Kudsi Hadis-i Şerif’ten1 anlaşıldığı üzere namazın tümü Hak Teala ile kul arasında bölüştürülmüştür ve sadece “hamd” örnek olarak zikredilmiştir. O halde örneğin namazın hallerinin değişiminde söylenen namaza giriş ve diğer tekbirler, rububiyetin zahiri ve Zat-ı Mukaddes’in payıdır. Eğer Allah’a doğru seyr-u sülûk eden kul, bu ubudiyet görevini yerine getirir ve rububiyetin hakkını yüce oranda eda ederse, Hak Teala da mükaşefe kapısının açılmasından ibaret olan kulun hakkını, kendi özel ezeli lütuflarıyla eda eder. Nitekim Misbah’uş-Şeria’da yer alan bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Tekbir getirildiğinde Hakk’ın kibriyası nezdinde bütün varlıkları küçük gör.” Sonunda ise şöyle buyurulmuştur: “Namaz vaktinde kalbine bir bak; eğer namazın tatlığını tadarsan, namazın sevinç ile mutluluğu hasıl olursa ve kalbin Hakk’ın münacaatıyla sevinçli ve hitaplarıyla lezzetlenmiş olursa, bil ki Allah da seni tekbirinde tasdik etmiştir. Aksi taktirde münacaat lezzetini yokluğunu ve ibadet tatlığından mahrum kalmayı, Allah’ın seni tekzib ettiğine ve dergahından kovduğuna bir delil say.”2
Bu esas üzere namazın hallerinin ve fiillerinin her birinde, Hak Teala için kulun yerine getirmesi gereken ve o makamda ubudiyet adabından olan bir takım hakları vardır. Kul için; Hak Teala’ya, ubudiyet edebine riayet ettiği taktirde, Allah’ın da kendisine gizli lütfü ve yüce rahmetiyle inayette bulunacağı bir nasibi vardır. Ama eğer kul kendini ilahi mikatlarda, özel inayetlerden mahrum görürse, bilsin ki ubudiyet adabına riayet etmemiştir. Orta makam sahibi kimseler için de bunun alameti, ibadetin tatlılığını ve münacatın lezzetini kalben tatmaması ve Hakk’a bağlılık mutluluğundan mahrum olmasıdır. Lezzet ve tatlılıktan uzak olan bir ibadetin ise ruhu yoktur ve kalp ondan istifade edemez.
O halde ey aziz! Kalbini ubudiyet adabıyla ünsiyet ettir, ruh damağına, Allah’ın zikrinin tatlılığını tattır. Bu ilahi latife ilk önce Allah’ı çok anmak ve hak ile ünsiyet kurmakla hasıl olur. Ama zikirde kalp ölmüş olmamalı ve gaflet kalbe galebe çalmamalıdır. Allah’ı anmakla kalbini menus kıldığın zaman da, yavaş yavaş ilahi inayete mazhar olursun ve kalbin melekut kapılarını fetheder. Bunun da alameti aldatış diyarından uzak durmak, ebediyet yurduna yönelmek ve ölüm gelmeden ölüme hazırlıklı olmaktır. Ey Allah’ım! Münacat lezzetinden ve hitaplarının tatlığından bize de bir nasip inayet buyur. Bizleri seni zikreden ve kutsal izzetine bağlanan kimselerden kıl! Ölü kalplerimize inayet bağışla. Diğerlerinden kopup sana teveccüh etmemizi sağla. Şüphesiz ki sen ihsan ve nimet sahibisin.
