Geçen bölümün konularından da anlaşıldığı üzere Allah’a sığınmanın hakikati, Allah’ın fiilî tevhit makamına, bürhani kamil bir ilim ve bu makama imandan hasıl olan nefsani bir halet ve keyfiyetin husuludür. Yani felsefi sağlam bürhan, Kur’an naslarından istifade edilmiş nakli deliller, ilahi kitab ve hadis-i şeriflerin işaret ve incelikleriyle aydınlanmış bir akıl yoluyla, vücuda getiriş saltanatının, etkide bağımsızlığın, hatta etkinin aslının, Zat-ı Mukaddes’e münhasır olduğunu ve diğer varlıkların bunda bir ortaklığı olmadığını anlayacak olursa, -kendi yerinde ispat edildiği üzere- kalbini bundan haberdar kılmalı ve akıl kalemiyle kalp levhasına “Allah’tan başka ilah yoktur ve varlık aleminde Allah’tan başka etki sahibi yoktur” hakikatini yazmalıdır.
Kalp bu ilahi latifeye ve burhani hakikate iman edince de, onda, gayrisinden kurtuluş ve Allah’a sığınma haleti hasıl olur. Şeytanı insanlık yolunun yol kesicisi ve kendisinin güçlü düşmanı görünce de, bir çaresizlik haleti hasıl olur ki, bu kalbi halet, Allah’a sığınmanın hakikatidir. Dil, kalbin tercümanı olduğu için de o kalbi haleti tam bir çaresizlik ve ihtiyaç ile dile getirir ve böylece “taşlanmış şeytandan Allah’a sığınırım” cümlesini hakikat üzere söyler. Eğer kalpte bu gerçeklerden bir etki yoksa, şeytan kalbini ve diğer varlık iklimini tasarruf etmişse, bu Allah’a sığınma haleti de şeytanın tedbir ve tasarrufu üzere gerçekleşir. Böylece lafız olarak şeytandan Allah’a sığındığını söyler, hakikatte ise şeytanın tasarrufu altında bulunur. Allah’’tan şeytana sığınmış olur, ama bu sığınma istenilenin tam tersini gerçekleştirir. Şeytan Allah’a sığınan bu kimseyi alaya alır, bu alayın neticesi ise hatanın keşfinden ve tabiat perdesinin kenara çekilmesinden sonra belli olur. Lafzen Allah’a sığınan böyle bir kimsenin örneği ise, azgın bir düşmanın şerrinden sağlam bir kaleye sığınmak isteyen, ama düşmana taraf giden, kaleden yüz çeviren ve de “bu düşmanın şerrinden bu kaleye sığınıyorum” diyen bir kimsenin misalidir. Böyle bir kimse düşmanın kötülüğüne düçar olduğu gibi, onun alayına da maruz kalır.
Üçüncü Bölüm İstiaze’nin (Allah’a Sığınmanın) Esaslarını Beyan Hakkındadır ve Bu Dört Esastır:
Birincisi Allah’a sığınan kimse, ikincisi kendisinden Allah’a sığındığı şey, üçüncüsü kendisiyle Allah’a sığındığı şey ve dördüncüsü ise kendisi için Allah’a sığındığı şeydir.
Bil ki, bu esasların burada zikredilmesi mümkün olmayan uzun bir açıklaması vardır ve biz kısaca açıklamakla yetineceğiz. Birinci esası, Allah’a sığınan kimsedir ve o da Allah’a doğru seyr-u sülûkun ilk konağından, zatî fenanın nihayetine kadar insanın hakikatidir: “Mutlak fena kemale erince, şeytan helak olur ve Allah’a sığınma gerçekleşir.”
