Rak kabul edilen ve Mezopotamya'nın "Aslan avcıları" kabartması ile yakın benzerliği bulunan "Avcılar paletfnde, avcılar grubu



Yüklə 1,07 Mb.
səhifə2/25
tarix03.01.2019
ölçüsü1,07 Mb.
#88916
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25

hayvanların yakaladıkları avdan yeme-meleri gerekir. Bu onların eğitilmiş ol­duklarının işaretidir. Hadîs-i şerifte, "(Kö­pek tuttuğu avdan yerse) bu durumda ondan sen yeme. Çünkü o avı senin için tutmamış, kendisi için tutmuştur" bu-yurulmaktadir (Buhârî, "Zebâ'üı", 2; Müs­lim, "Şayd", 2, 3). Avcı kuşlara gelince, onlar avladıklarından yeseler de bir mah­zuru yoktur. Mâlikîier'deki hâkim gö­rüşe göre ise av köpeği avından yese de yemese de avladığı yenir. 6. Avda kulla­nılan silâhların kesici, delici cinsten ol­ması lâzımdır. Sopa ve taş gibi darbeyle hayvanı öldüren, yara açmayan silâhlar­la av yapılmaz.

Bu şartlar, avın avcı hayvan tarafın­dan öldürülmesi durumunda aranmak­tadır. Avcının ava ölmeden önce yetiş­mesi ve onu usulüne uygun olarak kes­mesi halinde ise bu gibi şartlar aran­maz.

Av Hayvanı ile İlgili Şartlar. 1. Avın eti yenen bir hayvan olması gerekir. Hane-fîler'e göre, köpek dişiyle avını parçala­yan vahşi hayvanları, tırnaklı ve pençeli yırtıcı kuşları, yaratılıştan iğrenç bulunan fare, yılan, kurbağa cinsinden hayvanları ve haşereleri, balık dışındaki deniz hay­vanlarını yemek haramdır. Ancak başka bir şekilde bunlardan istifade söz konu­su ise bu durumda avlanmalarında bir mahzur yoktur. Mâlikîler'e göre bütün deniz hayvanlarının, Şafiî ve Hanbelîler'e göre İse kurbağa dışındaki deniz hay­vanlarının etleri yenebilir (bk. hayvan). 2. Av hayvanının evcil bir hayvan olmama­sı gerekir. Evcil hayvanlar için avlanmak söz konusu değildir, onlar dinî esaslara uygun olaraK kesilir. Yalnız yukarıda be­lirtildiği gibi evcil bir hayvan kaçar da bütün gayretlere rağmen yakalanamaz­sa veya bir kuyuya düşer ve çıkarılamaz-sa silâhla öldürülebilir. Çünkü bu du­rumda ihtiyarî boğazlama imkânsız ha­le gelmiş demektir. Buna karşılık geyik vb. hayvanlar da ehlîleştiriimişlerse ar­tık av yoluyla öldürülemezler. 3. Yarala­nan av hayvanının kesilmeden önce öl­mesi durumunda ölümünün sebebi al­dığı yara olmalıdır. Bu yüzden değil de başka sebeple ölürse eti yenmez. Ya­ralandıktan sonra suya düşerek boğu­lan veya bir yamaçtan yuvarlanarak ölen hayvanın durumu da aynıdır. Vurulan hayvan doğrudan yere düşer de bu sad­me sebebiyle ölürse bu durumda eti ye­nir, zira bundan sakınmak mümkün de­ğildir. 4. Av hayvanı yaraiı olarak ele

geçirilir ve kesme imkânı da olursa usu­lüne uygun olarak kesilmelidir. Bu im­kân varken avcının kusuru yüzünden ke-silmezse eti yenmez. Sağ olarak ele ge­çirilmekle birlikte bu sırada can çekiş­mekte ise ayrıca kesilmesi gerekmez. Hanefîler, almış olduğu yara ile yarım gün veya daha fazla yaşayacak durum­da olan hayvanın kesilmesi gerektiği gö­rüşündedirler. Çünkü bu durumda ihti­yarî boğazlarrfa imkânı vardır. Iztırarî boğazlama ise ancak ihtiyarî boğazla­manın mümkün olmadığı durumlarda geçerlidir.

BİBLİYOGRAFYA:

Buhârî, "Zebâ'ih", 2, 4. 7, 10; MüSİİm, "Şayd", 1, 2, 3, 4, 5, 8; CessâS. Ahk&mü'i-Knr'ân, II, 315; SerarıSÎ, el-Mebsût, XI, 220-224, 236, 240, 241, 243, 244, 253; İbrı Rüşd, Bidâyetü'l-müc-tehid, Kahire, ts. (el-Mektebetü't-Ticâriyyetü'l-kübrâ), I, 389 vd.; İbn Kudâme. el-Muğnî, Ri-yad 1401/1981, 111, 506, 507; VIII, 540, 546-552, 554, 556, 558, 562, 575, 576, 596; Mev-sılî", ei-İhliyâr, V, 4, 5, 9, 10; İbn KesTr, Tefsir, III, 317; Sirbînî, Muğni'i-muhtâc, Kahire 1958 — Dımaşk, ts. (Dâru'1-Fikr), IV, 272; İbnü'l-Hü-mâm. Fethu'l-kadîr, Kahire 1389/1970, X, 110 vd.; Buhûtî. Keşşâfü'l-kınâ\ VI, 213 vd.

m Mehmet Şener

AVAÜ

Âlî isnadla rivayet edilen hadisleri toplayan kitap türü.



I

Avâlî, âliye kelimesinin çoğulu olup "bir şeyin üst tarafı, mızrağın yandan yuka­rı kısmı" anlamına gelmektedir. Medi­ne'nin doğusunda bulunan 2-3 mil uzak­lıktaki köylere de âliye denmektedir (bk. Ebû Dâvüd, "Şalât", 5).

Hadislerin en eski rivayetlerine (âlî is-nad) sahip olma arzusu daha sahabe döneminde başlamıştır (Hatîb, II, 223). Muhaddislerin büyük ilgisini çeken âlî isnadlı hadisleri, konularını dikkate al­maksızın müstakil kitaplarda toplamayı hedef alan avâlî kitapları erken bir de­virde telif edilmeye başlanmıştır. Hişâm b. Urve'nin kaleme aldığı el-'Avâlî min hadîsi Hişâm b. cÖmer (Zâhiriyye Ktp., nr. 61), bilindiği kadarıyla bu nevin ilk mahsulüdür. Avâlîlerin telif tarzları ve hedefleri arasında bazı farklılıklar mev­cuttur. Bunları şöyle sıralamak mümkün­dür: l. Bir hadisi esas alıp o hadisin âlî isnadlı rivayetlerini toplayanlar. Hişâm b. Urve'nin adı geçen el-cAvâlî's\ bunun bir örneğini teşkil eder. 2. Bir hadis ima­mının âlî isnadlı hadislerini toplayanlar.

Eyyûb b. Abdullah el-Firebrî'nin, Buhâ-rî'nin âlî isnadlı hadislerini topladığı el-cAvâli'ş-şıhâh'\ (Zâhiriyye Ktp., nr. 70/ 4) ile İbn Hacer el-Askalânî'nin "Avâlî İmâm Müslim'i (nşr. Muhammed el-Mec-zûb, Tunus 1973; Kemal Yûsuf el-Hut, Bey­rut 1985) bu türün örneklerindendir. 3. Herhangi bir hadis imamını esas almak­sızın âlî isnadlı hadisleri toplayanlar. Ebû Zekeriyyâ eî-Müzekkî'nin el'CAvâlî's\ (Zâhiriyye Ktp., nr. 40/8) bu türdendir. 4. Hadis râvilerinden belii bir tabakanın âlî isnadlı hadislerini toplayanlar. Ebü Mûsâ el - Medînf'nin cAvâli'i- tâbi cîn'i böyledir. 5. Kırk hadisten meydana gelen avâlîler. İbrahim b. Hasan el-Kürdî'nin Cenâhu'n-necâh bi'l-'avâli'ş-şıhâh'ı (Köprülü Ktp., nr. 297/1) bu türe örnek teşkil eder.

Adları avâlî olmamakla beraber sened-lerindeki râvi sayısına göre sünâiyyât, sü-lasiyyât, rubâiyyât..., uşâriyyât gibi isim­ler alan eserler de âlî isnadlı hadisleri toplamak maksadıyla kaleme alınmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Kamus Tercümesi, "'aly" md.; Wensinck. Muccem, "caly", "cavl" md.leri; Ebû Dâvûd, "Şalât", 5; Hatfb, el-Câmf ti-ahlâkı'r-râuî ue âdâbi's-sâmC\ Riyad 1402/1982, II, 223; Keş-fuz-zunûn, I, 1178-1179; Serkîs, Mu'cem, I, 153; Kettânî, er-Risâtetü'l-müstelrafe, s. 164-165; Abdülhay el-Kettânî, Fihrisü'l-fehâris, II, 869; Tecrid Tercemesi, I, 191; Sezgin, GAS, I, 89, 126, 227; a.mlf., Buhârtnin Kaynaklan, İs­tanbul 1956, s. 306; Kehhâle, Mu.'cemû'1-mü* el-lifin, XI, 76; Şâkir Mahmûd Abdülmün'im, İbn Hacer el-Askalânt, Bağdad 1978, I, 389-390; Münecdd, Mu'cem, IV, 18. r—ı

lifti Ahmet Yücel

AVÂÜM

(bk. ALEM).