İkinci Bölüm Allah’a Sığınmanın Bazı Adabı Hususunda
Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Kur’an okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah’a sığın. Doğrusu şeytanın, iman edenler ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur. O’nun nüfuzu sadece, O’nu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.”1 Kıraatin, özellikle de Allah’a doğru ruhani bir yolculuk, hakiki bir mirac ve Ehlullah’a ulaşma merdiveni olan namazda kıraatin önemli adaplarından biri de, marifet yolunun dikeni ve Allah’a seyr-u sülûkun engeli olan taşlanmış şeytandan Allah’a sığınmaktır. Nitekim Allah-u Teala mübarek A’raf suresinde bizzat şeytanın dilinden şöyle buyurmaktadır: “Beni azdırdığın için, andolsun ki, senin doğru yolunun üzerinde onlara karşı duracağım.”1 Şeytan Adem’in evlatlarının yüzüne doğru yolu kapatacağına ve onları doğru yoldan mahrum bırakacağına dair yemin içmiştir. Dolayısıyla da insanlığın doğru yolu ve Allah’a ulaşma miracı olan namazda, bu eşkıyadan Allah’a sığınmaksızın kurtulmak mümkün değildir. Bu Allah’a sığınma da sadece dil lakırdısı, ruhsuz suret ve ahiretsiz dünyayla tahakkuk etmez. Nitekim görüldüğü gibi bazı kimseler, kırk elli yıl bu kelimeyi telaffuz ettikleri halde, bu, yol kesici şeytanın şerrinden kurtulamamış, ahlak ve amellerde, hatta kalbi inançlarında şeytana uymuş ve onu taklit etmişlerdir. Eğer Allah’a hakkıyla bu aşağılığın şerrinden sığınmış olsaydık, mutlak feyyaz, geniş rahmet, kamil kudret, ihata edici ilim ve geniş kerem sahibi olan mukaddes Hak Teala da bize sığınak verirdi ve böylece iman, ahlak ve amellerimiz düzelirdi. O halde bilmek gerekir ki bu melekuti ve ilahi seyr-u sülûktan geri kaldığımız müddetçe, şeytanın kandırması ve şeytanın sultası altına girmek vasıtasıyla bu bizim kendi kusurumuzdan ve eksikliğimizdendir. Zira biz böylelikle manevi adaba ve kalbi şartlara riayet etmedik. Nitekim ruhi sonuçlarını, zahiri ve batınî etkilerini elde edemediğimiz bütün zikir, vird ve ibadetlerde de bu ince nükte mevcuttur. Kur’an’daki ayet-i şerifelerden ve Masumlar’dan (a.s) nakledilen hadis-i şeriflerden de bir çok adap istifade edilmektedir. Onların tümünü saymak, daha fazla bir araştırmayı ve sözü uzatmayı gerektirir. Biz onlardan bazısını zikretmekle yetineceğiz.
Allah’a sığınmanın önemli adaplarından biri de hulustur (ihlastır). Nitekim Allah-u Teala şeytanın şöyle dediğini naklediyor: “İblis: “Senin kudretine And olsun ki, onlardan, sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım” dedi.”2 Bu ihlas; ayet-i şerifede de açıkça yer aldığı üzere, ameli ihlastan daha yüce bir ihlastır. Ameli ihlastan -kalbi veya organlarla yapılan ameli ihlastan- daha yücedir. Zira bu ihlas mef’ul kipindedir. Eğer ameli ihlas söz konusu olsaydı, fail kipinde ifade edilirdi.
O halde bu ihlastan maksat, ameli ihlasın da kendisinden kaynaklandığı, insani hüviyetin bütün gaybî ve zahiri işlerden halis olmasıdır. Gerçi seyr-u suluk’un evvelinde bu ilahi latife ve hakikat, amelî riyazetlerin ve bunun aslı olan özellikle kalbî riyazetlerin şiddeti olmadıkça herkes için hasıl olmaz. Nitekim şu hadiste de buna işaret edilmiştir: “Her kim kırk gün Allah için halis olarak sabahlarsa, hikmet çeşmeleri kalbinden diline dökülür.”1 Yani herkim kırk sabah –Adem’in tıynetinin yoğrulduğu kırk sabah miktarınca sabahlarsa… Bu ikisi arasındaki ilişki de marifet ehli ve kalp ashabı arasında belli bir şeydir- kendisini Allah için halis kılar, kalbi ve zahiri amellerini hak için halis ederse, kalbi ilahileşir ve ilahi kalpten de sadece hikmet çeşmeleri akar. Böylece kalbinin en büyük tercümanı olan dili de hikmet ile konuşur, böylece işin başında amelin ihlası, kalbin halis olmasına sebep olur, kalp halis olunca da Adem’i tıynet’e ilahi yoğurmayla emanet olarak bırakılan cemal ve celal nurları, kalp aynasında zahir olur, tecelli eder ve kalbin batınından, bedenin mülkünün zahirine sirayet eder.