Bu özet açıklamanın detayı ise şudur: İnsan nefis ve tabiat evinde ikamet ettikçe, ruhani yolculuk ve Allah’a seyr-u sülûk ile meşgul olmadıkça ve bütün boyut ve aşamalarıyla şeytanın sultası altında kaldıkça, Allah’a sığınmanın hakikatine erişemez, dilinin lakırdısı faydasız olur, hatta bu şeytanın sultasını güçlendirir; insan bundan sadece ilahi inayet ve ihsan sayesinde kurtulur. İnsan Allah’a doğru seyr-u sülûka koyulunca ve ruhani yolculuğu başlatınca da, bu seyr-u sülûkta olduğu müddetçe, bu yolculuğa engel olan ve yolunun dikeni konumunda bulunan şey kendi şeytanıdır; bu, şeytanın ruhani güçlerinden veya cin ve insanlardan olsun farketmez. Zira cin ve insan da eğer Allah’a doğru seyr-u sülûkun engeli ve yol dikeni olduğu taktirde, şeytanın yardımı ve tasarrufuyladır. Nitekim Allah-u Teala mübarek Nas suresinde buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: “İnsanlardan, cinlerden ve insanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların ilahı, insanların hükümranı ve insanların Rabbi olan Allah’a sığınırım.”” Eğer şeytan cin olursa, ayet-i şerifeden de istifade edildiği gibi gizliden gizleye vesvese edicidir ve bu insan ve cin şeytanıdır. Birisi asaleten, diğeri ise bağımlı olarak. Ama eğer şeytan cine benzer başka bir hakikat olursa, ayet-i şerifeden anlaşıldığı üzere bu iki tür, yani cin ve insan da şeytani tecessümler ve mazharlardır. Nitekim diğer bir ayette bu anlama işaret edilerek şöyle buyurulmuştur: “cin ve insan şeytanlarını…” 1
Bu mübarek surede, burada zikredildiği gibi Allah’a sığınmanın esaslarına işaret edilmiştir ve bu açıkça görülmektedir.
Özetle insan, Allah’a doğru seyr-u sülûku başlatmadıkça Allah’a sığınmış değildir. Bu seyr-u sülûk tamamlandığında, ubudiyet eserleri hiçbir şekilde baki kalmadığında ve mutlak zatî fenaya nail olduğunda kendisinden Allah’a sığınılan şeyden ve Allah’a sığınan kimseden hiçbir eser kalmaz, arifin kalbinde ilahi saltanat ve Hakk’tan başka bir şey olmaz. Kendi kalbinden ve kendisinden hiçbir haberi kalmaz. “Senden sana sığınırım.” 2 hakikati de bu makamda mevcut değildir. Fena, üns ve dönüş haleti hasıl olduğunda ise, yine Allah’a sığınmanın bir hakikati vardır. Lakin bu istiaze (Allah’a sığınmak) sâlikin sahip olduğu istiaze gibi değildir. Bu yüzden, son Peygamber (s.a.a) de istiaze ile emredilmiştir. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “De ki: “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım. Rabbim! Yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.”1
O halde insan iki makamda müstaiz (Allah’a sığınan) değildir. Birincisi sülûktan önce ve o da şeytanın sultası ve tasarrufu altında bulunduğu salt örtü halidir. Diğeri de seyr-u sülûk sona erdikten sonradır ve orada mutlak fena hasıl olur; artık Allah’a sığınandan, kendisinden Allah’a sığınılan şeyden ve sığınmaktan bir haber yoktur. İki makamda da müstaiz (Allah’a sığınan) vardır. Birincisi Allah’a doğru sülûk halidir. Burada sülûk eden kimse, insanlığın doğru yolu üzerine oturan vuslat yolunun dikenlerinden Allah’a sığınır. Nitekim Allah şeytandan şöyle nakletmektedir: “Beni azdırdığın için, andolsun ki, senin doğru yolunun üzerinde onlara karşı duracağım.”2 Diğeri ise mutlak fenadan dönüş ve sahv (kendine gelme) halidir. Burada da insan, her türlü örtülerden ve gayrisinden Allah’a sığınmaktadır.
Sığınmanın ikinci esası ise kendisinden Allah’a sığınılan şeydir ve o da lanetlenmiş iblis ve kovulmuş şeytandır. Bu İblis ve şeytan, kurduğu çeşitli tuzaklar vasıtasıyla insanı maksada ulaşmaktan ve hedefin gerçekleşmesinden alıkoyar. Bazı büyük marifet ehlinin belirtmiş olduğu şeytanın hakikatinin, Allah’tan gayrisi olduğu boyutuyla tüm alemden ibaret olması, yazarın nezdinde yeterli değildir. Zira, Allah’tan gayrilik boyutu, hakikatten uzak, vehmi bir suretten ibarettir ve bu insanı meşgul eden İblis’in tuzaklarındandır. Belki de Allah-u Teala’nın şu sözü buna işaret etmektedir: “Çokluk kuruntusu sizi o kadar meşgul etti ki, mezarları ziyaretle oradakileri de sayacak kadar oldunuz.”3 Yoksa İblis’in bizzat kendisi misali bir soyutluluğa sahip bir hakikattir. Bütün İblislerin reisi olan tümel iblis hakikati de tümel vehimdir. Nitekim ilk adem olan tümel soyut ve akli gerçek de tümel akıldır. Mülki tikel vehimler ise onun mazharlarından ve işlerindendir. Nitekim tikel akıllar da tümel aklın işlerinden ve mazharlarındandır. Bu makamın detayları ve araştırması ise bu kitaba sığmayacak boyuttadır.
