Şimdi Allah’ın kitabının azametin gerektirdiği, tüm boyutlarıyla malum olduğu ve konularından istifade yolu açıldığına göre Allah’ın kitabından istifade eden ve öğrenen kimseye istifadenin hasıl olması için, önemli adaplarından birini de kullanması gerekir ve o da istifadeye engel olan şeyleri ortadan kaldırmaktır ve biz de bunu istifade eden kimse ile Kur’an arasındaki örtüler olarak ifade etmekteyiz. Bu örtüler çoktur, biz bunlardan bazısına işaret edelim.
Büyük hicaplardan biri bencilik hicabıdır. Bu da öğrenen kimsenin kendisini bu örtü vasıtasıyla müstağni görmesi ve istifadeye muhtaç bilmemesidir. Bu şeytanın önemli şaheserlerinden biridir ve de sürekli insana hayali bir takım kemalleri süslemekte ve insanı sahip olduğu şeylerden hoşnut ve kâni kılmaktadır. Sahip olduğu şeylerin dışındaki her şeyi onun gözünden düşürmektedir. Örneğin tecvid ehlini o cüz’i ilimle kanaatkar kılmakta ve bu ilmi onların gözünde süslemekte, diğer ilimleri onların gözünden düşürmektedir. Kur’an’ı yüklenenleri onların nezdinde kendilerine tatbik etmekte ve onları bu ilahi ve nuranî kitabı anlamaktan ve istifade etmekten mahrum kılmaktadır. Edebiyat ashabını da o özden mahrum şekliyle hoşnut kılmakta ve onlara Kur’an’ın tüm boyutlarını, onların nezdinde olandan ibaret olduğunu göstermektedir. Tefsir ehlini de bilindiği şekliyle sadece kıraat şekilleri ve lügat erbabının muhtelif görüşleriyle meşgul kılmakta; nüzul zamanı, nüzul sebebi, Medeni ve Mekki oluşu, ayetlerin ve harflerin sayıları ve benzeri şeylerle oyalamaktadır. İlimler ehlini de sadece delalet sanatlarıyla, hüccet şekilleri ve benzeri şeylerle kani kılmaktadır. Hatta filozof, hekim ve ıstılahları bilen kimseyi de, ıstılahların, mefhumların ve benzeri şeylerin kalın örtüsüne mahpus kılmaktadır. Kur’an’dan istifade eden bir kimse bütün bu örtüleri yırtmalı, bu örtülerin ötesinde Kur’an'a bakmalı, bu örtülerin hiç birinde durmamalıdır. Aksi taktirde Allah’a doğru sülûk eden kafileden geri kalır, ilahi şirin davetlerden mahrum düşer. Bizzat Kur’an-ı Şerif’ten de, durmama ve belli bir sınır ile kani olmama emri istifade edilmektedir. Kur’an kıssalarında bu anlama bir çok işaretler yapılmıştır. Hz. Musa Kelim, büyük nübüvvet makamına rağmen o makamla kanaat etmemiş, yüce ilmî makamında durmamış, Hızır gibi kamil bir kimseyi görünce tevazu ve huzu içinde şöyle demiştir: “Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?”1
Böylece istifade etmesi gereken ilimleri öğrenmek için onun hizmetinde bulundu. İbrahim (a.s) da iman makamı ve peygamberlerin özel ilmiyle kanaat etmedi ve şöyle arzetti: “Ya rabbi bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster.”2
Böylece kalbi iman makamından, şuhudi itminan makamına ermek istedi. Bundan daha yücesi de Allah Tebarek ve Teala son Peygamber’e (s.a.a) –Allah’ın yaratıklarını mutlak şekilde tanıyan en iyi kimse olduğu halde- şu ayeti kerime ile emretmiştir: “Ve de ki: “Ey Rabbim! İlmimi artır.” 3
Bu ilahi kitabın emirleri ve peygamberlerin kıssalarını nakletmesi, bizim bunlar vasıtasıyla uyanmamız ve gaflet uykusundan ayılmamız içindir.
