Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə49/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   45   46   47   48   49   50   51   52   ...   58

Henry ölü olarak ya da ölmek üzere yatarken Balıkçı, bir kumaş parçasını gömlek ya da mendil alıp- kalın bir fırça gibi kullanmışa benziyordu. Kumaşı, kanepenin arkasındaki kan gölüne batırmış, kanları etrafa damlatarak duvarın önüne gitmiş ve birkaç harf yazmıştı. Duvara son harfi yazana dek bu işlemi tekrarlamıştı.
SELAM HOLLYWOOD GEL DE BENİ YAKALA

KK KK KK KK


Ama bu kışkırtıcı harfleri ne Kızıl Kral, ne de Charles Burnside yazmıştı. Onları duvara yazan, Balıkçı’nın efendisi, Bay Munshun’du.

Merak etme, çok yakında peşine düşeceğim, diye aklından geçirdi Jack.

Bu noktada, havanın parfüm ve kanla leş gibi kokmadığı dışarıya cep telefonuyla Sumner Caddesi’ni arasa hiç kimse bu yaptığını eleştiremezdi. Belki nöbette Bobby Dulac vardı. Hatta Dale de hâlâ karakolda olabilirdi. Vatandaşlık görevini yerine getirmesi için sekiz ya da dokuz kelime yeterli olacaktı. Sonra telefonunu tekrar cebine koyabilir, kanun ve düzen koruyucular Henry’nin evinin önünde belirene dek verandanın basamaklarında onları bekleyebilirdi. Kalabalık olacaklardı, belki dört ya da beş araba dolusu ve eyalet polislerini aramak zorunda kalacaktı. Brown ile Black de FBl’a haber vermek için kendilerini zorunlu hissedeceklerdi. Yaklaşık kırk beş dakika sonra, Henry’nin oturma odası ölçüm yapan, bloknotlarına notlar düşen, kanıt etiketleri hazırlayan ve kan lekelerinin fotoğraflarını çeken adamlarla dolacaktı. Adli tıp görevlileri ve kanıt arabası olay yerine gelecekti. Herkesin ilk aşamadaki görevi sona erdiğinde beyaz üniformalı iki adam, taşıdıkları sedyeyle ön kapıdan çıkacaklar ve sedyeyi, her ne haltla geldilerse ona yükleyeceklerdi.

Jack bu seçenek üzerinde birkaç saniyeden fazla düşünmedi. Bay Munshun ve Balıkçı’nın Henry’ye ne yaptığını görmek istiyordu... görmesi gerekiyordu, başka seçeneği yoktu. Acı kederi bunu talep ediyordu ve kederinin emirlerine uymadığı takdirde benliğinin bir kısmı daima eksik kalacaktı.

Henry Leyden’a duyduğu sevginin üzerine çelik bir örtü gibi kapanmış olan kederi, odada ilerlemesine sebep oldu. Jack, bir dereyi, kayaların üzerine basarak geçen bir adam gibi odada yavaşça hareket etti. Basabileceği kuru yerler arıyordu. Odanın karşısındaki duvarın üzerindeki, yirmi santim yüksekliğinde kırmızı harfler, onunla alay edercesine parlıyordu.
SELAM HOLLYWOOD
Bir neon lambaymışçasına yanıp sönüyor gibi görünüyordu. SELAM HOLLYWOOD SELAM HOLLYWOOD.
GEL DE BENİ YAKALA

GEL DE BENİ YAKALA


Bir küfür savurmak istedi ama benliğini saran kederin ağırlığı, beyninde uçuşan sözcükleri dile getirmesine engel oldu. Mutfağa ve stüdyoya açıla” koridorun sonunda, geniş bir kan gölünün üzerinden atladı ve oturma odasıyla dikkatini dağıtan kırmızı neona sırtını döndü. Işık, koridorun sadece bir metrekarelik bölümünü aydınlatıyordu. Mutfak, zifiri karanlığın içinde kalıyordu. Stüdyonun kapısı aralıktı ve oturma odasından gelen ışık, camının üzerinden yansıyordu.