Özetle bu ilahi sülûk ve Allah’a seyire engel olan ve yol dikeni sayılan şey, şeytan ve mazharlarıdır ki amelleri de şeytanın amelidir. Gayp ve şuhud alemlerinden nefis için hasıl olan ilineklerden ve farklı haletlerden ister fakirlik, zenginlik, sıhhat, hastalık, kudret, acizlik, ilim, cehalet, afetler ve gayrisi gibi dünyevi mülk alemlerinden olsun ve isterse de cennet, cehennem, onlara ait ilim, hatta tevhit ve Hakk’ı takdis ile ilgili olsun, cananın yüzünü görmeye engel olan her şey, insanı Hakk’tan, Hakk ile ünsiyet ve halvetten alıkoyan ve insanı onlarla meşgul eden İblis’in tuzaklarıdır. Hatta zahiri, insanlık yolunda durmak, batını ise, Hak yolunda durmak olan ruhani derecelerde durmak ve manevi makamlarla meşgul olmak bile -ki ayrılık ve uzaklık cehenneminin ruhani köprüsüdür, lika (görüşme) cennetiyle sonuçlanmaktadır ve bu özel köprü, marifet ehli ve kalp ashabından az bir taifeye özgüdür- en büyük İblis’in büyük tuzaklarındandır ki, ondan azameti yüce Hakk’ın mukaddes zatına sığınmak gerekir.
Özetle seni Hakk’tan alıkoyan ve azameti yüce mahbubun güzel cemalinden örtülü kılan şey, senin şeytanındır. Bu ister insan şeklinde olsun, isterse de cin. Herhangi bir vesileyle seni bu maksattan alıkoyan şey, şeytanın tuzaklarıdır. Bu ister yüce makam ve dereceler cinsinden olsun, veya ilimler ve kemaller, ya da sanat ve meslekler veya rahatlık ve huzur veya sıkıntı ve zillet, yada başka şeyler olsun hiç fark etmez. İşte bunlar kınanmış dünyadandır ve başka bir tabirle kalbin Hakk’tan gayrisine bağlanması, onun dünyasıdır ve bu kınanmıştır. Şeytanın tuzağıdır, bundan Allah’a sığınmak gerekir. Belki de Resulullah’tan (s.a.a) nakledilen şu sözler, bu anlama işaret etmektedir: “Gökten inen her şeyin, göğe yükselen her şeyin, yere nazil olan her şeyin, yerden çıkan her şeyin, gece ve gündüzün fitnelerinin, içinde hayır olanı dışında, gece ve gündüzün şiddetli olaylarının şerrinden kerim olan Allah’ın yüzüne ve iyi ve kötü hiç kimsenin geçemeyeceği Allah’ın kelimelerine sığınırım.”1 Allah’ın vechine ve Allah’ın kelimelerine sığınmak, cemal ve celal denizine dalmaktır. İnsanı bundan alıkoyan şey ise kötülüklerdendir; şeytan alemi ve hileleri ile ilgilidir. Dolayısıyla ister semavi kamil gerçeklerden olsun ve isterse de yeryüzüne ait nakıs hakikatlerden olsun, hayra davet edenleri dışında, tümünden, Allah’ın vechine sığınmak gerekir. İnsanın hayrına olan şey ise, insanı Hak Teala’dan ibaret olan mutlak hayra davet eder.
Allah’a sığınmanın üçüncü esası ise, kendisiyle Allah’a sığınılan şeydir. Bil ki istiazenin hakikati Allah’a doğru seyr-u sülûk eden kimsede gerçekleştiği ve Hakk’a doğru seyirde hasıl olduğu için, yani istiaze, sülûk mertebelerinde sâlike mahsus olduğu için, seyredenlerin ve seyr-u sülûk edenlerin makam, mertebe ve dereceleri hasebiyle sığınma, sığınan, kendisinden sığınılan şey ve kendisiyle sığınılan şeyin hakikatleri farketmektedir. Belki de Nas suresi buna işaret etmektedir: “İnsanların rabbine, insanların hükümdarına ve insanların ilahına sığınırım.”
Sülûkun temellerinden kalp makamının sınırlarına kadar seyr-u sülûk eden kimse, rububiyet makamına sığınır. Bu rububiyet, fiilî rububiyet de olabilir ve bu durumda da “Allah’ın tam kelimelerine sığınırım” hakikatine mutabık olur. 1
Sâlikin seyri, kalp makamına erince, ilahi saltanat makamı kalbinde zuhur eder. Bu makamda İblis’in kalbi tasarruflarının ve onun zalimane batınî sultasının kötülüğünden “İnsanların Meliki”nin makamına sığınır. Nitekim birinci makamda da şeytanın göğüsteki tasarruflarının şerrinden Allah’a sığınır. Belki de “İnsanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden” ayetinde belirtilen vesvese, kalp ve ruhlara gizliden gizliye vesvese olmakla birlikte, tanıtma makamında, herkes nezdinde zahir olan, sıfatlar ve genel hususlarla tanıtılması uygundur. Zira burada sâlik kalp makamından, ilahi nefha olan ruh makamına geçmiştir ve Hak Teala’ya bağlılığı, güneş ışınlarının güneşe bağlılığından daha çoktur. Bu makamda hayret, cezbe, aşk ve şevk esasları başlar ve insan bu makamda insanların ilahına sığınır. Bu makamdan geçince, zat, işler aynası olmaksızın gözönünde bulundurulunca ve başka bir ifadeyle sır makamına ulaşınca “Senden sana sığınırım” 1 gerçeği ile uyumlu hale gelir.
Bu makamların da buraya sığmayacak detaylı bir izahı vardır.
Bil ki Allah’ın ismine sığınmak, kapsamlılık vasıtasıyla bu tür makamlarla uyumludur ve o hakikatte mutlak sığınmadır. Diğer sığınmalar ise kayıtlıdır.
Sığınmanın dördüncü esası ise kendisi için sığınılan şeydir. Yani istiazenin hedefi ve nihayetidir. Bil ki sığınan insan için bizzat talep edilen şey, kemal, saadet ve hayır cinsindendir ve bu da sâliklerin makamları ve mertebeleri hasebiyle farklılık arzetmektedir. Nitekim sâlik nefis evinde ve tabiat örtüsünde kaldığı müddetçe, seyrinin gayeti, nefsani kemallerin ve düşük doğal saadetlerin usulüdür ve bu sülûkun başlangıcındadır. İnsan, nefis evinden dışarı çıkınca, ruhani ve kemaller makamından zevkli soyutluluğa erişince, hedefi yücelir, maksadı kemale erer, nefsani makamları geride bırakır. Maksadının kıblesi kalbi kemaller ve batınî saadetler olur. Bu makamdan da geçip ruhani sır makamına erişince, batınında, ilahi tecellinin esasları ortaya çıkar. Batınının dili, işin başlangıcında: “Vechimi Allah’ın vechine çevirdim”, ondan sonra da “vechimi Allah’ın isimleri veya Allah için çevirdim” olur. Ondan sonra da “Vechimi O’nun içinde çevirdim” olur. Belki de “Yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim.”2 Sözü de, “fatıriyyet” (yaratıcılık) münasebetiyle bu makamla ilgilidir. Özetle her makamda sâlikin gerçek hedefi, bizzat kemal ve saadetin husulüdür. Her makamda saadet ve kemallerle birlikte bir şeytan olduğu ve de şeytanın tuzaklarından birinin husule engel olması hasebiyle de, sâlik kimse, zatî maksadı ve aslî hedefinin husulü için şeytandan, kötülüklerden ve şeytanın tuzaklarından Hak Teala’ya sığınmalıdır. O halde hakikatte sâlik için sığınmanın gayeti, istenilen saadetlerin ve kemallerin husulüdür. Gayetlerin gayeti ve istenilenlerin nihayeti ise azameti yüce olan Hak Teala’dır. Bu veya sonraki makamda yüce ve celil olan Allah’tan başka her şey yok olur. Şeytandan istiaze de tabiatıyla sahv makamında vaki olur. Başta da sonda da hamd Allah’a mahsustur.
Dostları ilə paylaş: |