Özetle şeytanın sultasından çıkmaya sebep olan hulus, ruhiyetin ve kalp batınının Allah-u Teala için halis olmasıdır. Münacat-i Şabaniye’de Müminlerin Emiri’nin (a.s) söylediği şu söz de ihlasın bu mertebesine işarettir: “İlahi! Bana, sana bütünüyle bağlanmayı nasip et.”2 Kalp ihlasın bu aşamasına varınca ve Allah’tan gayrisinden tümüyle kopunca, vücud memleketinde, hak dışında hiçbir şey bulunmayınca, şeytan –ki hak olmayan yoldan insana hakim olur- onu egemenliği altına alamaz, Allah-u Teala onu kendi sığınağına kabul eder, sağlam uluhiyet kalesine sığınır. Nitekim şöyle buyurulmuştur: “La ilahe illallah” benim kalemdir. Herkim kaleme girerse, azabımdan güvende olur.”1 La ilahe illallah kalesine girmenin aşaması vardır. Nitekim azaptan güvende olmanın da aşamaları vardır. Dolayısıyla batın, zahir, kalp ve kalıp ile Hakk’ın kalesine giren ve ona sığınan kimse, en yücesi Hakk’ın cemalinden örtülü kalmak, yüce ve celil olan sevgilinin vuslatından ayrılmak olan azabın bütün mertebelerinden güvende olur. Nitekim Hz. Ali (a.s) Kumeyl duasında şöyle buyurmuştur: “Farzedeyim ki azabına sabrettim, ama ayrılığına nasıl sabredeyim!” Biz bu mertebeye ulaşamayız. Bu mertebeye ulaşan kimse gerçekten Allah’ın kuludur. Allah’ın rububiyeti altına girmiştir, Hak Teala onu egemenliği altına almıştır ve tağutun velayetinden kurtulmuştur. Bu makam evliyanın en değerli makamlarından ve seçkin insanların en özel derecelerindendir. Diğer kimselerin bundan nasibi yoktur. Bu aşamadan çok uzaklarda bulunan inkarcıların katı kalpleri ve cedelleşenlerin katı nefisleri bu makamları inkar eder, bu konuda konuşmayı batıl sayar. Hatta evliyanın göz nuru olan, kitap ve sünnette bir çok yerde yer alan bu şeyleri Allah korusun sufilerin yalanları ve Haşviyye mensuplarının boş sözleri olarak değerlendirir. Biz de hakikatte kâmil kimselerin makamı olan bu makamları zikrettiysek, bundan bir nasibimizin olduğu veya bu makamlara tamah gözüyle baktığımız anlamında değildir. Sadece bu makamları inkar etmediğimizi belirtmek içindir. Evliyayı ve makamlarını zikretmenin de kalpleri düzeltmede, halis ve tamir etmede etkili olduğunu kabul ettiğimiz içindir. Zira velayet ve marifet ashabının hayrını anmak da muhabbet, ilişki kurma ve uyum içinde olmaya ve bu uyum da cezbolmaya sebep olur. Bu cezbeler de zahiri cehalet karanlıklarından hidayet ve ilim nurlarına çıkmak olan şefaate neden olur ve batını da ahiret aleminde şefaatin zuhuruna sebep olur. Zira şefaatçilerin şefaati de; münasebetsiz ve batınî cezbe olmaksızın ortaya çıkmaz, boş ve batıl üzere şekillenmez.
Özetle her ne kadar bu kamil mertebe evliya ve seçkinlerden kamil kimseler dışında hiç kimseye hasıl olmasa da ve hatta bu mertebenin kemal makamı, asaleten, son Peygamber’e, onun halis nuranî, Ehedi, Ahmedi, Cem’i ve Muhammed’i (s.a.a) kalbe ve ona bağımlı olarak da kâmil ve halis Ehl-i Beyt’e hasıl olsa da, mümin ve muhlis kimseler de onun tüm mertebelerinden el çekmemeli, ameli ve şekli ihlas ve fıkhi zahiri hulus ile kanaat etmemelidirler. Zira makamların birinde durmak; insan ve insanlığın yoluna oturan ve onu her vesileyle kemallere ulaşmasına ve yüceliklere çıkmasına engel olan İblis’in şaheserlerinden biridir. O halde himmet göstermek, iradesini güçlendirmek gerekir ki, bu ilahi nur ve rabbani latife, suretten batına ve mülkten melekuta sirayet etsin. İnsan ihlastan ulaştığı her mertebede, o ölçüde Hakk’ın sığınağına sığınmış ve Allah’a sığınmanın hakikati gerçekleşmiş, o aşağılık şeytanın hakimiyet eli, insandan kalkmış olur.
