Arş İle İlgili İlham
Bil ki arş ve arşı taşıyanlar hakkında bir takım ihtilaflar vardır ve bu konu ile ilgili rivayet-i şerifelerin zahirinde de ihtilaf söz konusudur. Ama batın hasebiyle hiçbir ihtilaf yoktur. Çünkü irfanî ve burhanî yol açısından arşın bir çok manaları vardır. İlgili alimlerin dilinde görmediğim anlamlarından biri de, feyz-i akdesin konumu olan Hz. Vahidiyet’tir. Bunu taşıyanlar ise önemli isimlerden dört isimdir ki “evvel” , “ahir” , “zahir” ve “batın”dır.
Hakeza ilgili alimlerin dilinde görmediğim anlamlarından biri de, ism-i azamın konumu olan feyz-i mukaddestir. Bunu taşıyanlar da “rahman”, “rahim”, “rab” ve “malik”tir.
Diğer bir anlamı ise Allah’tan gayrisi anlamındadır. Bunun taşıyıcıları ise şu dört melektir: “İsrafil”, “Cebrail”, “Mikail” ve “Azrail”dir.
Diğer bir ismi ise, cism-i küldür. (tümel cisimdir) taşıyıcısı ise erbab’ul enva’ın (türlerin rablerinin) suretleri olan dört melektir. Kafi’de yer alan bir rivayette de buna işaret edilmiştir.1
Bazen de ilim hakkında kullanılmaktadır. Belki de bu ilimden maksat ise, büyük velayet makamı olan Hak Teala’nın fiilî ilim makamıdır. Taşıyıcıları ise geçmiş ümmetlerdeki kamil evliyadan şu dört kişidir: Nuh, İbrahim, Musa ve İsa (a.s). Bu ümmette yer alan dört kamil evliya ise şunlardır: “Hatem’ul Enbiya, Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin (a.s)” Bu söz de anlaşıldıktan sonra mübarek Hamd süresinde zata işaret eden “Allah” isminden sonra, adı geçen rab, rahman, rahim ve malik isimleri, belki de batın hasebiyle bu dört şerif ismin vahdaniyet arşının taşıyıcısı olduğu içindir. Bunların zahiri ise tahakkuk arşının taşıyıcısı olan Hak Teala’nın dört mukarreb meleğidir. O halde Mübarek “rab” ismi, rab mazhariyetiyle rızıkların müvekkili ve vücud diyarının mürebbisi olan Mikail’in batınıdır. Şerif olan “rahman” ismi ise; ruhların inşa edicisi, surun üfürücüsü, ruhların ve suretlerin harekete geçiricisi olan İsrafil’in batınıdır. Nitekim vücudun genişlemesi de “rahman” ismiyledir. Mübarek ve şerif olan “rahim” ismi de, varlıkları eğitmek ve kemale erdirmekle görevli olan Cebrail’in batınıdır. Şerif olan “malik” ismi ise ruhları ve suretleri almak ve zahiri batına çevirmekle görevli olan Azrail’in batınıdır. O halde bu sure-i mübareke, “maliki yevmiddin” ayetine kadar, rahmaniyet ve tahakkuk arşını kapsamaktadır ve onun taşıyıcılarına işaret etmektedir. O halde bütün varlık alemi ve Kur’an’ın tercümanı olduğu gayb ve şuhud tecellileri, mezkur surede, buraya kadar zikredilmiştir. Bu anlam toplu bir şekilde ism-i azam olan bismillahta da mevcuttur. Hakeza sebebiyet makamı olan “ba” harfinde ve hakeza nedensellik sırrı olan “nokta”da da mevcuttur. Ali (a.s), velayet ve nedenselliğin sırrıdır. O halde “ba” harfinin altındaki nokta da Ali’dir (a.s).”1 Yani “ba” harfinin altındaki nokta velayet sırrının tercümanıdır. Dikkatle düşünülsün! Düşünülmesinin sırrı ise, hadiste varolan bir husus sebebiyledir. Şüphesiz Allah bilendir.