Hicaplardan biri de bozuk görüşler, meslekler ve batıl mezhepler örtüsüdür. Bu bazen insanın bizzat kendi kötü kabiliyetinden kaynaklanmaktadır ve genellikle de tabi olmaktan ve taklitten hasıl olmaktadır. Bu, özellikle de Kur’an öğretilerinden mahrum kılan bir örtüdür. Örneğin eğer anne babadan veya minber ehlinden bazı cahillerin sözlerini salt işitmekten dolayı kalbimizde bozuk bir inanç vücuda gelince, bu inanç bizimle ilahi ayet-i şerifeler arasında bir engel olmaktadır. Eğer bunun aksine binlerce ayet ve rivayet olsa, ya zahirinden el çeker veya ona anlayış gözüyle bakmayız. İnançlar ve marifetler hususunda örnekler çoktur, ama ben onları saymaktan sarfı nazar ediyorum. Zira bu örtülerin, benim gibi birinin sözüyle ortadan kalkmayacağını biliyorum; ama örnek olarak, genel anlamda anlaşılması kolay olan bir örneğine işaret etmek istiyorum. Likaullah hakkında nazil olan bunca ayetleri, bu konuda varolan sayısız rivayetleri Masum İmamlar’ın (a.s) dualarında yer alan bunca açık beyanları, kinayeleri ve işaretleri, cahil kimselerin yaydığı marifetullah yolunun kapalı olduğu inancı sebebiyle ve marifet ve cemali müşahede kapısının yasaklanmış şekliyle zatta tefekkür babıyla mukayesesi sonucunda, tevil ve tevcih etmekte veya asla bu meydana girmemekte ve dolayısıyla da peygamberlerin ve evliyanın göz nuru olan marifetlerle aşina olmamaktadır. Ehlullah için peygamberlerin bisetinin nihayeti ve evliyanın isteklerinin zirvesi olan bir marifet babının kapatılması ve söz etmenin dahi salt küfür ve zındıklık olarak adlandırılarak halkın yüzüne örtülmesi, çok üzücü bir şeydir. Bunlar peygamberlerin ve evliyanın marifetlerini, halkın ve sıradan kadınların, Hakk’ın zat, isimler ve sıfatlar hakkındaki marifetleriyle eşit bilmektedirler. Hatta bazen onlardan daha üstün görmekte ve şöyle demektedirler: “Falan kimsenin güzel ve amiyane inançları vardır. Keşke bizim de onun gibi amiyane inançlarımız olsaydı.” Bu konu doğrudur, zira bu sözü söyleyen çaresiz kimse, amiyane inançlarını bile kaybetmiş ve dolayısıyla da ehlullahın ve has insanların marifetlerini batıl saymıştır. Bu arzu şu ilahi ayette belirtilen kafirlerin arzusuna benzemektedir: “ve kafir şöyle der: Keşke ben toprak olsaydım.”1
Eğer biz şeytani gurur ve cehaletten kaynaklanan bu inancın rüsvalığını ortaya çıkarmak için detayları zikredecek olursak, bu, ayrı bir kitap yazmayı gerektirir. Ayrıca eğer bu şeytani kalın perdenin arkasında unutulmaya yüz tutulmuş marifetleri zikretmek istersek ve de Kur’an’dan mahrum kalmanın ve Kur’an’ı terk etmenin aşamalarından biri olduğunu belirtmek istersek –ki bunun üzüntüsü şayet hepsinden daha çoktur- bu ayrı bir çalışmayı gerektirir. Nitekim ayet-i şerifede şöyle buyurulmuştur: “Ve Peygamber şöyle dedi: “Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’an’ı terk etmiştir” 1
Kur’an’ı terk etmenin bir çok ve sayısız aşamaları vardır ve şayet biz bunun başlıcalarına müptela durumdayız. Acaba biz bu Kur’an’ı temiz ve değerli bir ciltle ciltlediğimizde, kıraat veya istihare ettiğimizde, öpüp gözümüze koyduğumuzda onu terk etmiş olmamakta mıyız?