O halde, eğer insanî ve mülkî sureti Allah için halis kılmış, beden mülkünde yayılmış kuvvetlerden ibaret olan nefsin dünyevi zahiri ordularını Hakk’a sığındırmış; göz, kulak, dil, karın, tenasül organı, el ve ayaktan ibaret olan yeryüzüne ait küresel yedi iklimi günahların pisliğinden temizlemiş, ilahi ordulardan ibaret olan Allah’ın meleklerinin tasarrufuna bırakmış olursan, yavaş yavaş bu iklimler hakkani olur, Hakk’ın tasarrufu altına girer, böylece sonunda bizzat kendisi melaiketullah’dan olur veya melaiketullah’a benzer ki: “Onlar Allah’ın emrettiklerine isyan etmez ve kendilerine emredileni yerine getirirler.”1
Böylece Allah’a sığınmanın en yüce mertebesi gerçekleşir, şeytan ve orduları zahiri memleketten göçer, batına yönelir ve nefsanî, mülkî kuvvetlere hücum eder. Bu seyr-u sülûk eden kimsenin işi daha da bir zorlaşır, sülûku daha da dakik bir hale gelir. Dolayısıyla da seyir adımları daha da bir güçlenmeli, kontrolü daha da kamil olmalı; kendini beğenme, riya, kibir ve böbürlenmeden ibaret olan nefsani helaketlerden Allah-u Teala’ya sığınmalı, yavaş yavaş batını, manevi bulanıklıklardan ve batınî pisliklerden tasfiye etmekle uğraşmalıdır.
Bu makamda, hatta tüm makamlarda Hakk’ın fiilî tevhidine tam bir teveccüh ve kalbe bu ilahi latifeyi ve semavi sofrayı hatırlatma, seyr-u sülûkun en önemli esaslarından ve miracın ve yükselişin temel esaslarındandır. Hak Teala’nın, gökler, yer, batın, zahir, mülk ve melekut üzerindeki malikiyetinin hakikatini kalbe tattırmak gerekir ki, kalp de uluhiyette tevhit ve tasarrufta Allah’ın ortağı olduğunu reddetme riyazetini elde eder. İlahi fıtrat rengine bürünür, tevhidi terbiye ile terbiye olur. Bu durumda kalp Allah dışında bir sığınak ve dost görmez ve bilmez, tam bir hakikat içinde teslim olarak kendiliğinden Hakk’a ve mukaddes uluhiyet makamına sığınır. Kalp başkalarının tasarrufundan yüz çevirmedikçe ve varlıklara tamah gözünü yummadıkça asla hakikat üzere Hakk’a sığınmış olmaz, onun davası yalan ve ehli marifet nezdinde münafıklar zümresinden sayılır, yalan ve aldatma ehli olarak görülür.