İrfani Tenbih
“Rab” kelimesinin takdimi, rahman ve rahim kelimelerinin sonradan zikredilişi ve malikin te’hiri, belki de tümel bir fenaya veya Maliku’l Müluk’un nezdinde huzur makamına kadar insanın dünyevi ve mülki neşetten seyr-u sülûk niteliğine işarettir. O halde sâlik kimse seyrin temelinde olduğu müddetçe Rabbu’l Alemin’in tedrici terbiyesi altındadır. Zira kendisi de alemlerden bir parçadır ve sülûku da zaman ve tedricin tasarrufu altındadır. Sülûk adımıyla tabiat aleminden çıktığı zaman da, sadece aleme ait olmayan –ki sivaiyet (gayriyet) boyutu onda daha galip haldedir- kuşatıcı isimler mertebesi kalbinde tecelli eder. Şerif bir isim olan “rahman” kuşatıcı isimler arasında daha özgün olduğu hasebiyle zikredilmiştir. Rahman, rahmetin zuhuru ve mutlak genişlik mertebesi olduğu için de batınlar ufkuna daha yakın olan rahimden önce zikredilmiştir. O halde irfani sülûkta ilk önce zahiri isimler tecelli eder, ondan sonra batınî isimler. Sâlikin seyri de kesretten vahdete olduğu için, malik isminin de onlardan biri olduğu, salt batınî isimlere erişir. Böylece malikiyet ile tecellide gayb ve şahadet aleminin kesretleri ortadan kalkar, tümel fena ve mutlak huzur hasıl olur. Kesret örtüsünden vahdet zuhuruna ve ilahi saltanata ulaştığında ve huzuriyye müşahedesine nail olduğunda da, huzuri muhataplık makamına erişir ve “iyyake na’budu” (sadece sana ibadet ederiz” der.
O halde sure-i şerifede, sülûk ehli olanların bütün seyir dairesi zikredilmiştir. Yani tabiat aleminin son örtülerinden zulmanî ve nuranî bütün örtülerin kalktığı ve mutlak huzura ulaşıldığı yere kadar. Bu huzur, sülûk eden kimsenin büyük kıyameti ve kıyametin koptuğu andır. Belki de “Allah’ın dilediği bir yana, göklerde olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür”1 ayet-i şerifesindeki müstesnadan maksat, tümel sura üfürülmeden önce kendisi için sa’k ve mahv (fena) hasıl olan bu tür sülûk ehlidir. Belki de muhtemelen Resulullah’ın (s.a.a) şu sözü de buna işaret etmektedir: “Ben ve kıyamet şu ikisi (işaret ve orta parmağını işaret ederek) gibiyiz.”2
Edebi Tembih
Tefsirlerde gördüğümüz veya onlarda nakledildiği üzere din; ceza ve hesap anlamına alınmıştır. Lügat kitabında da bu anlam zikredilmiş ve Arap şairlerinin sözleri de delil olarak gösterilmiştir. Örneğin şair şöyle diyor: “Bil ki cezalandırıldığın gibi cezalandırılırsın” Sehl b. Rabia'ya isnat edilen bir sözde ise şöyle yer almıştır: “Düşmanlıktan başka bir şey baki kalmamıştır. Onları cezalandırdıkları gibi cezalandırdı.k” Söylendiği üzere ilahi isimlerden biri olan “deyyan” kelimesi de bu anlamdadır. Belki de dinden maksat, hak şeriattır. Çünkü kıyamette dinin eserleri zahir olur ve dini hakikatler, perde gerisinden ortaya çıkar. Dolayısıyla da bugün dünya günü olduğu gibi, o günü de “din günü” olarak adlandırmak gerekir. Zira bugün dünya eserlerinin zuhur ettiği gündür ve dini hakikatlerin sureti burada zahir değildir. Bu tıpkı Allah-u Teala’nın şu sözüne benzemektedir: “Onlara Allah’ın günlerini hatırlat”1
Yani Hak Teala’nın kahır ve saltanatıyla bir topluluğa davrandığı günler. Kıyamet günü hem Allah’ın günü ve hem de din günüdür. Zira o gün ilahi saltanatın zuhur ettiği ve Allah’ın dininin hakikatlerinin ortaya çıktığı gündür.