Acaba ömrümüzün çoğunu Kur’an’ın tecvit, lügat, beyan ve bedi’ konularına harcayacak olursak bu Kitab-ı Şerifi terkedilmişlikten kurtarmış olur muyuz? Acaba farklı kıraatlerini ve örneklerini öğrendiğimiz taktirde, Kur’an’dan uzak düşme utancından kurtulmuş mu oluruz? Acaba Kur’an’ın mucize şekillerini, güzel sanatlarını öğrenecek olursak, Resulullah’ın şikayetinden kurtulmuş mu oluruz? Asla bu işlerden hiç birisi, Kur’an’ın ve Kur’an’ı indirenin (Allah’ın) hedeflediği bir amaç değildir. Kur’an ilahi bir kitaptır ve Kur’an'da ilahi şeyler bulunmaktadır. Kur’an yaratıcı ile yaratık arasında bağlantı ipidir. Kur’an’ın öğretileri vesilesiyle, Allah’ın kulları ile kendilerini terbiye eden kimse arasında manevi bir bağ ve ilişki kurulmalıdır ve Kur’an’dan ilahi ilimler ve ledunni marifetler hasıl olmalıdır. Resulullah (s.a.a) Kafi’de yer alan bir rivayet esasınca şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ilim üç çeşittir: Muhkem ayet, adil (mutedil) bir farz ve sağlam bir sünnet.”2 Kur’an-ı Şerif bu ilimlerin yüklenicisidir. Eğer biz Kur’an’dan bu ilimleri öğrenirsek, onu terketmiş olmayız. Eğer Kur’an’ın davetlerini kabul eder ve öğütler, marifetler ve hikmetler dolu peygamberler (a.s) kıssalarını öğrenecek olursak ve eğer biz Allah-u Teala’nın öğütlerini Kur’an’da zikredilmiş peygamberlerin ve hikmet sahibi kimselerin nasihatlerini dinleyecek olursak, Kur'an'ı terketmemiş oluruz. Aksi taktirde Kur’an’ın zahiri suretine gömülmek, yeryüzüne bağlanıp kalmaktır ve şeytanın vesveselerinden sayılmaktadır ki bundan Allah’a sığınmak gerekir. Bu nuranî sahifelerden istifade etmeye engel olan örtülerden biri de müfessirlerin yazdığı veya anladığı dışında hiç kimsenin Kur’an’ı şeriften istifade etme hakkına sahip olmadığı inancıdır. Onlar ayet-i şerifeler hususundaki tefekkürü, yasaklanmış olan kendi görüşü esasınca tefsir yapmakla karıştırmışlardır. Bu bozuk görüşleri ve batıl inançları sebebiyle Kur’an-i Şerifi bütün istifade metotlarından soyutlamış ve onu tümüyle terketmişlerdir. Oysa ahlakî, imanî, İslamî ve irfanî istifadeler hiçbir şekilde tefsirle ilgili değildir ki kendi görüşü esasınca tefsir sayılsın. Örneğin, eğer bir kimse Hz. Musa’nın Hızır ile olan görüşmesinin ve muaşeretinin niteliğinden; Hz. Musa’nın nezdinde olmayan bir ilmî elde etmek için sahip olduğu nübüvvet makamının azametine rağmen yaptığı yolculuğun zorluklarını ve ayeti kerimede de “Sana öğretileni bana hayra götüren bir bilgi olarak öğretmen için peşinden gelebilir miyim?”1 diye belirtilen Hızır’a ihtiyacını arzetme niteliğini, Hızır’ın cevap şeklini ve Hz. Musa’nın özür dilemesini düşünür ve bunlardan ilim makamının büyüklüğünü ve içinde yaklaşık yirmi edebin bulunduğu öğrencinin öğretmenle olan seyr-u sülûk adabını anlayacak olursa, bunun kendi görüşü esasınca tefsirle ne ilişkisi vardır! Kur’an’dan yapılan istifadelerin bir çoğu bu türdendir. Marifetler hususunda da örneğin eğer birisi Allah-u Teala’nın bütün övgüleri Allah’a mahsus kılan ve bütün senaları Hak Teala’ya özgü kılan “el-Hemdu lillahi rebbil alemin” sözünden efalî tevhidi istifade eder ve ayet-i şerifeden alemde varolan bütün kemal, celal, izzet ve celalin; kör gözün ve örtülü kalbin varlıklara isnat ettiği her azametin, Allah-u Teala’ya özgü olduğunu söyler ve hiçbir varlığın kendiliğinden bir şeye sahip olmadığını ifade eder, bütün övgülerin Hakk’a mahsus olduğunu ve buna hiç kimsenin ortak bulunmadığını dile getirirse, bunun kendi görüşünce tefsirle ne ilgisi vardır ki? Kendi görüşü esasınca tefsir olarak adlandırılıp adlandırılamayacağını tartışalım. Bu ve benzeri bir çok hususlar kesinlikle bu bilgilerden de anlaşıldığı üzere asla tefsirle ilgili değildir. Ayrıca rey ile kendi görüşü esasınca tefsir hususu da, tartışma götürür. Zira, bunlar belki de burhani ölçülerle uyum içinde olan akli ilimler ve marifetler ayetleriyle, aklın müdahil olduğu ahlaki ayetler ile ilgili değildir. Zira, bu tefsirler akli sağlam bürhanlar veya akli açık itibarlar esasıncadır. Dolayısıyla da onların aksine bir zahir olduğu taktirde onu zahirinden çekip almak gerekir. Örneğin ayet-i şerifede “Rabbin geldi” 1 ve hakeza , “Rahman arşı istila etti.” 2 buyurulmuşsa ve örfi anlayış burhana aykırı ise, bu zahiri reddetmek gerekir. Burhan esasına dayalı tefsir kendi görüşünce tefsir değildir ve asla da yasaklanmamıştır.
O halde ihtimalen zannedildiği üzere rey ile tefsir; akıl ve görüşlerin aciz kaldığı muhkem ayetlerle ilgilidir. Bunları, teslimiyet içinde vahiy hazinedarlarına ve meleklerin indiği yerlere boyun eğip almak gerekir. Nitekim Allah’ın dinini akıllarıyla ve mukayeselerle anlamak isteyen Ehl-i Sünnet fakihlerinin tam karşısında rivayet-i şeriflerin çoğu bu konuyu beyan etmektedir. Ayrıca bazı rivayet-i şerifelerde “Akıl, Kur’an tefsirine en uzak şeydir.”3 Ve hakeza, “Allah’ın dini akıllarla elde edilemez”4 diye buyurulmuşsa, Allah’ın dininden maksadın, dinin teslimiyete dayalı hükümleri olduğuna tanıklık etmektedir. Aksi taktirde yaratıcının isbatı, tevhid, taktis, ahiretin ve nübüvvetin isbatı, hatta mutlak marifetlerin isbatı aklın talep ettiği bir hak ve akla özgü şeylerdir. Bazı makamı yüce muhaddislerin sözlerinde “tevhidi isbat hususunda delile dayanmak naklidir” diye yer almışsa, bu işlerin gariplerinden ve Allah’a sığınılması gereken musibetlerdendir. Bu söz kınanmaya ve hakaret edilmeye muhtaç değildir. Şikayet Allah’a edilir.
Kur’an-ı şerifi anlamaya ve bu semavi kitabın öğüt ve öğretilerinden istifade etmeye engel olan perdelerden biri de, kalbin hakikatleri derketmesine engel olan alemlerin rabbinin mukaddes dergahına oranla isyan ve tuğyandan ortaya çıkan günahların bulanıklık örtüsüdür. Bilmek gerekir ki iyi veya kötü amellerin her birisi için melekut aleminde kendisiyle uyumlu bir suret olduğu gibi, nefis melekutunda da bir suret vardır. Bu suret vasıtasıyla nefsin melekut batınında ya nuraniyet ortaya çıkar, kalp temizlenir ve nurlanır ve bu durumda nefis cilalanmış bir ayna gibi marifet ve hakikatlerin zuhuruna ve gaybî tecellilerine layık hale gelir veya nefis melekutu zulmanî ve iğrenç bir hale gelir. Bu durumda da kalp paslanmış ve kirlenmiş bir ayna haline gelir ve ilahi marifetlerin ve gaybî hakikatlerin husulü bu aynaya yansımaz. Kalp, bu durumda yavaş yavaş şeytanın sultası altına girer. Ruh memleketinin egemenliği iblisin eline geçer, kulak, göz ve diğer kuvvetler de o aşağılık varlığın egemenliği altına girer. Kulak ilahi öğütlerden ve marifetlerden tümüyle mahrum kalır, göz, ilahi nurlu ayetleri göremez hale gelir. Hakk’ın eserlerini ve ayetlerini göremez konuma düşer. Kalp