Bu korkunç vadide ve tehlike dolu derin denizde, ilmî kökleri kamil evliyalar ile bağlantı halinde bulunan rabbani bir hikmet sahibi kimsenin nefesinden, ilim olarak üç tevhidi istifade etmek, kalbin batınına büyük bir yardımda bulunur. Ama bu istifadenin temel şartı, ayet, alamet, Allah’a doğru seyr-u sülûk bakışıyla onunla meşgul olmasıdır. Aksi taktirde yolun dikeni ve canların yüzünün örtüsü olur. Nitekim Resulullah (s.a.a) de Kafi’de yer alan bir hadisi şerifte bu ilmî “muhkem ayet” diye adlandırmıştır.1
Özetle kalpte Hakk’ın fiilî tevhidinin kökleri sağlamlaşır, kalp kapısını çalır, amelle iç içe bulunan ilim suyuyla sulanırsa, bunun neticesi uluhiyet makamını hatırlamaktır ve böylece kalp, yavaş yavaş, Hakk’ın fiilî tecellisi için, duru ve berrak bir hale gelir. Ev hainden ve yuva yabancıdan boşalınca da, ev sahibi onu ele geçirir, Hakk’ın melekut eli, batın melekutu ve kalpten mülk ve bedenin zahirine kadar, tüm mülki ve melekuti güçleri tasarruf ve egemenliği altına geçirir. Şeytanlar tümüyle bu aşamadan göçer ve batın memleketi Hak için tıpkı bir gölgeyi andıran bağımsızlığına geri döner ve bu Allah’a sığınmanın rabbani latifelerinden ikincisidir. O halde bu makamdan ruh ve batının Allah’a sığınması ile Allah’a sığınmanın ve diğer bir takım mertebelerini istifade etmekteyiz ki, onları burada saymak uygun değildir. Bu kadarı da kulun kaleminin tuğyanından veya yüce ve celil olan mevlanın kalemi yürütmesiyle yazılmıştır. Sığınmak sadece Allah’adır.
Allah’a sığınmanın adap ve şartlarından biri de bu bölümün başında zikredilen ayette de işaret edildiği gibi imandır ve iman her ne kadar felsefi bürhanla hasıl olmuş olsa da, ilimden ayrı bir şeydir. “Delilcilerin ayağı tahtadandır.”1
İman ise şiddetli bir tezekkür, tefekkür ve Hak ile ünsiyet ve halvetten hasıl olan kalbi bir nasiptir. Şeytan, Kur’an’da da apaçık bir şekilde yer aldığı üzere yaratılış ve ahiret hakkındaki ilmine rağmen, kafirler zümresinden sayılmıştır. Eğer iman, bürhani ilimden ibaret olsaydı, bu ilme sahip olan kimselerin şeytanın tasarrufundan uzak olması ve içlerinde Kur’an’ın hidayet nurunun ışıldaması gerekirdi. Oysa bu etkilerin bürhani imanla hasıl olmadığını görmekteyiz. Dolayısıyla eğer şeytanın tasarrufundan dışarı çıkmak ve Hak Teala’nın sığınağına sığınmak istiyorsak, şiddetli bir kalbi riyazet, teveccühün devamı veya çokluğu ve şiddetli halvet sayesinde imani gerçekleri, ilahi olması için kalbe ulaştırmak gerekir. Kalb ilahi olunca da şeytanın tasarrufundan kurtulur. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır.”2
Dolayısıyla zahir ve batınlarının, gizli ve açıklarının tasarruf edicisinin Hak Teala olduğu müminler, şeytanın tasarruflarından halis ve Rahman’ın egemenliği altındadırlar. Allah bu müminleri, karanlığın bütün mertebelerinden mutlak nura çıkarır. Onları masiyet ve tuğyan zulmetinden, rezil ahlakların bulanıklık zulmetinden; cehalet, küfür, şirk, bencillik, egoistlik ve kendini beğenmişlik zulmetinden, itaat ve ibadet nuruna, üstün ahlak nurlarına; ilim, kemal, iman, tevhid, Allah’ı görme, Allah’ı isteme ve Allah’ı sevme nuruna ulaştırır.
Allah’a sığınmanın adaplarından biri olan tevekkül de imanın bölümlerinden ve imani, latif ve hakiki nurlardan biridir. Tevekkül işleri Hak Teala’ya bırakmaktır ve kalbin fiilî tevhide imanından hasıl olmaktadır. Bunun detaylarının ise bu sayfalarda zikredilmesi mümkün değildir. Seyr-u sülûk eden kul, Hak Teala’dan gayrisini bir sığınak olarak görmez ve işlerde tasarruf yetkisini Zat-ı Mukaddes’e münhasır bilirse; kalbinde gayrisinden kopma, Allah’a sığınma ve tevekkül haleti hasıl olur ve Allah’a sığınması hakikate erişir. Hakikat üzere rububiyet ve uluhiyetin sağlam kalesine sığınınca da, Allah-u Teala geniş ihsanı ve yüce rahmeti ile ona sığınak verir. Şüphesiz ki Allah büyük bir ihsan sahibidir.
Dostları ilə paylaş: |