AVAM

İnanç ue ibadetleri

genellikle taklide dayanan,

dinin şekil ve merasimlerinin

ötesine geçemeyenler İçin kullanılan

bir tasavvuf terimi.

Sözlükte "halk, sıradan insanlar" an­lamına gelen avam âlim, filozof ve mu­tasavvıf, hatta idareci gibi zümrelerin kendilerinden olmayan çoğunluk için kullandıkları bir terim olmuştur. Karşıtı havas* tır.

Avam-havas ayırımına en çok yer ve­ren mutasavvıflara göre avam, genellikle

105

amelî ve nazarî bakımdan şeriatın zahi­rine, ibadetlerin şeklî erkân ve merasim­lerine önem verir. Bundan dolayı muta­savvıflar, "rüsum ulemâsı" diye adlan­dırdıkları şeriat âlimlerini de çoğunluk­la avamdan saymışlardır. Onlara göre avamın dinî faaliyetlerinde temel motif, ruhî yücelme yerine cennet ümidi ve ce­hennem korkusu gibi hissî talep ve kay­gılardır. Avam her ne kadar şeriatın za­hirî hükümlerine ve temel fıkıh kaidele­rine riayet ederse de ruhî yücelme ve Allah'a yakınlaşma gibi yüksek hedef­lerden ziyade dünya ve âhiret nimetle­rinden faydalanma eğilimindedir. Bu se­beple sûfîler avamın tevekkülü ile hav-vassın tevekkülü arasında kesin bir fark görürler (Serrâc, s. 78-79; Gazzâlî, İhya3, IV, 247, 261). Eşyanın hakikatini dış teza­hürlerde arayan avamın, gerek Kur'ân-ı Kerîm'İn gerekse tabiat kitabının dış ifa­de ve görünüşlerinin arkasındaki sırları müşahede* ve mükâşefe* gibi bir kay­gısı yoktur. Havassın nefis tasfiyesini, hallerini ve makamlarını yaşamadığı için derunî tecrübe, sezgi gücü ve zevk yo­luyla ulaşılan yüksek hakikatleri keşfet­mekten âcizdir. Esasen Gazzâlî ve daha birçok mutasavvıflara, hatta filozoflara göre avam fıtrî yapısı itibariyle de ha­vassın zekâ ve sezgisinden mahrumdur. Bundan dolayı Sünnî çizgiyi takip eden sûfîlerle bu çizgiden az veya çok ayrılan sûfîler, havassın özelliklerinde farklı dü­şünmekle birlikte, avamın en iyilerine bile havassa göre ikinci derecede kıy­met vermişlerdir. Hatta mutedil muta­savvıflar bile aşktan, derunî zevkten ha­bersiz, ahlakî arınma ve yücelme ceh-di göstermeyen fakih ve kelâmcıları da avamdan saymışlardır. Cüneyd-i Bağda­dî, Gazzâlî, İbnü'l-Arabî gibi ünlü muta-vassıflara göre kelâm şerefli bir ilimdir, fakat insanların pek azının bu ilme ihti­yacı vardır. Gazzâlî, her beldede sadece kelâm ilmiyle meşgul olacak birinin bu­lunmasını gerekli görür {İhya3, 1, 99). Ke-lâmcılar, istidlal ve burhana dayanan metotlarıyla ancak "avamın tevhidi"ne, başka bir tabirle "itikad tevhidi"ne ulaşa­bilirler. Ariflerin ulaştığı tevhid ise "ha­vassın tevhidi" yani "şühûd tevhidPdir (Serrâc, s. 409]. Gazzâlî avamın tevhidini "lâ ilahe illallah", havassın tevhidini de "lâ ilahe illâ hû" sözleriyle ifade eder {Mişkâtül-enoâr, s. 60-62). Birinci tevhid-de Allah'ın varlığı karşısında "şey'lere de gerçek varlık tanıyan avamın, sathî bilgisi, ikinci tevhidde ise "şey"lere ger­çek ve müstakil varlık tanımayan, onla-



106

n tek hakikat olan "nurların nurıfndan tecellîler sayan havassın bilgisi ifade edil­miştir.

Şer'î hükümler genele ait hükümler olup peygamberler de dahil herkes bun­lara uymak zorundadır. Ancak mutasav­vıflara göre Hz. Peygamber'İn genel tav­rı yanında bir de özel halleri vardır. 0 birinci durumu itibariyle avama, ikinci durumu itibariyle havassa örnektir. Sû­fîler onun bu özel hallerinin genel halle­rinden üstün olduğuna inanırlar. Böyle­ce sûfîler ilk dönemlerden itibaren müs-[ümanları avam ve havas diye ikiye, ba-zan da avam, havas ve havâssü'l -havas şeklinde üçe ayırmışlardır (Gazzâlî, Miş-kâtü'l-enuâr, s. 41, 92). Bu tabakaların en aşağısında bulunan avam, dinî hüküm­leri caiz olup olmaması açısından değer­lendirir ve te'vil yoluyla ruhsat* imkânı arar. Havas (veya evâsıt), ruhsattan çok azîmet*e ağırlık verir. Havâssü'l-havâs (arifler) ise dinî hükümleri ötekilerin se-zemediği bütün incelikleriyle en iyi şe­kilde anlar ve uygular. Avamın dinî bil­gileriyle havassın bilgileri arasında dai­ma fark vardır; hatta bazan zıddiyet bu­lunur. Rivayete göre Zünnün el-Mısrî üç defa manevî sefer yapmış ve her sefe­rinde üç ayrı ilimle, dönmüş; ilkini (ava­mın bilgisi) herkes kabul etmiş, ikincisini (havassın bilgisi) avam reddetmiş, üçün­cüsünü ise (havâssü'l-havâssın bilgisi) iki zümre de reddetmiştir. Süfîlere göre Cü­neyd-i Bağdâdî'nin tasavvufu kilitli ka­pılar ardında anlatması, "ene'l-Hak" di­yen Hallâc'in idam edilmesi, avamın ha­vassa ait bilgileri kavrayamamasından İleri gelmiştir.

İbadette şekilden ziyade niyet ve ih-lâsa önem vermek, nefis tezkiyesini ve ahlâkî kemali hedef edinmek, az çok farklı metotlarla da olsa mutlak hakika­ti arama ve bulma aşkına sahip olmak noktalarında mutasavvıflarla İslâm fi­lozofları arasında göze çarpan yakınlık, avam-havas ayırımında da kendini gös­terir. İslâm felsefesinde, dinin itikad, amel ve diğer sahalarıyla ilgili talimatını taklit yoluyla benimseyen, naslarla bil­dirilen malumatı akıl süzgecinden geçir­meden kabul eden müslümanlara avam, bilgi ve inanç konularını aklî delillere da­yandıranlara da havas denilmiştir. İbn Miskeveyh'e göre havassı avamdan ayı­ran şey felsefe sevgisidir {Tehzîbü'l-ah-lâk, s. 83). Fârâbî'nin "zayıf ruhlar" de­diği avam, yaratılışları itibariyle bütün müsbet faaliyetleri bir arada ve eksik­siz yürütme kapasitesinden yoksundur.

Bu sebeple İbn Sînâ avamı "yeteneksiz (ebleh) nefisler" şeklinde vasıflandırır. Kendi aslî cevherlerine uygun saadete iştiyak duymayan bu nefisler, feyiz ve ilham mertebesine yükselen, ulvî âlem veya faal akıl ile ittisal* kuran "kutsîve temiz nefis!er"den daha aşağı bir mer­tebededir. Dolayısıyla avam ile havassın saadeti de bedbahtlığı da (şekavet) bir­birinden farklıdır.

BİBLİYOGRAFYA:

Resâ'ilü İhuâni'ş-şafâ\ Beyrut 1376-77/ 1957, ili, 511-512; Serrâc, ei-Lüma\ s. 78-79, 409; Sülemî, TabakâL, s. 71, 263; İbn Mİske-veyh, TehzTbü'l-ahlâk, [baskı yeri yok) 1328, s. 83; İbn Sînâ. eş-Şifâ', II, 427-432; Hücvîrî, Keş-fü'l-mahcûb (nşr. İ. Abdülhâdî Kındîl), Kahire 1974-75, 1, 226, 245; II, 541, 569; Gazzâlî, İh­ya, 1, 99; IV, 247, 261; a.mlf.. Mişkâtul-en-uâr{nşr. Ebü'1-Alâ Affîfî), Kahire 1964, s. 4], 60-62, 92; İbnü'l-Arabî. el-Fütûhât, I, 148, 154-156, 161; ibrahim Medkûr, Fil-Felsefeti'l-İslâmiyye, Kahire 1983, I, 37-38; II, 72, 84.

Süleyman Uludağ

AVÂMİL

(bk. el-AVÂMİLÜ'l-MİE).



el-AVAMİLÜ'1-MİE

Arapça'da

kelimelerin İrabına tesir eden

âmillerin özeti mahiyetindeki

kitaplara verilen genel ad.

Avâmil âmil kelimesinin çoğulu olup Arapça'da "terkip ve cümle içerisindeki kelimelerin i'rabına tesir eden unsur­lar" demektir. "100 âmil" anlamına ge­len el-avâmilü'l-mie ifadesi, zamanla, nahiv konularını âmii-mâmul esasına gö­re tasnif ederek kısaca inceleyen kitap türünün adı olmuştur. Nahiv ilminin özü­nü oluşturan âmil-mamul münasebeti üzerine, Emevîler devrinden itibaren, ei-cAvâmil, el-'Avâmilü'l-mi''e, Mi'etü 'âmil 'Avâmilü'1-i crâb, eİ-Muhtaşar (fi'n-nahu). el-Mukaddime {fi'n-nahu) adlarıyla küçük çapta birçok kitap yazıl­mıştır. Nahiv muhtasarları serisinin ilk eseri olan eI-cAvâmil {fi'n-nahu), Halil b. Ahmed'e (ö. 170/786) nisbet edilmiştir. Yine Kisâî'nin Râ^iyye diye bilinen aynı addaki manzum risalesi, Ebû Ali el-Fâ-risî'nin el-cAvâmil(ü.'!-mi*e) veya M.ah-taşaru cAvâmiiri-icrâb adlı eseri {GAS, IX, 107) bu türün ilk mahsullerinden sa­yılır. Bunlardan sonra ise Abdülkâhir el-Cürcânî'nin büyük bir şöhrete sahip olan

el-'Avâmilül-mi'e's\ gelir. Ayrıca Ali el-Kayrevânî, Feyz-i Kâşânî, Sirâceddin Muhammed b. Yûsuf el-Herevî ve Muhsin el-Kazvînî'ye de el-cAvâmil (fi'n-nahv) adlı eserler nisbet edilmektedir. Osmanlı medreselerinde asırlarca okutulan Bir-givfnin eI-cAvâmil"ı ile Cürcânf'nin ay­nı adlı eseri bu türün en yaygın iki kita­bı olduğundan, Cürcânî'nin eserine el-eAvâmilül'Catîkı Birgivî'ninkine de el-'Avâmilü'l-cedîd denilegelmiştir. An­cak bu iki ünlü muhtasar arasında âmil­lerin sayısı ve ele alınış tarzları bakı­mından esaslı farklar bulunmaktadır.

CürcânT e/-cAvâmii'İnde, "el-'Avâmi-lü'1-miV' veya "Mi'etü câmil" adına sâ­dık kalarak 100 âmilden söz etmiş ol­makla beraber, gerek bu sayıyı bulmak gerekse âmilleri bu rakamda dondur­mak hususunda zorlandığı görülmekte­dir. Eserde âmiller lâfzı ve manevî ol­mak üzere iki ana gruba bölündükten sonra lâfzî âmiller kıyasî ve semaî diye ikiye ayrılmış; semaîler (on uç nevi halin­de) doksan bir, kiyasîler yedi, manevî­ler iki olmak üzere toplam 100 âmil sa­yılmıştır. Birgivf ise bu taksimi altmış âmil, otuz mamul, on amel (i'rab, alâmet) şeklinde yaparak sayıyı 100'e tamamla­mıştır. Her ne kadar eserin adı el-^Avâ-mil ise de ihtiva ettiği konular sadece âmillerden ibaret olmayıp mamuller ve i'rab alâmetleri de ayrı ayrı başlıklar ha­linde ele alınıp incelenmiştir. Bu iki ün­lü eserin en belirgin Özellikleri, Cürcâ­nî'nin telif ettiği ei-cAvdmii'in son de­rece veciz ve ihatalı, Birgivfnin eserinin ise daha pratik, tasnifi daha mantıklı ve sade olmasıdır.

Cürcânî'nin el-QAvâmü"\ Anadolu'nun doğu ve güneydoğusunda, Arap âlemin­de, İran'da, Hindistan ve Pakistan'da, Birgivf'ninki ise Anadolu'nun diğer yö­relerinde ve Balkanlar'da asırlarca med­reselerde ders kitabı olarak okutulmuş-tur. Her iki eser nahiv klasikleri arasın­da haklı bir şöhrete sahip olmuştur. Bir-givî'nin el- cAvâmH"\, aynı müellifin İz­hâr (u'l-esrar) 'ı ve İbnü'l-Hâcib'in eî-Kâ-/iye'si, "Nahiv Cümlesi" veya "Nahiv Mec­muası" adıyla bir arada basılarak yüz yıl­larca medreselerde okutulmuştur. Bir-givî'nin e}-cAvâmil"\, Jziıdradlı eserinin bir özeti mahiyetinde olup konular aynı ana başlıklar altında ve aynı metotla ele alınmıştır.

Bu iki eser üzerine Türk, Hintli ve İran­lı birçok gramer âlimi tarafından şerh, haşiye ve ta'lik nevinden eserler yazıl­mış, kolay ezberlenmeleri için manzum

hale getirilmiş, i'rabları incelenmiş, Türk­çe'ye ve Farsça'ya tercüme edilerek ya­yımlanmıştır. Cürcânî'nin kaleme aldığı el-cAvâmiI"m Süleymaniye Kütüphane­si'nin muhtelif bölümlerinde 125 yaz­ma nüshasının bulunması, Türkiye'de esere verilen önemi göstermektedir. Ay­rıca eser, sadece metin veya bir şerhiy­le birlikte İstanbul, Hindistan, Mısır (Ka­hire, Bulak), Mekke ve İran'da defalarca basılmıştır. Aynı şekilde Birgivî'nin e!-QAvâmü'\ de sadece metin veya el-Kâ-fiye ve İzhâr ile beraber, yahut bir şer­hi ya da hâşiyesiyle birlikte, en çok İs­tanbul'da olmak üzere Kahire, Bulak, Dı-maşk ve Hindistan'da birçok defa basıl­mış, ayrıca bazı Osmanlı âlimleri tara­fından Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Bu tercümelerin de çoğu basılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Abdülkâhir el-Cürcânî, ei-'AuâmÜü'l-mi'e, Bulak 1247; İbn Hallikân, Vefeyât, II, 246; Bir-givî, ci-'Auâmü, İstanbul 1325; Keşfü'z-zunûn, II, 1179; Tehânevî. Keşşaf, II, 1045-1046; Os­manlı Müellifleri, I, 216, 241, 255, 384, 405; Serkîs, Mu^cem, I, 611, 681; Brockelmann, GAL, I, 341-342; 11, 585-586; SuppL, I, 503; II, 585, 921, 924; Sezgin, GAS, IX, 1, 2, 48, 107; Ahmet Turan Aslan, imam Birgiuî ue Arapça Tedrisatındaki Veri (doktora tezi, 1981], MÜ ilahiyat Fak., s. 213-230; Bahâeddin Abdülveh-hâb Abdurrahman. el-'Avâmilü'l-mi'e... tah-kiku'l-Bedrâvî Zehrân, tahkik em tahrif ve telfîk?", 'Âlemü'l-külüb, VII/4, Riyad 1986, s. 474-478. rn

ffil İsmail Durmuş

AVÂNE b. HAKEM

Ebü'l-Hakem Avâne b. Hakem

b. Avâne el-Kelbîel-Kûfî

(ö. 147/764 [?])

Ensâb âlîmi ve Emevî devri tarihçisi.

109 (727) yılında bir süre Horasan va­liliğine vekâlet eden ve daha sonra da Sind valisi olan Hakem b. Avâne'nin oğ­ludur. Doğum tarihi kesin olarak bilin­memektedir. Muhtemelen 90 (709) yılın­dan önce Kûfe'de doğmuştur. Kelb ka­bilesine mensup olduğuna dair rivayet­ler yanında bunun sonradan uydurul­duğunu ileri sürenler de vardır. Doğuş­tan âmâ olan Avâne'nin hayatı hakkın­da fazla bilgi bulunmamaktadır. İbnü'n-Nedîm'e göre 147 (764), Medâinî'ye gö­re ise 158 (775) yılında vefat etmiştir.

Arap şiiri ve ensâb*ıy!a Emevfier'in ilk dönemi hakkında geniş bilgiye sahip olan Avâne İslâmî devirde kitabına "tarih" adı­nı veren ilk müelliftir.

Avâne b. Hakem'in kaynaklarda zik­redilen, ancak günümüze ulaşmayan iki eseri vardır. 1. Kitâbü't-Tûrîh. Hicrî î. yüzyılda meydana gelen olaylara ayrı­lan eser, yapılan nakiller dikkate alınır­sa, dört halife dönemini, irtidad hare­ketleri, fetihler, Hz. Ali-Muâviye müca­delesi, Hz. Hasan'ın halifelikten feragat etmesi ve Abdülmelik b. Mervân devri sonuna kadar Irak ve Suriye'de vuku bulan olayları ihtiva etmektedir. 2. Sîre-tü Müdaviye ve Benî Ümeyye. İslâm dünyasında bir halife ve hanedan hakkın­da kaleme alınmış ilk kitap olması bakı­mından ayrı bir önemi vardır. Müellif bu eserinde kronolojik sırayı takip ederek Emevî halifelerine dair bilgi verir. Her iki eser de şiirden ve hikâye üslûbun­dan arınmamış olmakla beraber İslâm tarih yazıcılığının gelişmesinde önemli bir merhale teşkil eder. Aynı zamanda bu iki eser İbnü'l-Kelbî, Asmaf, Heysem b. Adî, Ziyâd b. Abdullah ei-Bekkâî, Me-dâinî, Belâzürî ve Taberî gibi tarihçilere kaynak olmuştur.

Emevîler hakkında verdiği bilgilerde, Kelb kabilesi mensuplarıyla, olayları biz­zat görmüş kişilerden veya onların ya­kınlarından duyduğu rivayetlere istinat etmiş olması eserlerine ayrı bir değer kazandırmaktadır. Ancak olayları anla­tırken çok defa Emevîler lehindeki Suri­ye kaynaklı rivayetlere ağırlık verdiği gö­rülmektedir. Bu yüzden Emevî taraftan olmak ve onların lehinde haber uydur­makla itham edilmiştir. Bununla bera­ber ondan yapılan nakillerde zaman za­man Emevî aleyhtarı Irak ve Medine menşeli rivayetlere de rastlanmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Belâzürî, Ensâb, İV/1, bk. İndeks; a.mlf., Fü-tüh IMüneccidl bk. İndeks; Taberî, Târîh (de Goeje), I-ll, bk. indeks; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, Kahire 1348, s. 140; Yâküt, Mu^cemil'l-üdebâ', XVI, 134-139; [bnü'l-Kiftî, İnbâhü'r-niüâl, II, 361-363; Zehebî, Aclâ.mü'n-nübel&\ VII, 201; Safedr, Nektü'l-himyân fî nüketi'l-'umyân (nşr. Ahmed Zeki), Kahire 1329/1911, s. 222-223; İbn Hacer. Lisânü'l-MîzSn, Beyrut 1971, IV, 386; İbnîn-İmâd, Şezerât, I, 243; Hediyyetü'l-câriftn, I, 804; Hüseyin Nassâr, Ne$ielü'l-led-uîni't-târihî'İnde'i-'Arab, Kahire, ts. (Mektebe-tü'n-Nehdati'l-Mısriyye], s. 60-63; F. Rosenthal, A History of Müslim Historiography, Leiden 1968, s. 73, 89, 104; Abdülazîz ed-Dûrî, Bah şün fî neş'eti 'ilmİ'L-târîh 'inde'l-'Arab, Bey­rut 1960, s. 36-37, 50, 121, 122, 133; Zirİklı. el-Acl&m, V, 272; Kehhâle, Mu'cemü'l-mü'el-lifîn, VIII, 14; Sezgin, GAS (Ar.), 1/2, s. 127; Şâ-kir Mustafa, et-Târthu'l^Arabî ve'l-mü'erri-hûn, Beyrut 1983, I, 128, 179-180; Saleh el-Ali, "cAwâna b. al-Hakam al-Kalbi", El2 (Fr.},

[, 782-783. İTİ

\M

Mustafa Fayda



107

AVARIZ


Ehliyeti ortadan kaldıran

veya daraltan sebepler mânasına

bir fıkıh terimi.

Ânz ve arızanın çoğulu olan avarız, söz­lükte "sonradan olan, sonradan ortaya çıkan şey" demektir. Fıkıh usulü açısın­dan avarız, ehliyet* i ortadan kaldıran veya daraltan sebepleri ifade eder. Bu sebepler normal olarak kişide bulunma­yan, ancak sonradan ortaya çıkan birta­kım durumlardır. Bunlara ehliyet arıza­ları (avârız-ı ehliyyet) veya ehliyet âfetleri denir (bk. Afet). Oruç bozmayı veya tut­mamayı mubah kılan özürlere de avârız-ı mübîha denilir (bk. ORUÇ).

Ehliyet arızaları esas itibariyle akıl has­talığı [cünûn). bunama (ateh), uyku, bay­gınlık, ölümle sonuçlanan hastalık (ma-raz-ı mevt), sarhoşluk, sefeh, borçluluk, iflâs ve kölelikten ibarettir. Fıkıh usulü kitaplarında bunlara yolculuk, çocukluk, hayız ve nifas hali, cehalet, unutma, ha­ta, zor altında bırakılma (ikrah) ve şaka (hez!) eklenirse de bunlar gerçekte ehli­yet arızaları değildir. Çocukluk sadece bazı kimselerde bulunan veya kişiye son­radan ânz olan bir hal değil, herkesin geçirdiği tabii bir durumdur. Ehliyeti da­raltıcı veya ortadan kaldırıcı bir tesiri söz konusu ise de bir ehliyet arızası değil­dir; tabii bir ehliyetsizlik veya eksik eh­liyet halidir. Unutma, hayız ve nifas, yoi-culuk, cehalet, hata, ikrah ve hezle ge­lince, bunlar da esasen bir ehliyet arı­zası değildir. Sadece belirli hallerde di-nî-hukukî hükümlerin kişiler veya huku­kî tasarruflar üzerine terettüp etmeme­si için birer özür teşkil ederler. Bunun için de her birinin kendisine has şartla­rı vardır.

Ehliyet arızaları semavî ve müktesep olmak üzere iki kısma ayrılır. Semavi olanlar meydana gelişlerinde kişilerin rolü bulunmayan arızalardır: akıl hasta­lığı, bunama, unutma, uyku, bayılma, kö­lelik ve Ölümle sonuçlanan hastalık gi­bi. Müktesep arızaların meydana geliş­lerinde ise kişilerin belirli bir rolü var­dır: sarhoşluk, sefeh, borçluluk ve iflâs gibi.

Ehliyeti daraltan veya ortadan kaldı­ran arızalar, netice itibariyle edâ (fiil) eh­liyetine ait arızalardır. Çünkü bunlar ki­şinin ya satım, kira, hibe, vakıf gibi hu­kukî işlemlerine belirli sınırlamalar ge-

108


tirirler veya onu namaz, oruç, hac gibi dinî mükellefiyetlerden muaf kılarlar. Fa­kat kişinin leh ve aleyhinde birtakım hak ve sorumlulukların doğmasına engel ol­mazlar. Dolayısıyla bu arızaları sebebiy­le ehliyetsiz veya eksik ehliyetli sayılan­lar (akıl hastaları, matuh, sefih vb.) mirasçı olabilirler, kendilerine vasiyet yapılabi­lir, lehlerine vakıf kurulabilir, kendileri için satın alınan malların mülkiyetini ka­zanırlar. Aynı şekilde aleyhlerinde birta­kım borçlar da sabit olur. Kanunî temsil­cileri olan velî veya vasilerinin onlar adı­na yapabildikleri satış vb. hukukî mua­melelerden doğan borçlar, ayrıca nafa­ka nevinden olan borçlar haklarında sa­bit olur. Haksız fiilleriyle bir kimsenin maiına zarar verirlerse tazmin etmek zorundadırlar. Zira kölelik bir tarafa bı­rakılacak olursa bu ehliyet arızalarını ta­şıyanlar tam bir vücûb (hak) ehliyetine sahiptirler. Şu halde bu arızaların etkisi sadece edâ (fiil) ehliyetiyle ilgilidir.

Ehliyet arızalarının bir kısmı var oluş­larıyla kişiyi kısıtlı (mahcur) kılarlar; ay­rıca mahkeme kararına ihtiyaç yoktur. Akıl hastalığı, bunama {Mecelle, md. 957] ve ölümle sonuçlanan hastalık böyledir. Bir kısmı ise kendiliğinden kısıtlamaz, bunun için mahkeme kararına ihtiyaç vardır: sefeh ve borçlu olmak gibi {Me­celle, md. 958-959).

Ehliyet arızaları ve doğurdukları hu­kukî neticeler için {bk. ateh; baygınlık;

CÜNÛN; İFLÂS; KÖLE; MARAZ-ı MEVT; SAR­HOŞLUK; SEFEH; UYKU). BİBLİYOGRAFYA:


Yüklə 1,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin