İmanî İkaz
Bil ki azameti yüce Hak Teala’nın rububiyeti alemler üzerindeki rububiyeti iki türlüdür:
Birisi, alemdeki bütün varlıkların ortak olduğu genel rububiyet. Bu genel rububiyet her varlığı rububiyet tasarrufu altında, noksanlık çizgisinden, layık olduğu kemaline ulaştırdığı tekvini terbiyelerdir. Tabii ve cevheri ilerlemeler, zatî ve ilineksel değişim hareketleri, rububiyet tasarrufları altında gerçekleşmektedir ve özetle maddeler maddesi ve ilk madde menzilinden; hayvanlık, cismani kuvveler ve hayvani ruhaniyetin ve tekvini terbiye menzilinin husuluna kadar her şey şöyle şahadet eder: “Azameti yüce olan Allah Rabbimdir.”
İkincisi ise teşrii rububiyetin mertebelerindendir ve de insan türüne özgüdür. Diğer varlıkların bundan bir nasibi yoktur. Bu terbiye; kurtuluş yollarına hidayet etmek, insanlık ve saadet yollarını göstermek ve aykırı şeylerden sakındırmaktır ve bunlar da peygamberler vasıtasıyla izhar edilmiştir. Eğer bir kimse irade adımıyla kendini terbiye altına alacak ve Rabbu’l aleminin tasarrufu altına sokacak olursa ve de organlarının zahiri ve batini kuvvelerinin tasarrufunun, nefsani tasarruf olmayacağı bir şekilde terbiye olacak olursa, hatta bundan da öte ilahi ve rububi tasarruf altına girecek olursa, bu insani türe özgü insanlık kemali mertebesine ulaşmış olur. İnsan, hayvanlık makamına kadar diğer hayvanlarla aynı şekilde yürümektedir ve bu makamdan sonra önünde iki yol bulunmaktadır ve bu yolları irade adımıyla kat etmelidir. Birincisi Rabb’ul Aleminin doğru yolu olan saadet menzilidir: “Şüphesiz Rabbim doğru yol üzeredir.”1 Diğeri de taşlanmış şeytanın eğri yolu olan mutsuzluk yoludur. O halde eğer insan kuvvelerini ve vücud organlarını rabbu’l aleminin tasarrufu altına koyar ve Allah’ın terbiyesi ile terbiye olursa, yavaş yavaş bu memleketin sultanı olan kalbi, Allah’a teslim olur. Kalp alemlerin rabbinin terbiyesi altına girdiği taktirde ise, diğer ordular ona uyar ve bütün vücud memleketi Hak Teala’nın terbiyesi altına girer. Kabir aleminde, melekler kendisine, “Rabbin kimdir?” diye sorduğunda kalbinin gölgesi olan gaybî dili “Azameti yüce olan Allah benim Rabbimdir” diyebilir. Böyle bir kimse Allah Resulüne ve hidayet imamlarına itaat edeceğinden ve ilahi kitapla amel edeceğinden diliyle şöyle der: “Muhammed (s.a.a) benim peygamberimdir, Ali ve masum evlatları benim imamlarım ve Kur’an benim kitabımdır.” Eğer kalbini ilahi ve rububi kılmamışsa, bu durumda da “Lailahe illallah, Muhammedun Resulullah, aliyyen veliyyullah” gerçeği kalp levhasına yazılmaz. Nefsin batınî sureti haline gelmez, Kur’an’ı şerifle amel etmiş sayılmaz, Kur’an’da tefekkür ve tezekkürde bulunmaz. Kur’an ona mensup olmaz ve o da Kur’an'la manevi ve ruhi bir irtibat kuramaz ve böylece ölüm hastalığının zorluklarında ve büyük bir olay olan ölümde, bütün marifetler hatırından silinip gider.