dinde araştırmaya koyulmaz ve böylece, ayetler ve beyyineler hakkında tefekkürden; Hakk’ı, isimleri ve sıfatları anmaktan mahrum düşer. Nitekim Hak Teala şöyle buyurmuştur: “Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.”1 Böylece aleme bakışları, hayvanların bakışları haline gelir. İbret almaktan ve düşünceden uzak hale düşer. Onların kalbi, hayvanların kalbi gibi tefekkürden ve tezekkürden nasipsiz düşer. Ayetlere bakmak, öğütler dinlemek ve marifetler öğrenmek hususunda gaflet ve kibir haletleri gün geçtikçe artar, böylece de hayvandan daha aşağılık ve sapık bir hale gelirler. Bizimle Kur’an öğütleri ve marifetleri arasında vaki olan kalın perdelerden biri de, dünya sevgisi örtüsüdür. Bu örtü sebebiyle kalp tüm gücünü dünyaya harcar ve kalp tümüyle dünyaya yönelir. Kalp bu sevgi vasıtasıyla Allah’ı zikretmekten gafil kalır, zikirden ve zikredilenden yüz çevirir. Dünyaya ve dünyanın durumlarına ilgisi arttıkça da bu kalp perdesi kalınlaşır, bazen de bu ilgi kalbe öyle bir galebe çalar ve makam ve üstünlük sevdası kalbi öyle bir egemenliği altına alır ki Allah’ın fıtrat nuru tümüyle söner ve saadet kapıları insanın yüzüne kapanır. Belki de “Bunlar Kur’an’ı düşünmezler mi? Yoksa kalpleri kilitli midir?” 1 ayetinde belirtilen kalp kilitleri; bu dünyevi ilgi, bağlılık ve kilitleridir. Kur’an’ın marifetlerinden istifade etmek ve ilahi öğütlerden nasiplenmek isteyen bir kimse kalbini bu pisliklerden temizlemeli ve Allah’tan gayrisiyle meşguliyeti ifade eden kalbi günahlar pisliğini kalbinden gidermelidir. Zira temiz olmayan bir kimse bu sırların mahremi olamaz. Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz bu, sadece arınmış olanların dokunabileceği, korunmuş bir kitabta mevcutken âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş olan değerli bir Kur’an’dır.”2 Bu kitabın zahirine, zahir alemde zahiri temizliğe sahip olmayan birinin dokunması şer’i ve teklifi açıdan yasak olduğu gibi, kalbi dünyevi bağlılıklar pisliğine bulaşan kimsenin Kur’an’ın öğrettiği öğüt, batın ve sırrından istifade etmesi de yasaktır. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Bu kitap (Kur’an), onda asla şüphe yoktur. O, muttakiler (takva sahipleri) için bir hidayettir.”3 Muttaki ve mümin olmayan bir kimse de genel bir iman ve takva hasebiyle Kur’an’ın hak inançları ve öğütlerinin zahiri nurlarından mahrumdur. Muttaki olmayan bir mümin ise hassın, hass’ul hassın ve ehess’ul havasın (özelin özelinin ve özellerin en özelinin) takvası olan, takvanın diğer mertebeleri hasebiyle, diğer mertebelerinden mahrumdur. Bunun etrafında detaylıca açıklamada bulunmak ve maksada delalet eden diğer ayetleri de zikretmek sözü uzatacağından, biz tefekkür edildiği taktirde uyanış ehli olan kimseler için kifayet eden ilahi bir ayet-i şerifeyi zikrederek konuyu burada noktalamak istiyoruz. Allah Tebarek ve Teala şöyle buyurmuştur: “Ey Kitab ehli! Kitap’tan gizleyip durduğunuzun çoğunu size açıkça anlatan ve (kusurunuzun) çoğunu da affeden peygamberimiz gelmiştir. Doğrusu size Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitab gelmiştir.”1 Bu ayet-i şerifenin hususiyetleri oldukça fazladır. Bu ayetin nükteleri etrafında açıklamalarda bulunmak, şu anda imkanlar dışında kalan ayrı bir çalışmayı gerektirir.
Dostları ilə paylaş: |