böyle bir namaz kılacak olursa emredilen ve bildirilen bir namaz kılmış olur. İşte bu fuhuş ve kötülükten alıkoyan namazdır.”1
Muhammed b. Yakub kendi isnadıyla Mevla Zeyn’ul Abidin’in (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Namazın haklarına gelince... Onun Allah’ın huzuruna varış olduğunu ve Allah’ın huzurunda durduğunu bilmendir. Bunu bilince namaza durmaya liyakat elde edersin. Tıpkı zelil, talib, rağbet eden, korkan, ümidi varolan, çaresiz bulunan, vakar içinde ağlayan, organlarında huşu bulunan, mütevazi, kalbin güzel münacatıyla; hataların kuşattığı ve günahların helak ettiği nefsinin kurtuluşunu talep ederek, huzurunda bulunduğu zatın makamını büyük görerek ve Allah’tan başka hiçbir gücün olmadığına inanarak namaza duran bir kimse gibi namaza durma liyakatini elde edersin.”2
Peygamber’in (s.a.a) ise şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Rabbine onu görüyormuşçasına ibadet et, şüphesiz sen onu görmüyorsan da, o seni görüyor.”3
Fıkh’ur Rıza’dan şöyle nakledilmiştir: “Namaza durduğun zaman bitkinlik içinde, uyuklar bir halde, aceleyle ve oynar gibi durma, aksine huzur ve vakar ile namazı yerine getir. Namazda huşu ve huzu içinde ol, Allah için tevazu göster, huşu ve korkudan ayrılma. Korku ve ümit içinde ol, sürekli endişeli ve ihtiyatlı davran, daha sonra kaçan ve mevlasının huzurunda duran bir günahkar gibi Allah’ın huzurunda dur, ayaklarını yan yana koy, boynunu dik tut, sağa sola bakma, adeta Allah’ı görüyormuşsun gibi ol; sen onu görmüyorsan da, o seni görmektedir.”4
Uddet’ud Dai’de ise şöyle yer almıştır : “İbrahim’in (a.s) inlemesi ve feryadı bir millik mesafeden işitiliyordu. Öyle ki Allah onu şu sözle övmüştür: “Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah’a) yönelen biriydi”.1 Namazda göğsünden kaynayan bir kazan gibi ses çıkıyordu. Böyle bir ses efendimiz Resulullah’ın (s.a.a) göğsünden de işitilmiştir. Fatıma (a.s) da namazda Allah korkusundan normal halinden çıkıyor, adeta nefesi sayılıyordu.”2
Bu konularda nakledilen rivayetler buraya sığamayacak kadar çoktur. Bu birkaç hadis üzerinde tefekkür etmek de zikir ve tefekkür ehli kimselere yeterlidir. Hem zahiri adab, hem kalbi ve manevi adab ve hem de Allah’ın huzurunda durmanın keyfiyeti hakkında kifayet etmektedir.
Ali b. Hüseyin’in haletleri hakkında biraz düşün. O büyük insanın Hz. Hak ile münacatı hakkında tefekkür et. Şüphesiz o büyük zatın latif duaları, Allah’ın kullarına ubudiyet adabını öğretmektedir. Ben o büyük insanların münacatının insanları eğitmek için olduğunu söylemiyorum. Zira bu söz batıl bir sözdür ve rububiyet makamından ve Ehl-i Beyt’in marifetlerinden cahil olanların söylediği bir sözdür. Onların korkusu ve haşyeti herkesten daha fazlaydı. Onların kalbinde Hakk’ın celal ve azameti herkesten daha çok tecelli etmişti. Lakin ben diyorum ki Allah’ın kulları, onlardan, ubudiyet niteliğini ve Allah’a seyr-u sülûk şeklini öğrenmelidirler. Onların dualarını okuyunca, bu, dillerinde bir lakırdı olmamalıdır. Aksine onların Hak ile nasıl muamele ettiklerini, Hakk’ın karşısında nasıl da zillet, acizlik ve ihtiyaç izharında bulunduklarını tefekkür etmelidirler.
Sevgilinin canına andolsun ki Ali b. Hüseyin (a.s), Hakk’ın mukaddes zatının kullarına bağışladığı en büyük nimetlerden biridir. Hak Teala o büyük zatı yakınlık ve kutsal alemden kullara ubudiyet yollarını öğretmesi için nazil buyurmuştur: “O gün nimetten sorulursunuz.”3 Eğer bizlere bu nimeti ne kadar taktir ettiğimizi, neden bu büyük şahsiyetten istifade etmediğinizi soracak olurlarsa, verecek hiçbir cevabımız olmaz, utanç içinde başımızı önümüze eğeriz, pişmanlık ve teessüf içinde yanarız, o zaman da pişmanlığın hiç bir faydası olmaz.
Dostları ilə paylaş: |