Koridorun her yeri kanla sıvanmıştı. Artık ayak basacak kuru bir bölge bulamıyordu. Gözlerini stüdyonun aralık kapısından ayırmadan yavaşça ilerledi. Henry Leyden bu kapıyı asla açık bırakmaz, her zaman kapalı tutardı. Henry çok düzenli biriydi. Öyle olması gerekiyordu; kapıyı açık bırakırsa mutfağa bir sonraki gidişinde çarpabilirdi. Henry’nin katilinin ardında bıraktığı bu karmaşa, bu dağınıklık, Jack’i kabul etmek istediğinden, algılayabildiğinden çok daha fazla rahatsız etmişti. Bu dağınıklık, gerçek anlamda bir tecavüzü temsil ediyordu ve Jack, arkadaşı adına bu duruma fazlasıyla içerliyordu.

Kapıya ulaştı, kanadına dokundu ve biraz araladı. Havayı iyice yoğun bir parfüm ve kan kokusu kaplamıştı. Neredeyse mutfak kadar karanlık olan stüdyoda Jack, sadece konsolun ve duvardaki dikdörtgen hoparlörlerin dış sınırlarını seçebiliyordu. Mutfağa açılan pencere simsiyah bir örtü gibi, görünmüyordu. Eli hâlâ kapının üzerinde olan Jack bir adım daha attı ve yüksek bir sandalyenin ar-kasıyla konsolun üzerine yığılmış bir şekil gördü ya da gördüğünü sandı. Ancak o zaman sonuna gelmiş olan kasetin çıkardığı hafif tıkırtıyı duydu.

“Aman Tanrım,” dedi Jack bir nefeste, en başından beri karşısındaki gibi bir manzara beklemiyormuşçasına. Biten kasetin çıkardığı korkunç, ısrarlı ses, Henry’nin öldüğü gerçeğini bilincine bir tokmak gibi indirdi. Jack’in kederi, koşarak dışarı fırlayıp Wisconsin’deki her polisi aramaya yönelik korkakça isteğine baskın çıktı ve ışık düğmesine uzanmasını sağladı. Gidemezdi; buna tanıklık etmeliydi. Tıpkı Irma Freneau’da olduğu gibi.

Parmakları, ışık düğmesini buldu ve üzerinde kıpırtısızca kaldı. Boğazının gerisinde ekşi, paslı bir tat hissetti. Düğmeye bastı ve stüdyo ışıkla doldu.

Henry’nin yüksek sandalye üzerindeki vücudu, konsola doğru yığılmıştı, elleri, mikrofonunun iki yanındaydı ve başı, sola dönük bir halde konsolun üzerinde yatıyordu. Hâlâ koyu renk gözlüklerini takıyordu, ama gözlüğün metal saplarından biri yamulmuştu. Önce, her yer kırmızıya boyanmış gibi göründü. Konsolun üzerini tamamen kaplayan kan, Henry’nin kucağına ve bacaklarının üzerine damlıyordu ve bütün aletler kanla kaplanmıştı. Henry’nin yanağının bir bölümü ısırılıp koparılmıştı. Sağ elinin iki parmağı eksikti. Jack hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan tüm odayı taradı ve Henry’nin kaybettiği kanın en büyük sorumlusunun belinin arkasındaki yara olduğunu fark etti. Kanla ıslanmış giyişi yarayı gizliyordu ama sandalyenin arkasından damlayan kan, yerde çok büyük bir göl oluşturmuştu. Yerdeki kanın büyük çoğunluğu, sandalyeden kaymıştı. Balıkçı bir iç organı yaralamış ya da ana damarlardan birini kesmiş malıydı.

Teybin üzerinde çok hafif kan lekeleri vardı. Jack karmaşık düğmeleri kaplı aletin nasıl çalıştığını tam olarak bilmiyordu, ama Henry’yi ne yapacağına dair içinde bir his oluşmasına yetecek kadar çok izlemişti. Durdurdu ve kaseti başa sardı. İçindeki şerit, bir bölümden diğerine toplandı. Bu işlem Jack’e öylesine yavaş ilerliyormuş gibi göründü ki, göğsü kasvetle patlayacakmış gibi oldu.

“Benim için kayıt mı yaptın, Henry?” diye sordu. “Bahse girerim yapmışsındır. Ama bana zaten bildiklerimi söyleyerek ölmediğini umuyorum, dostum.”

Kaseti başa sardı ve bir tık sesi duyuldu. Jack PLAY tuşuna bastı ve nefesini tuttu.

Hoparlörlerden, kalın enseli, kırmızı suratlı George Rathbun’un gür sesi tüm ihtişamıyla yayıldı. “Dokuzuncu devrenin sonu ve ev sahibi takım duşlara yöneldi, ahbap. Ama maç, son KÖR adam ÖLÜNCEYE dek SONA ermeyecek!”

Jack, içi boş bir çuval gibi duvara yaslandı kaldı.

Henry Shake odaya girdi ve Maxton’u aramasını söyledi. Wisconsin Faresi araya karıştı ve bağırarak Kara Ev’den bahsetti. Arap Şeyhi Shake ve George Rathbun’un arasında, Shake’in galip çıktığı kısa bir tartışma geçti. Bu kadarı Jack için çok fazlaydı; gözyaşlarını durduramıyor, denemeye bile çalışmıyordu. Gözyaşlarını serbest bıraktı. Henry’nin son gösterisi yüreğinin en hassas noktasına dokunmuştu. Öylesine zengin, öylesine katışıksız, öylesine Henry’di ki. Henry Leyden, farklı kişiliklerini kullanarak kendini hayatta kalmaya zorlamış ve bunda başarılı olmuştu. George, Shake ve Fare çok sadık bir ekiptiler ve batan gemiyi terk etmemişlerdi. Hoş, başka çareleri de yoktu zaten. Henry Leyden tekrar ortaya çıktı ve artık iyice cılızlaşan bir sesle Jack’e beyinsiz aptalları yenebileceğini söyledi. Ölmek üzere olan Henry muhteşem bir hayat yaşadığını söyledi. Sesi bir fısıltıya dönüştü, minnet ve şaşkınlık dolu üç kelime söyledi: Ah, Tarlakuşum. Merhaba. Jack, sesinden gülümsediğini anlayabiliyordu.

Jack gözyaşları içinde, sendeleyerek stüdyodan çıktı. Bir koltuğa yığılıp gözpınarları kuruyuncaya dek ağlamak istiyordu, ama hem Henry’nin güvenini, hem kendine duyduğu güveni bu şekilde boşa çıkaramazdı. Koridorun sonuna yürüdü, gözyaşlarını sildi ve taşlaşmış kederinin bu büyük acıyla başa çıkmasına yardım etmesini bekledi. Bu keder, Kara Ev’de de işine yarayacaktı.

Bu kederi ne uzaklaştıracak, ne azaltmaya çalışacaktı. Bu keder onun çelikten kalkanı olacaktı.

Henry Shake’in hayaleti fısıldadı: Jack, bu keder seni asla terk etmeyecek.- Buna hazır mısın?

-Başka türlü olmasını istemezdim zaten.

Yaşadığın sürece öyle olacak. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap. Her yeni kapıda. Her kadınla. Çocukların olursa, onlarla birlikte. Dinlediğin her müzikte duyacak, okuduğun her kitapta göreceksin. Yemeğinin bir parçası olacak. Sonsuza dek seninle kalacak. Tüm dünyalarda. Kara Ev’de.

-Ben oyum ve o da ben.

George Rathbun’un fısıltısı, Shake’inkinden iki kat yüksekti: Lanef olsun, boş ver, evlat, D’YAMBA dediğini duyabilir miyim?

-D’yamba.

Sanırım şimdi arıların seni neden kucakladıklarını biliyorsun. Yapman gereken bir telefon görüşmesi yok mu?

Evet, vardı. Ama artık bu kanla sıvanmış evde daha fazla kalmaya tahammül edemeyecekti; dışarı, ılık yaz gecesine çıkması gerekiyordu, buna ihtiyacı vardı. Bastığı yere dikkat etmeden oturma odasını geçti ve kapıdan çıktı. Kederi de onunla birlikte yürüyordu, çünkü ikisi artık tek bir varlık haline gelmişlerdi. Yıldızlarla donanmış gökyüzü, başının üzerinde sonsuzluğa doğru uzanıyordu. Sadık cep telefonunu çıkardı.

French Landing Polis Merkezi’nin telefonuna cevap veren kimdi, tahmin edin? Arnold “El Feneri” Hrabowski’ydi elbette. Yeni bir lakabı vardı ve kısa bir süre önce tekrar teşkilata dönmüştü. Jack’in verdiği haber, El Feneri Hrabowski’yi fazlasıyla sarstı. Ne? Aman Tanrım! Ah, yoo. Olamaz. Kimin aklına gelirdi? Tanrım. Evet, tamam efendim. Hemen yapacağım. Emin olabilirsiniz.

Eski Çılgın Macar, hem elinin hem sesinin, titremesini önlemeye çalışarak şefin ev numarasını arayıp Jack’in verdiği haberi ilettiği sıralarda Jack, Henry’nin evinden, evin önündeki yoldan, kamyonetinden, ona insanoğlunu hatırlatan her Şeyden uzaklaşarak, sarı-yeşil uzun otlarla kaplı bir çayıra doğru yürüdü. Neye ihtiyaç duyduğunu ondan daha iyi bilen kederi, onu yönlendiriyordu.

Her şeyden önce, dinlenmeye ihtiyacı vardı. Ve mümkün olabilirse, uykuya. Yer seviyesinde, yaklaşan kırmızı ışıklardan, çılgınca öten sirenlerden ve öfkeyle hareket eden polislerden uzak, yumuşak bir yer istiyordu. Tüm umutsuzluklardan uzakta. Bir adamın sırtüstü yatıp gökyüzünde yerel cennetlerin temsilcisini görebileceği bir yer. Tarlaların arasında sekiz yüz metre kadar ilerlemişti ki, mısır tarlaları ve ağaçlarla kaplı tepeler arasında aradığı gibi bir yer buldu. Kederli beyni, kederli vücuduna yatıp rahatlamasını söyledi ve vücudu bu isteğe itaat etti. Başının üzerindeki yıldızlar titreşip bulanıklaşıyor gibi görünüyorlardı ama elbette tanıdık, gerçek cennetteki yıldızlar böyle görünmezdi, onun için bu bir yanılsama olmalıydı, çünkü gerçek hayatta yerin esneme katı ve sert bir yapısı olduğunu herkes bilirdi. Jack Sawyer’ın kederli beyni kederli, acı çeken vücuduna uyumasını söyledi ve ne kadar imkânsız gibi görünse, Jack uykuya daldı.

Birkaç dakika içinde Jack’in uykudaki bedeni zorlukla fark edilen bir değişime uğradı. Vücut hatları yumuşuyor, renkleri -buğday rengi saçlarının teninin ceketinin ve kahverengi ayakkabılarının- soluklaşıyor gibi görünüyordu Tuhaf bir tabaka, sise ya da buluta benzer bir katman, bu oluşuma dahil oldu. Aldığı hafif nefeslerle inip kalkan göğsüne baktığımızda, bir bulutun içinden bakar gibi üzerinde yattığı çimleri görebiliyorduk. Biz baktıkça, Jack’in bedeni yavaşça gözden kaybolmaya devam edip soluklaştı. En sonunda, çimlerin üzerinde bir hayalet gibi kaldı ve ezilerek Jack’in vücudunun şeklini almış olan otlar, bir süre sonra üzerlerindeki ağırlık kalkınca doğruldular. Jack’in bedeni gözden kaybolmuştu.


25

AH, BOŞ VERİN bunu. Mısır tarlasının kıyısından yok olduğunda Jack Sawyer’ın nereye gittiğini ve oraya vardığında büyük ihtimalle kiminle buluşacağını biliyorduk. Bunlar tanıdık olaylardı. Bizse biraz eğlence, biraz heyecan istiyorduk! Şansımıza, bir yemek sırasında belediye başkanının sandalyesini altından çekme, yemeğe acı sos boca etme, dua sırasında osurma gibi konularda güvenebileceğimiz sevimli, yaşlı Charles Burnside, Papatya bölümündeki erkekler tuvaletinin bir bölmesinde belirdi. Yaşlı Burny, bizim Bum-Burn, Henry Leyden’ın garajından aldığı bahçe makasını, kucağında bir bebek tutuyormuş gibi göğsüne bastırmıştı. Kemikli sağ kolundaki kötü görünümlü derin yaradan dirseğine doğru kan sızıyordu. Diğer bir Maxton sakinine ait olan arı terliğin içindeki ayağını klozetin kenarına koyarak kendini yukarı çekti ve hafifçe sendeleyerek yere indi. Dudakları sımsıkı kenetlenmiş, kaşları çatılmıştı. Gözleri, birer kurşun deliğini andırıyordu, ama Burny’nin içinde taş gibi ağır bir keder olduğunu hiç sanmıyorduk. Paçaları kanla ıslanmıştı ve gömleğinin önünde, karnındaki bıçak yarasından ötürü geniş bir koyuluk vardı.



Burny yüzünü buruşturarak bölmenin kapısını açtı ve boş erkekler tuvaletine girdi. Tavandaki floresan lambaların ışığı, sıra sıra dizili lavaboların üzerine asılmış uzun aynalardan yansıyordu; sarhoş olduğu için işbaşı yapmayan gece görevlisi yerine kalıp o gün çifte mesai yapan Butch Yerxa sayesinde yerdeki fayanslar ışıldıyordu. Bu parlak beyazlık içinde Charles Burnside’ın giysilerinin üzerindeki ve vücudundaki kan göz alıcı bir kırmızılıktaydı. Gömleğini üzerinden sıyırarak bir lavaboya fırlattı ve birinin, küçük bir kâğıt üzerine SARGI BEZLERİ yazıp üzerine bantla yapıştırdığı, köşedeki dolaba doğru yürüdü.

Yaşlı adamların tuvalette düşmeye eğilimleri olduğunu gözlemleyen Chipper’ın iyi yürekli babası, ihtiyaç duyulabileceğini düşünerek dolabı oraya koydurmuştu. Kan damlaları, beyaz fayansların üzerine saçılmıştı.

Burny bir avuç dolusu kâğıt havluyu alıp soğuk suyla biraz nemlendirdikten sonra en yakındaki lavabonun kenarına serdi. Sonra sargı bezi dolabı açtı, geniş bir yara bandı rulosu ve bir tomar gazlı bezi alarak yara bandından on beş santim uzunluğunda bir parça kopardı. Karnındaki yaranın etrafındakileri sildikten sonra nemli kâğıt havluları yarığın üzerine bastırdı. Sonra kağıt havluları kaldırıp kesiğin üzerine bir parça sargı bezi koydu. Yara bandın sarsak hareketlerle bezin üzerine yapıştırarak bastırdı. Kolundaki kesik için de aynı işlemi uyguladı.

Beyaz fayansların üzerindeki kanın miktarı artmıştı.

Lavabolara doğru yürüdü ve gömleğinin üzerine soğuk su akıttı. Lavabonun içinde biriken su, kıpkırmızı olmuştu. Burny, gömleği rengi teninden sadece birkaç ton açık bir pembeye dönüşene dek duruladı. Sonra tatmin olmuş bir halde fazla suyu sıktı, bir iki kez çırptı ve tekrar üzerine geçirdi. Islak kumaşın vücuduna yapışması Burny’nin pek de umurunda değildi. Amacı, kabul edilebilirliğin en basit temsiliydi, şıklık değil. Kimsenin dikkatini çekmeden hareket edebilmek istiyordu. Paçaları ve Elmer’ın terlikleri koyu kırmızı ve sırılsıklamdı ama Burny, çoğu insanın ayaklarına bakmayacağını düşünüyordu.

İçindeki kaba ses, sürekli aynı sözleri tekrarlıyordu. Daha cabug, Burn-Burn, daha cabug!