* * *
Allah-u Teala şöyle buyurmuştur: “iyyake na’budu ve iyya kenestein” (Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz). Ey aziz! Bil ki sâlik kul marifet yolunda bütün övgüleri Hakk’ın zat-ı mukaddesine has bildiği, vücudun genişleyiş ve daralışını Allah’tan kabul ettiği, başta ve sonda, başlangıçta ve sonuçta bütün işlerin Allah’ın malikiyet elinde olduğunu itiraf ettiği ve kalbinde ef’al ve zat tevhidinin tecelli ettiği durumda, ibadet ve yardım dilemeyi Hakk’a özgün kılmış olur ve bütün varlık aleminin isteyerek veya istemeyerek zat-ı mukaddesin karşısında huzur gösterdiğini kabul eder, tahakkuk diyarında yardım dilemeyi kendisine isnat edebileceği birini göremez. Zahir ehlinin “ibadetin özgünlüğü gerçek, yardım dilemenin özgünlüğü ise gerçek değildir” diye söylemeleri, zahir ehlinin üslubunca söylenmiş bir sözdür. Zira onlara göre Hak’tan gayrisinden de yardım dilenmektedir ve Kur’an-ı şerifte şöyle buyurulmuştur: “İyilik ve takva üzere yardımlaşın”2 ve hakeza şöyle buyurulmuştur: “Sabır ve namazdan yardım dileyiniz”3 Hakeza kesin bir şekilde bilindiği gibi Nebi-i Ekrem’in, hidayet imamlarının, ashaplarının ve Müslümanların sireti de bir çok mübah işlerde Hakk’tan gayrisinden yardım dilediklerini göstermektedir. Tıpkı hayvandan, hizmetçiden, eşten dosttan, elçiden, işçiden ve benzeri şeylerden yardım diledikleri gibi. Ama Hak Teala’nın fiilî tevhidinden haberdar olan vücud düzenini Hak Teala’nın failiyet sureti olarak gören, vücudda burhan ile veya açıkça Allah’tan gayrisini etkin görmeyen bir kimse, basiret gözü ve nuranî kalbi ile yardım dileme özgünlüğünün de gerçek bir özgünlük olduğunu bilir. Diğer varlıklardan yardım dilemeyi de, Hakk’tan yardım dilemenin sureti olarak kabul eder. Bunların dediğine göre övgüleri Hak Teala’ya özgün kılmanın da bir anlamı yoktur. Zira kendi meslekleri üzere diğer varlıkların da övgüye değer bir takım tasarrufları, iradeleri cemal ve kemalleri vardır. Onlara göre diriltme, öldürme, rızık ve yaratma da Hak Teala ve halk arasında ortak olan işlerdendir. Ama ehlullah nazarında bu bir şirktir ve rivayetlerde de bu gizli şirk olarak ifade edilmiştir. Nitekim bir şeyi hatırında tutmak için parmağa takılan yüzük de gizli şirkten sayılmıştır.1
Özetle “iyyake na’budu ve iyyake nestein” cümlesi “elhamdulillah” cümlesinin teferruatıdır ve hakiki tevhide işarettir. Kalbinde tevhidin hakikati tecelli etmeyen ve kalbini mutlak şirkten temizlemeyen bir kimsenin “iyyake na’budu” demesi gerçek değildir. Bu kimse ibadet ve yardım dilemeyi Hakk’a has kılmış olmaz. Bu kimse Allah’ı gören ve Allah’ı dileyen bir kimse sayılmaz. Kalbinde tevhid tecelli ettiği taktirde, tecelli ölçüsünce varlıklardan yüz çevirmiş ve Hakk’ın kutsal izzetine bağlanmış olur ve sonunda “iyyake na’budu ve iyyake nestain” hakikatinin Allah’ın ismiyle baki olduğunu müşahade eder ve “sen kendini övdüğün gibisin”2 hakikatlerinden bazısı kalbinde tecelli eder.
Dostları ilə paylaş: |