Ey aziz! İnsan ağır bir hastalık veya zihinsel güçlerinin zayıflamasıyla bütün bilgilerini unutabilir, meğer ki şiddetli tezekkür ve ünsiyetle bu bilgiler onun ikinci fıtratı haline gelmiş olsun! Eğer büyük bir olay meydana gelirse, insan birçok işlerden gaflet eder, bilgilerine unutkanlık çizgisi çizilir. O halde ölümün korkunç hallerinde hali ne olur? Eğer kalp kulağı açılmamışsa ve kalp duyucu değilse ölümden sonra inançların telkininin kendisine hiçbir faydası olmayacaktır. Telkin kalplerin hak inançlardan haberdar olduğu, kalpleri duyucu hale geldiği kimseler için faydalıdır. Ölümün zorluklarında bir gaflet hasıl olmuşsa, bu vesileyle Allah’ın melekleri onun kulağına duyurur, ama eğer insan sağır olur, berzah ve kabir aleminin kulağına sahip olmazsa, asla telkini işitmez ve bunun kendisine bir etkisi olmaz. Hadis-i şeriflerde de bu söylenen gerçeklere işaret edilmiştir.
Allah-u Teala şöyle “Errahmanirrahim” diye buyurmuştur.
Bil ki celil ve yüce Hak Teala’nın bütün isim ve sıfatları için genel olarak iki makam ve mertebe vardır: Birisi Hz. Vahidiyet’te sabit olan zatî sıfat ve isimlerdir. Zatî tecelli ve işlerden olan zatî ilim, zatî irade ve kudret ve diğer zatî işler gibi.
Diğeri ise Hak Teala için sabit olan feyz-i mukaddes tecellisi ile, fiilî sıfat ve isimler makamıdır. Tıpkı İşrakilerin sabit bildiği, tafsili ilmin ölçüsü kabul ettiği, filozofların en üstünü, Hacı Nasuriddin’in (Allah yüzünü şen kılsın) hakkında bürhan ikame ettiği fiilî ilim gibi. Hacı Nasuriddin de tafsili ilmin ölçüsünün fiilî ilim olduğu hususunda İşrakilere tabi olmuştur.1 Gerçi bu konu araştırmalara aykırıdır. Aksine tafsili ilim zat mertebesinde sabittir. Zatî ilmin tafsil ve keşfi ise, fiilî ilimden daha üstün ve daha çoktur. Nitekim bu konu kendi yerinde apaçık delillerle ispat edilmiştir. Ama vücud düzeninin, Hakk’ın tafsili ve fiilî ilmî olduğu konusu sabittir ve bürhan sünneti ile irfan meşrebinde bir gerçektir. Gerçi irfani daha tatlı bir zevk, daha üstün bir meslekte bundan ayrı bir yolda vardır: “Aşığın yolu diğer yollardan ayrıdır.”1 Özetle “Rahmaniyye” ve “rahimiye” rahmeti için iki mertebe ve iki tecelli vardır. Birisi feyz-i akdes tecellisiyle Hz. Vahidiyet’te, zat tecelligahında; diğeri ise feyz-i mukaddes tecellisi ile varlıksal özdekler tecelligahında. Zahir olduğu üzere mübarek surede eğer rahman ve rahim zatiye sıfatlarından ise “bismillahirrahmanirrahim” ayet-i şerifesindeki bu iki sıfatı, isme tabi tutmak mümkündür. Bu durumda da fiilî sıfattan sayılır. Dolayısıyla asla tekrar sözkonusu değildir ve de tekid veya mübalağa olduğu söylenemez. Bu ihtimal üzere –ilmî Allah nezdindedir- ayet-i şerifenin anlamı şöyle olmaktadır: Rahmaniyye ve rahimiyye meşiyeti ile hamd, rahmani ve rahimi zata mahsustur. Meşiyyet makamı; zat-ı mukaddesin cilvesi olduğu hasebiyle de, meşiyyet makamının taayyunatından (özdeklerinden) olan rahmaniyyet ve rahimiyet makamı da, zatî rahimiyet ve rahmaniyyetin cilvesidir. Burada zikretmediğimiz başka ihtimaller de vardır. Zira bu zikredilen ihtimal daha zahirdir.
* * *
Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “Maliki yevmiddin” (Din gününün sahibi). Kurrâlardan çoğu “melik” şeklinde kıraat etmişlerdir ve iki kıraattan her biri için de, bir takım edebi tercihler zikretmişlerdir. Hatta bazı büyük alimler (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) “Melik” diye kıraat edilmesinin, “malik” diye kıraat edilmesinden daha tercihli olduğu hususunda bir de kitap yazmışlardır.2 Her iki tarafın da dediği sözlerden itminana ermek mümkün değildir. Yazarın görüşüne göre ise “malik” diye kıraat edilmesi daha tercihli ve hatta daha belirgindir. Zira bu mübarek sure ile mübarek Tevhid suresi, diğer Kur’an sureleri gibi değildir. Bu iki sureyi insanlar farz ve nafile namazlarda okudukları için, her asır milyonlarca Müslümandan işitmişler ve onlar da önceki milyonlarca Müslümandan bunu aynı şekilde işitmişlerdir. Hakeza bu iki sure-i şerifeyi okudukları şekilde, her hangi bir harf azaltıp eksiltmeden, hidayet imamlarından (a.s) ve Peygamber’den (s.a.a) de nakletmişlerdir. Her ne kadar kurrâların çoğu “melik” diye okumuşsa da ve alimlerden bir çoğu “melik” kıraatını tercih etmişlerse de, bu husus zaruri, sabit, kesin ve mütevatir bir emre zarar vermemektedir ve hiç kimse onlara uymamıştır. Alimler de kurralardan her birine uymayı caiz görmüşlerse de, sözüne itina edilmeyecek az bir grup dışında hiç kimse, bu zaruret karşısında namazlarında “melik” şeklinde de kıraat etmemişlerdir. Ve eğer “melik” diye kıraat eden olmuşsa da ihtiyat babından kıraat etmişler ve “malik” diye de okumuşlardır. Nitekim nakli ilimlerdeki Allame şeyhimiz Hacı Şeyh Abdulkerim Yezdi (kuddise sırruhu) çağdaşı olan alimlerinden birinin isteği üzerine “melik” şeklinde okumuştur. Ama bu ihtiyat oldukça zayıftır. Hatta yazarın inancına göre kesin olan bir emre aykırıdır.
Bu açıklama ışığında bazılarının kufî hattında “melik” ve “malik” kelimeleri birbirine karıştırılmıştır. Sözünün zayıflığı ortaya çıkmaktadır. Zira bu iddia dillerde yaygın olmayan diğer sureler hakkında söylenebilir. Hatta bu bile tartışılabilir. Ama işitme ve kıraat şeklinde sabit olan böylesi surelerde, açıkça bilindiği gibi bu iddia oldukça zayıf ve itibarsız bir açıklamadır.
Zikredilen bu söz “kufuven” kelimesinde de caridir. Zira her ne kadar sadece Asım’ın kıraati olsa da, vav-ı meftuhe ve fa-i mezmume ile kıraat edilmesi işitilme yoluyla zaruret gereği sabittir. Diğer kıraatler bu zarureti ortadan kaldıramamıştır. Bazıları kendi zanlarınca ihtiyat ederek ekserin kıraati uyarınca “kufuen” şeklinde kıraat etmişlerdir, ama bu ihtiyat yersizdir.
Eğer insanların kıraat ettiği gibi kıraat etmemizi emreden rivayetleri tartışacak olursak –nitekim münakaşa edilebilir ve zannedildiği üzere de bu rivayetlerin maksadı şudur: “İnsanların okuduğu şekilde kıraat ediniz, yedi kura arasından birini tercih etmekte serbest değilsiniz- o zaman “melik” ve “kufuen”i Müslümanlar arasında meşhur olanın ve Kur’an'da yazılı olanın aksine kıraat etmek, yanlış olacaktır. Velhasıl İhtiyat, insanlar arasında yaygın, dillerde meşhur ve Kur’an'da yazılı olduğu şekilde okumaktır. Zira o tür bir kıraat, her görüşe göre sahihtir. Şüphesiz Allah bilir.
Dostları ilə paylaş: |