Burny’nin tek hatası, nemli gömleğinin düğmelerini iliklerken aynada kendine bakması oldu. Gördükleri, şok içinde donakalmasına yol açtı. Charles Burnside, çirkinliğine rağmen, aynalardan yansıyan görüntüsünden daima memnun olmuştu. Ona göre görüntüsü, gizli köşeleri bulmakta usta birininki gibi -kurnaz, şaşırtıcı, üçkâğıtçıydı. Aynada kendisine bakan adamın Burny’nin görmeye alıştığı yaşlı, uyanık adamla hiçbir alakası yoktu. Karşısındaki adam aptal, yıpranmış ve ciddi bir şekilde hasta görünüyordu, içe çökmüş, kıpkırmızı gözler, kraterlere benzeyen yanaklar, kel başında düğüm düğüm olmuş damarlar... burnu bile bir zamanlar olduğundan daha iri ve yamuk görünüyordu. Çocukları korkutan yaşlı adamlara dönmüştü.

Cocugları gorgudmalızın, Bum-Bum. Haydi, haregede geçme vagdi geldi.

Gerçekten bu kadar kötü görünüyor olamazdı, değil mi? Öyle olsaydı çok daha önceden fark ederdi. Hayır, Charles Burnside’ın dünyaya bakan yüzü bu değildi. Kahrolası tuvalet fazla beyazdı, hepsi bu. Böyle bir beyazlık herkesi solgun gösterirdi. Hiç güneş yüzü görmemiş bir mahkûm gibi. Aynadaki ölmek üzere olan korkunç yaşlı adam bir adım yaklaştı ve derisindeki küçük lekeler koyulaşır gibi oldu. Dişlerinin görüntüsü gözüne çarpınca ağzını hemen kapattı.

Sonra efendisinin sesi, bir olta iğnesi gibi beynini kapıya doğru çekti. Bir yandan da mırıldanıyordu. Tamam, tamam.

Burny, efendisinin neden öyle dediğini biliyordu; Bay Munshun, Kara Ev’e dönmek istiyordu. Bay Munshun, French Landing’den inanılmayacak kadar uzakta olan bir yerden geliyordu ve birlikte inşa ettikleri Kara Ev’in bazı bölümleri de onun dünyasına aitmiş gibiydi. Charles Burnside’ın çok nadir ziyaret ettiği, kendisini hipnotize olmuş, güçsüz ve özlem dolu gibi hissettiren ve midesini hasta eden en derin bölümlerdi bunlar. Bay Munshun’u doğuran dünyayı hayal etmeye çalıştığında aklına hep kafataslarıyla dolu, karanlık, engebeli bir yer gelirdi. Tepelerin çıplak eteklerinde ve zirvelerinde kalelere benzeyen, göz kırptığınızda şekil değiştiren ya da ortadan kaybolan evler vardı. Pislikler arasından işkence çeken çocukların feryatları ve dev makinelerin mekanik sesleri yükselirdi.

Burny de Kara Ev’e dönmeye hevesliydi amâ onun sebepleri çok daha basitti. Dinlenebileceği, konserve yemek yiyebileceği ve anı defterini okuyabileceği girişteki odaların vaat ettiği küçük zevklerdi aradığı. Bu odaları kaplayan kokuya bayılıyordu: çürümüşlük, ter, kuru kan ve dışkı karışımı. Bu kokuyu damıtabilseydi, kolonya niyetine kullanırdı. Ayrıca Tyler Marshall isminde, ağızlara layık bir lokma, Kara Ev’in bir başka katında -başka bir dünyada- bir odada kilit altındaydı ve Burny, Tyler’a işkence etmek, buruşuk ellerini çocuğun güzel teni üzerinde gezdirmek için sabırsızlanıyordu. Tyler Marshall, Burny’yi çok heyecanlandırıyordu.

Ama önce bu dünyada yapılacak zevkli işler vardı ve bunları halletmenin zamanıydı. Burny, kapıdaki çatlaktan koridora baktığında Butch Yerxa’nin yorgunluğa ve kafeteryanın köftesine yenik düşerek, uyuduğunu gördü. Fazla büyük bir bez bebek gibi sandalyesinin üzerine yığılmıştı. Kollarını masanın üzerine dayamıştı ve şişman çenesi, normal bir insanda boyun denebilecek bölgenin üzerindeydi. O kullanışlı, küçük, boyalı taş, Butch’un sağ elinin birkaç santim ötesinde duruyordu ama bu kez Burny’nin taşa ihtiyacı yoktu, elinde çok daha etkili bir alet vardı. Keşke bahçe makasının potansiyelini çok daha önce keşfetmiş olsaydı. Bir yerine iki bıçağı varmış gibiydi. Biri aşağıda, biri yukarıda, şak şak! Ve çok da keskindi! Kör adamın parmaklarını kesmeye niyetlenmemişti aslında. Bahçe makasını bir tür ilkel, büyük bıçak olarak kullanmayı düşünmüştü, ama kolundan yara alınca makası kör adama doğru uzatmış ve makas, bir eski zaman Chicago kasabının salamı dilimlediği rahatlıkla çabucak, kendiliğinden adamın parmaklarını kesivermişti.

Chipper Maxton’un işini bitirmek eğlenceli olacaktı. Adam, akıbetini merak ediyordu. Burny, kötüleşmesinin sebebi olarak Chipper’ı görüyordu. Ayna ona, olması gerekenden on, hatta belki on beş kilo daha zayıf olduğunu söylüyordu ve kafeteryada yemek, diye verilen süprüntüler düşünüldüğünde bu pek de şaşırtıcı değildi. Burny, Chipper’ın diğer her şeyden olduğu gibi yemekten de çaldığını düşünüyordu. Chipper herkesten çalıyordu; eyaletten devletten, sağlık sigortasından. Charles Burnside’ın neler olup bittiğini anlayamayacak halde olduğu zamanlarda Chipper ona birkaç kez ameliyat olacağına dair kâğıtlar imzalatmıştı. Bunlara göre Burny, akciğer ve prostat ameliyatları olmuştu. Hiç var olmayan bu ameliyatlar, için sigortadan gelen paranın yarısı Burny’nin hakkıydı. Formların üzerinde onun adı yazılıydı, değil mi ama?

Burnside ardında kanlı ayak izleri bırakarak koridorda lobiye doğru ilerledi. Hemşire odasının önünden geçmek zorunda olduğu için bahçe makasını beline soktu ve gömleğini üzerine indirdi. Masanın gerisinde oturan sarkık yanaklı, ince çerçeveli gözlüklü, lavanta rengi saçlı Georgette Porter’ı görebiliyordu. Durum daha da beter olabilirdi, diye düşündü Burnside. Georgette Porter, D18’e girip onu odanın ortasında çırılçıplak kendini tatmin ederken bulduğu günden beri ondan korkuyordu.

Kadın ona doğru baktı, ürpertisini engellemeye çalıştı ve sonra başını indirerek elindeki işe geri döndü. Muhtemelen örgü örüyor ya da sonunda cinayeti bir kedinin çözdüğü polisiye romanlardan birini okuyordu. Burny bahçe makasıyla Georgette’in yüzünü parçalama fikrini kafasında tartarak o tarafa doğru yürüdü ama sonra harcayacağı enerjiye değmeyeceğini düşünerek vazgeçti. Masanın yanına varıp baktığında, tıpkı tahmin ettiği gibi ucuz bir roman okumakta olduğunu gördü.

Kadın, gözlerinde belirgin bir şüphe ifadesiyle ona baktı.

“Bu gece gerçekten harika görünüyorsun, Georgie.”

Hemşire önce koridora, daha sonra lobiye baktı ve Burny ile yalnız başa çıkması gerektiğini anladı. “Odanızda olmalıydınız, Bay Burnside. Vakit çok geç oldu.”

“Sen kendi işine bak, Georgie. Yürüyüş yapmaya hakkım var.”

“Bay Maxton, sakinlerin diğer bölümlere gitmelerini istemiyor. O yüzden lütfen Papatya bölümünde kalın.”

“Büyük patron hâlâ burada mı?”

“Sanırım evet.”

“Güzel.”


Dönüp lobiye doğru yürümeye kaldığı yerden devam edince kadın arkasından seslendi. “Bekleyin!”

Burnside durup arkasına baktı. Kadın endişeyle ayağa kalkmıştı.

“Bay Maxton’u rahatsız etmeyeceksiniz, değil mi?”

“Çeneni kapamazsan seni rahatsız ederim.”

Kadın bir elini boğazına götürdü ve sonunda yerdeki izleri fark etti. Çenesi sarktı ve kaşları aniden yükseldi. “Bay Burnside? Terliklerinizde ne var öyle? Ve paçalarınızda? Her yere bulaştırmışsınız!”

“Çeneni kapalı tutmayı beceremiyorsun, değil mi?” Kararlı bir şekilde masaya doğru yürüdü. Georgette Porter geriledi ve sırtını duvara dayadı, kaçabileceğini fark ettiğindeyse artık çok geçti, Burny tam karşısına gelmişti bile. Elini boğazından çekti ve durmasını işaret ederek ön doğru uzattı. “Geri zekâlı sürtük.” Burnside, belindeki bahçe makasını çıkardı ve kadının parmaklarını ince dalarmış gibi kolayca kesiverdi. “Aptal.” Georgette şok ve inanmazlıkla olduğu yerde kalakalmıştı. Kesik parmaklarının eskiden oldukları yerden fışkıran kanlara bakıyordu. “Lanet olası ahmak.”

Makasın ağzını açtı ve bir ucunu kadının boğazına geçirdi. Georgette, nefes almaya çalışarak gargara yapar gibi sesler çıkarıyordu. Bahçe makasını tutmaya çalıştı, ama Burnside makası boğazından çekip başına doğru kaldırmıştı. Kadın çırpınırken etrafa kan saçarak ellerini salladı. Burny’nin suratında, artık kedisinin tuvalet kumunu değiştirmesi gerektiğini kabullenmiş bir adamın ifadesi vardı. Kanla ıslanmış makas ucunu kadının sağ gözü hizasına getirdi ve sert bir hamleyle itti. Georgette, vücudu duvardan kayıp yere yığılmadan önce ölmüştü.

Koridorda, on metre geride Butch Yerxa uykusunda bir şeyler sayıkladı. “Hiç laf dinlemiyorlar,” diye mırıldandı Burny kendi kendine. “Dener, çaba gösterirsin ama sonunda mutlaka seni bunu yapmaya zorlarlar. Bu da aslında istiyor olduklarını gösterir, tıpkı Chicago’daki küçük, aptal boklar gibi.” Bahçe makasının ucunu Georgette’in kafasından çıkardı ve kadının bluzunun koluna silerek keskin yüzünü temizledi. Chicago’daki küçük bokların hatıra pantolonu içinde sertleşmeye başlayan organını uyardı. Merhaba! Ah güzelim anıların büyüsü yok muydu! Charles Burnside’ın erkeklik organı daha önce de tanık olduğumuz gibi uyurken bazen uyanabiliyordu, ama uyanık olduğu anlarda bu çok nadir, neredeyse hiç rastlanmayan bir durumdu Burny bu yüzden bir an için pantolonunu indirip ne yapabileceğini görmek istedi. Amaya Yerxa uyanırsa? Burny’nin uzun zamandır uykuda olan şehvetini Georgette Porter’ın ya da cesedinin hayata döndürdüğünü sanacaktı. Bu olmazdı... kesinlikle olmazdı. Bir canavarın bile gururu vardı. En iyisi, Chipper Maxton’un ofisine gitmek ve çiviyi çakmak için uygun zaman gelene dek çekicinin yumuşamamasını ummaktı.

Burny bahçe makasını tekrar beline yerleştirdi ve ıslak gömleğini aşağı çekerek silahını gizledi. Papatya koridorunu ve bomboş lobiyi geçtikten sonra üzerindeki pirinç isim levhasında CHİPPER MAXTON, MÜDÜR, yazan cilalı kapıya vardı. Saygıyla eğilirmiş gibi kapıyı açtı. Bu sırada ilk kurbanlarından birini, “Poochie” diye çağrılan, uzun zaman önce, on yaşındayken ölen Herman Flagler’ı hatırlamıştı. Poochie! Tatlı Poochie! O gözyaşları, neşe ve acıyla karışmış o çaresiz hıçkırıklar. Poochie’nin zayıf dizleri ve ince kolları üzerindeki pisliklerin gevrekliği. Sıcak gözyaşları; korkmuş küçük goncasından fışkıran idrar.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   45   46   47   48   49   50   51   52   ...   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin