Stephen King ve Peter Straub Cilt2 Kara Ev



Yüklə 2,7 Mb.
səhifə55/58
tarix28.10.2017
ölçüsü2,7 Mb.
#19278
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58

(Büyük Kombinasyon, o Büyük Kombinasyon’un sesi) ...ama o mırıltı!... Canını çok acıtıyordu. “Kes şunu,” diye geveledi Ty. “Kes şunu, Ebbie, yoksa...” Tuhaf titreşimlere hafif çığlıklar karıştı ve Ty Marshall gözlerini açtı. Bir an nerede olduğunu ve başına neler gelmiş olabileceğini hatırlamaya çalıştı. Başını çevirmesine fırsat kalmadan gözlerine ilişen korkunç bir görüntü -bir araba kazasının ardından etrafa saçılmış, parçalanmış cesetlerin görüntüsü gibi-her şeyi bir anda hatırlamasını sağladı.

Yaşlı canavar ölene kadar dayanmış; annesinin sesinin söylediklerine itaat etmiş ve her nasılsa kontrolünü kaybetmemişti. Ama yardım isteyerek bağırmaya başladığında içindeki panik büyüyerek onu yutmuştu. Ya da belki şoktu. Veya her ikisi birden. Her neyse, yardım çığlıklarının ardından kendinden geçmişti. Duvara kelepçeli sol elinden sarkarak ne kadar süre baygın kalmıştı? Kulübenin kapısından sızan ışığa bakarak bir tahmin yürütmek imkânsızdı, hiç değişmemiş görünüyordu. Dev makinenin gürültülerinde de hiçbir değişiklik yoktu ve Ty, bu gürültülerin, çocukların feryatlarının, onları kontrol eden korkunç gözetmenlerin kamçılarının seslerinin sonsuza dek kesilmeyeceğini anladı. Büyük Kombinasyon hiçbir zaman durmayacaktı, Kan, dehşet ve terle çalışıyordu. Tek bir gün bile izin yapmayacaktı.

Ama şu titreşim -elektrik gibiydi, sanki beyninin içinde bir tıraş makinesi vardı- neyin nesiydi?

Bay Munshun mono rayı almaya gitti. Burny’nin sesi kafasında yankılan yordu, iğrenç bir fısıltı halindeydi. Son-Dünya mono rayı.

Ty’ın yüreği, korkunç bir çaresizlik hissiyle doldu. Duyduğu sesin İstasyon Yolu’nun sonundaki tentenin altına varmış olan mono raydan çıktığından hiç şüphesi yoktu. Bay Munshun, özel çocuğu, özel çocuğunu etrafta göremeyince (ve Burn-Burn’ü de tabii) onu aramaya gelecek miydi?

“Elbette gelecek,” dedi çatlak sesiyle Ty. “Of, Tanrım. Lanet olsun.”

Başını kaldırıp sol eline baktı. Kelepçe olmasaydı geniş demir halkanın içinden elini çekmek çok kolay olacaktı. Yine de kolunu birkaç kez çekmeye çalıştı ama kelepçenin halkaya çarpmasıyla oluşan sesten başka bir sonuç elde edemedi. Kelepçenin, Ty testislerini yakaladığı sırada Burny’nin uzanmış olduğu diğer ucu, Ty’a İstasyon Yolu üzerindeki darağacını hatırlatarak iki yana sallanıyordu.

Gözlerini yaşartıp dişlerini takırdatan mırıltı birdenbire kesildi.

Motoru durdurdu. Şimdi istasyonda beni arıyor. Orada olmadığımı gördüğünde ne olacak? Bu kulübeyi biliyor mu? Elbette biliyor.

Ty’ın içindeki çaresizlik hissi, buz gibi bir dehşete dönüşüyordu. Burny inkâr edecekti. Burny kupkuru arazideki bu kulübenin ona ait, çok özel bir sır olduğunu söyleyecekti. Çılgınlık diyarındaki küstahlığıyla bu yanılgının arkadaş sandığı yaratığın ne çok işine yarayacağını kesinlikle anlamayacaktı.

Ty başının içinde tekrar annesinin sesini duydu ve bu kez sesin gerçekten annesine ait olduğundan emindi. Hiç kimseye güvenemezsin. Zamanında gelebilirler. Ama yetişemeyebilirler de. Vaktinde gelemeyeceklerini farz etmek zorundasın. Buradan kendi başına kurtulmalısın.

Ama nasıl?

Ty başı neredeyse kapıdan çıkacak halde kanlı, pis zeminde yatan ölü adamın çarpılmış bedenine baktı. Burny’nin arkadaşı Bay Munshun’un onu alıp abbalaha götürmek için belki o an istasyon Yolu üzerinden hızla yaklaştığı (belki o da kendi golf arabasını kullanıyordu) düşüncesi araya giriyor, dikkatini dağıtıyordu. Tyler bu hayali beyninden uzaklaştırdı. Bu tür düşünceler tekrar paniğe kapılmasına sebep olabilirdi ve Ty’ın daha fazla kaybedecek zamanı yoktu.

“Ona uzanamam,” dedi Ty. “Kelepçenin anahtarı cebindeyse işim bitik demektir. Dava bitti, konu kapandı, fermuvarını...”

Gözü yerde yatan bir şeye takıldı. Yaşlı adamın yanında getirdiği çantaydı. Şapkayı içinden aldığı çanta. Ve kelepçeleri.

Kelepçeler içindeyse belki anahtarı da içindedir.

Ty mümkün olduğunca gerinerek sol ayağını çantaya doğru uzattı. Yetişemiyordu. Çantaya uzanamıyordu. Arada en azından on santimlik bir mesafe kalıyordu. On santimlik bir mesafe ve Bay Munshun geliyordu, geliyordu. Ty neredeyse kokusunu alıyordu.

Doc diğerlerinin bağırarak ona durmasını, korkulacak bir şey olmadığını söylemelerini, boğazını acıttığını, muhtemelen kanattığını bir rüyadaymış gibi fark ediyor, ama çığlık atmaya hiç durmaksızın devam ediyordu. Fark ettikleri onu ilgilendirmiyordu. Onu tek ilgilendiren, Jack Sawyer’ın, Kara Ev’in ön kapısını çekip açtığında gözler önüne serdiği karşılama komitesiydi.

Aslında komite tek kişiden oluşuyordu. Doc’ın kahverengi gözlü kızı, Daisy Temperly. Üzerinde çok güzel, pembe bir elbise vardı. Teni kâğıt gibi bembeyazdı. Yüzündeki tek renk, alnının sağ tarafından sarkan deri parçasının altından görünen kırmızı kafatasıydı.

“İçeri gir, Doc,” dedi Daisy. “Gir de beni nasıl öldürdüğünü konuşalım. Şarkı da söyleyebilirsin. Bana şarkı söylersin.” Gülümsedi. Gülümsemesi sırıtmaya dönüştü. Bir ağız dolusu sivri, vampir diş gözler önüne serilmişti. “Bana sonsuza dek şarkı söyleyebilirsin.”

Doc, yuvarlanırcasına geriye doğru bir adım attı, kaçmak için arkasına döndü ve Jack o sırada onu yakalayıp sarsmaya başladı. Doc Amberson iriyarı bir adamdı -duştan çıktığı sırada yüz otuz, şimdiki gibi yol için tam takım giyindiğindeyse yüz kırk kiloya ulaşıyordu- ama Jack onu kolayca sarsıyor, iri adamın başı öne arkaya sallanıyordu. Doc’ın uzun saçları açılıp savrulmaya başladı.

“Onların hepsi illüzyon,” dedi Jack. “Bizim gibi istenmeyen ziyaretçileri kaçırmak için düzenlenmiş gösteriler. Ne gördüğünü bilmiyorum, Doc, ama gerçekte orada olmadığını söyleyebilirim.”

Doc temkinli bir ifadeyle Jack’in omzu üzerinden baktı. Bir an için küçülüp belirsizleşen pembe bir girdap gördü -iblis köpeğin gelişi gibiydi ama tam tersi bir işlemdi- ve ardından tamamen kayboldu. Gözlerini Jack’e çevirdi. Yaşlar, bronz teni üzerinden sakallarına doğru yuvarlanıyordu.

“Onu öldürmek istememiştim,” dedi. “Onu seviyordum. Ama o gece yorgundum. Çok yorgundum. Yorgun olmanın nasıl olduğunu bilir misin, Holly-Wood?”

“Evet,” dedi Jack. “Ve şu işten sağ salim kurtulursak bir hafta boyunca uyumayı planlıyorum. Ama şimdi...” Bakışlarını Doc’tan Beezer’a çevirdi, daha çoğunu göreceğiz. Ev, en korkunç anılarınızı size karşı kullanacak: hatalarınız, zarar verdiğiniz insanlar. Ama genel olarak, cesaretimin arttığını söyleyebilirim. Sanırım Burny ölünce zehrin çoğu evden çıkıp gitti. Tek yapmamız gereken diğer tarafa giden yolu bulmak.”

“Jack,” dedi Dale. Kapının iç tarafında, tam Daisy’nin eski doktorunu karşıladığı noktada duruyordu. Gözleri iri iri açılmıştı.

“Ne var?”

“Diğer tarafa giden yolu bulmak... sandığından çok daha zor olabilir.”

Dale’in etrafına toplandılar. Kapının ötesinde, büyüklüğüyle Jack’e St Peter’s Kilisesi’ni hatırlatan dev gibi, daire şeklinde bir antre vardı. Yer, üzeri işkence ve kutsal varlıklara hakaret sahneleriyle kaplı, bir dönüm büyüklüğünde, zehir yeşili bir halıyla kaplıydı. Odanın her yerinde bilinmeyene açılan kapılar vardı. Jack onlara ek olarak iç içe geçmiş dört ayrı merdiven saydı. Gözlerini kapatıp açtığında sayıları altıya çıkmıştı. Tekrar gözünü kırptığındaysa karşısında bir Escher çizimi gibi sersemletici görünen bir düzine merdiven vardı.

Kara Ev’e ait olan derin, aptalca uğultuyu duyabiliyordu. Aynı zamanda bir başka şey daha duyuyordu: kahkaha.

Girin, diyordu Kara Ev onlara. Girin ve sonsuza dek bu odalarda dolaşın.

Jack gözünü kırptı ve bazıları hareket eden, belirip kaybolan binlerce merdiven gördü. Kapılar resim galerilerine, heykel galerilerine, boşluğa, karanlıklara doğru açılıyordu.

“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu Dale afallamış bir halde. “Şimdi ne halt yiyeceğiz?”

Ty, Burny’nin arkadaşını hiç görmemişti ama kelepçenin ucundan sarkarken hayal etmesi hiç de zor olmuyordu. Bu dünyada, Bay Muıishun gerçek bir yaratıktı... ama bir insan değildi. Ty siyah bir kostüm ve uçuşan kırmızı kravatıyla istasyon Yolu üzerinden kulübeye doğru aceleyle yaklaşan yaratığı görebiliyordu. Bu yaratığın kırmızı bir ağzı ve bulanık, tek bir gözün hâkim olduğu kocaman, beyaz bir suratı vardı. Abbalahın özel ajanı Ty’ın gözüne, kötü ruhlu bir Humpty-Dumpty gibi görünüyordu. Kemikten yapılmış düğmeleri olan bir yelek giyiyordu.

Buradan çıkması gerekiyordu. Çantaya ulaşmalıydı... ama nasıl?

Tekrar Burny’ye baktı. Karnındaki boşluktan kulübenin pis zeminine dökülen mide bulandırıcı bağırsaklarına baktı. Ve aradığı yanıt aniden kafasında gelirdi. Ayağını tekrar uzattı ama bu sefer çantaya ulaşmaya çalışmıyordu. Onun yerine ayakkabısının burnunun ucunu bağırsaklardan birinin altına söktü, Kaldırdı, ayağının yönünü değiştirdi ve hafif bir tekme savurdu. Bağırsak saikası, ayakkabısının ucundan ayrıldı.

Ve deri çantanın üzerine düştü.

Şimdiye kadar her şey yolunda gitmişti. Çantayı ayağının yetişebileceği mesafeye kadar çekmesi gerekiyordu.

Aceleyle yaklaşan inanılmaz derecede uzun suratlı korkunç yaratığı düşürmemeye çalışarak ayağını tekrar uzattı. Ayakkabısının ucunu kirli bağırsağın altına sokarak sonsuz bir dikkatle, yavaşça çekmeye başladı.

“Bu mümkün değil,” dedi Beezer. “Hiçbir yer bu kadar büyük olamaz. Bunu biliyorsunuz, değil mi?”

Jack derin bir nefes aldı, bir daha aldı ve alçak, kararlı bir sesle bir kelime söyledi.

“Di-yambe mi?” diye kuşkuyla sordu Beez. “Di-yambe de ne demek oluyor?”

Jack ona cevap vermekle vakit kaybetmedi. Bir arı, evin önünde vızıldamakta olan dev arı bulutundan (Dale’in arabası artık verandanın önünde duran siyah-sarı, büyük bir yığından başka bir şey değildi) ayrıldı ve eve doğru yaklaştı. Arı -kraliçe arı olduğuna hiç şüphe yoktu- uçarak Doc ve Dale’in arasından geçti, onu düşünürcesine (veya bolca burun deliklerine boşaltmış olduğu balı) bir anlığına Beezer’ın önünde duraksadı ve sonra Jack’in önünde havada durdu, iri, aerodinamik olarak saçma, inanılmaz ve harikaydı. Jack bir parmağını, önemli bir konuya değinecek olan bir profesör ya da başlama işaretini veren bir orkestra şefi gibi havaya kaldırdı. Arı gelip parmağının ucuna kondu.

“Seni o mu gönderdi?” Bu soruyu çok alçak bir sesle sormuştu. Sesi diğerlerinin, hatta hemen yanı başında duran Beezer’ın bile duyamayacağı kadar kısıktı. O derken kimi kastettiğinden emin değildi. Annesi mi? Laura DeLo-essian mı? Judy mi? Sophie mi? Yoksa Kızıl Kral’ın tam karşıtı olan bir başka o mu vardı? Her nasılsa bu düşüncenin doğru olduğunu hissediyordu ama asla öğrenemeyeceğini de biliyordu.

Kanatlarını belirsiz bir hareketle hızla çarpmakta olan arı, iri siyah gözleriyle ona bakıyordu. Jack bu soruların, cevaplarını duymaya ihtiyaç duymadığı türden sorular olduğunu anladı. Bir süredir uykucunun teki olmuştu ama artık uyanmış, yataktan çıkmıştı. Bu ev çok büyük, derin, iğrençlikler ve sırlarla dolu bir yerse ne olmuştu yani? Ty’ın ödül sopası, dostları, d’yamba ve Kratic Arı, Jack’in yanındaydı. Tüm bunlar yeterliydi. Artık ilerleyebilirdi. Daha da iyisi -hatta belki en iyisi- ilerleyeceği için mutluydu.

Jack parmağının ucunu dudak hizasına kaldırdı ve arıyı antreye doğru nazikçe üfledi. Arı, kısa bir süre için havada amaçsızca daireler çizdi ve sonra ok gibi sol tarafa, garip bir şekilde şişmiş bir kapıya doğru uçarak içeri girdi.

“Haydi,” dedi Jack, “işimize bakalım.”

Diğer üç adam huzursuzca birbirlerine baktılar ve onu, en baştan beri ağlarında oldukları kaderlerine doğru takip ettiler.

Sawyer Çetesi’nin Kara Ev’de, French Landing’e ve çevresindeki kasabalara saçılıp her şeyi zehirleyen uğursuzluğun kaynağında ne kadar zaman geçirdiklerini söyleyebilmek mümkün değildi. Aynı şekilde, Kara Ev’in içindeyken gördüklerini de açıkça anlatabilmek imkânsızdı. Kara Ev’in içinde dolaşmanın, deli bir adamın, geleceğe yönelik planlardan, geçmişin anılarından ve zaman kavramından yoksun, çarpık beyninin kıvrımlarında dolaşmak gibi olduğu söylenebilirdi. Deli bir adamın beyninde sadece çığlık çığlığa bağıran dürtüleri, paranoyak kuramları ve aşırı varsayımlarıyla sonsuza dek uzanan şimdiki zaman olurdu. Bu yüzden, Kara Ev’de gördüklerinin, gözlerini üzerlerinden çektikleri an geride sadece opopanaksın uzaktan duyulan haykırışları olabilecek belli belirsiz huzursuzluk fısıltıları bırakarak hafızalarından yok olup gitmeleri pek şaşırtıcı sayılmazdı. Hafıza kaybı, çok merhametliydi.

Kraliçe arı onlara yol gösteriyor, diğer arılar havanın rengini değiştiren yoğun bir küme halinde yüzyıllardır sessiz olan (mantığımıza olmasa da içgüdülerimize dayanarak, Kara Ev’in, Burny’nin French Landing’deki son uzantısını inşa etmesinden çok daha öncesinden beri var olduğunu biliyorduk) odalardan titreşerek ilerliyorlardı. Bir noktada dört adam, yeşil camdan yapılmış bir merdivenden indi. Basamakların altındaki sonsuzluğa uzanan derinlikte, kayıp bebeklerin çığlıklar atan beyaz suratlarına sahip akbabaların havada daireler çizerek uçtuklarını gördüler. Bir Pullman vagonuna benzeyen uzun bir odada, yaşayan çizgi film karakterleri -iki tavşan, bir tilki ve beyaz eldivenler giyen, taşlaşmış gibi bir kurbağa- yuvarlak bir masanın etrafına oturmuşlar, pire gibi haşeratları yakalayıp yiyorlardı. 1940’lardan kalma siyah beyaz çizgi film karakterleriydiler ve Jack’in gözleri onlara bakarken acıyordu, çünkü bu karakterler aynı zamanda canlıydı. Sawyer Çetesi yanlarından geçerken tavsan ona bilmiş bir ifadeyle göz kırptı ve Jack kırpılmayan gözünde cinayet gördü. Kulağa Fransızca gibi gelen ama Fransızca olmayan yabancı bir dilde çığlıklarla dolu, boş bir salondan geçtiler, insanı kusturan yemyeşil bir ormanla kaplı; cızırdayan, tropik bir güneşle aydınlanan bir başka oda vardı. Ağaçlardan birinin dalından, içinde kendi kanatlarına sarılmış bir ejderha yavrusunun olduğu anlaşılan bir koza sallanıyordu. “O bir ejderha olamaz,” dedi Doc Amberson garip, mantıklı sesiyle. “Ejderhalar ya yumurtadan çıkar ya da bir başka ejderhanın dişlerinden oluşur. Belki de her ikisi de doğrudur.” Hatları yavaşça yuvarlaklaşıp bir tünel halini alan ve sonra da görülmeyen dev hoparlörlerden yayılan çılgın ritmler eşliğinde korkunç, tuhaf, yağlı bir kaydırağa dönüşen uzun bir koridordan geçtiler. Jack duyduklarının Cozy Cole ya da Gene Krupa olabileceğini düşündü. Yan duvarlar yok oldu ve bir süre dibi yokmuş gibi görünen yağlı oluktan aşağı kaydılar. “Yönünüzü elleriniz ve ayaklarınızla belirleyin!” diye bağırdı Beezer. “Savrulup kenardan düşmek istemiyorsanız dediğimi YAPINI” Sonunda kendilerini Dale’in Kirli Oda adını verdiği yerde buldular. Çıplak ampullerden oluşmuş bir zincirin asılı olduğu paslı teneke tavan altında, bok kokulu dev toprak yığınları üzerinde bir süre yuvarlandılar. Yeşilimsi-beyaz, ince bacaklı örümcek sürüleri, balıklar gibi öne geriye hareket ediyorlardı. Diğer tarafa vardıklarında dört adam da nefes nefese kalmış, ayakkabıları çamurlanmış, üstleri başları kirlenmişti. Burada üç kapı vardı. Yol göstericileri, ortadaki kapının önünde daireler çizerek uçuyordu. “Kesinlikle olmaz,” dedi Dale. “Perdenin arkasındakiyle değiş tokuş yapabilirim.”

Jack ona komedyenlikte gelecek vaat ettiğine hiç şüphesi olmadığını söyleyerek arının gösterdiği kapıyı açtı. Kapının arkasında Beezer’ın hemen Temizlik Salonu adını verdiği, çamaşır makineleriyle dolu dev bir oda vardı. Birbirlerine yakın durarak iki yanında sabun köpüğüyle kaplı çamaşır makineleriyle uğuldayarak titreyen kurutma makinelerinin sıralandığı nemli koridorda arıyı takip ettiler. Hava pişmiş ekmek gibi kokuyordu. Çamaşır makineleri -her birinin önünde göz gibi parlayan yuvarlak penceresi vardı- on beş metre yüksekliğe ulaşacak şekilde üst üste dizilmişlerdi. Onların üzerindeki tozlu hava okyanusunda güvercinler sabırsızca kanat çırpıyordu. Dört adam, arada sırada oraya kadar gelen (veya getirilen) insanların varlığını gösteren bir kemik yığını ya da başka işaretlere rastlıyordu. Koridorlardan birinde, örümcek ağlarıyla kaplı küçük bir motosiklet gördüler. Daha ilerideyse bir kıza ait, kalın bir t tabakasıyla kaplı bir çift patene rastladılar. Dev bir kütüphanede, maun bir masa üzerine insan kemikleriyle KAHKAHA yazılmıştı. Dale ve Doc, arının hiç oyalanmadan, düz bir çizgide ilerleyerek geçtiği bir salonun duvarlarından birindeki sanat eserlerinin, kesilip düzeltildikten sonra kare tahtalar üzerine gerilmiş insan yüzlerinden oluştuğunu fark etti. Boş göz yuvalarının içine iri, korku dolu gözler çizilmişti. Dale, bu yüzlerden en azından birini tanıdığını düşündü: üç dört yıl önce ortadan kaybolan ilkokul öğretmeni, Milton Wanderly Herkes Don Wanderly’nin genç kardeşinin kasabayı terk ettiğini sanmıştı. Terk ettiği yanlış sayılmaz, diye düşündü Dale, iki yanında hücrelerin sıralandığı taş girişli bir koridorun yarısında arı, sefil görünümlü hücrelerden birine daldı ve yırtık pırtık bir şiltenin üzerinde daireler çizmeye başladı. Önce, hiçbiri konuşmadı. Buna gerek yoktu. Ty kısa bir süre önce buradaydı. Çocuğun -korkusunun- kokusunu neredeyse hissedebiliyorlardı. Sonra Beezer, Jack’e döndü. Gür, kızıl-kahverengi sakalları üzerinden bakan mavi gözleri öfke doluydu. “Yaşlı piç çocuğu bir şeyle yakmış. Ya da elektrik vermiş.” Jack başını salladı. Kokuyu o da hissediyordu. Gerçi burnuyla mı yoksa aklıyla mı hissettiği tartışılırdı ama bu ayrıntı üzerinde durmadı. “Burnside artık bunların hiçbirini yapamayacak.”

Kraliçe arı hızla aralarından geçti ve koridorda sabırsızca küçük daireler çizdi. Koridorun geldikleri taraf olan sol kısmı, arı sürüsüyle kararmıştı. Sağa döndüler ve kısa bir süre sonra arı onları sonsuzluğa doğru iniyormuş gibi görünen bir başka merdivene yöneltti. Bir ara yukarıdan damlaların süzüldüğü bir bölümden geçtiler, belki Kara Ev’in hayal edilemez bağırsaklarından birinde, merdivenlerin bu bölümünün üzerinde bir yerde bir sızıntı olmuştu. Basamakların altısı ıslaktı ve hepsinin de üzerlerinde izler vardı. Bilgi vermek için fazla belirsizdiler (Jack de Dale da aynı şeyi düşünmüştü) ama Sawyer Çetesi bunun üzerine cesaretlenmişti: iz gruplarından biri büyük, biri küçüktü ve taze sayılırlardı. Sonunda bir yere varıyorlardı galiba! Daha hızlı ilerlemeye başladılar. Arılar, arkalarından giderek onları yoğun bir bulut halinde takip ediyordu.

Sawyer Çetesi için zaman kavramı ortadan kalkmış olabilirdi, ama Ty için giderek daha acı verici bir şekilde ilerlemeye devam ediyordu. Bay Munshun’un yaklaştığını hissetmesinin hayal gücünden mi yoksa önsezilerinden mı kaynaklandığını bilmiyordu, ama ikincisi olması ihtimali onu ölesiye korkutuyordu. Bu kulübeden çıkmalıydı, buna mecburdu ama lanet çanta sanki onunla alay ediyordu. Bağırsağı bir nevi kement olarak kullanmış ve yanına çekmişti; ne var ki, bu işin kolay kısmıydı. Zor olan, kahrolası şeyi uzanıp tutabilmekti.

Ne kadar uzanmaya çalışsa da, sol omzunu ve kelepçeli bileğini, acılamalarına aldırmadan olabildiğince zorlasa da yetişemiyordu; en azından altmış santimlik bir mesafe kalıyordu. Can acısıyla akan gözyaşları, yanaklarından aşağı süzülüyordu. Gözyaşlarının yerini hemen yağlı alnından akan ve gözlerini yakan ter damlacıkları alıyordu.

“Tekme at,” dedi. “Futbol oynar gibi.” Kapıya yakın, yerde biçimsiz bir şekilde yatan cesede, eski işkencecisine baktı. “Tıpkı futbol oynar gibi, tamam mı, Burn-Burn?”

Ayağını çantanın kenarına dayadı, çantayı duvara yasladı ve kan lekeleriyle kaplı duvardan yukarı kaydırmaya başladı. Aynı zamanda eğiliyordu... şimdi otuz beş santim... şimdi sadece otuz... yetişiyor...

...ve deri çanta, ayakkabısının ucundan kurtulup yere düştü. Pat.

“Gelip gelmediğine bakıyorsun, değil mi, Burny?” Ty nefes nefese kalmıştı. “Bakman gerek çünkü biliyorsun, benim sırtım kapıya dönük. Gözünü dört aç, tamam mı? Sen... Kahretsin!” Çanta bu kez, daha duvardan yukarı kaydıramadan ayakkabısının ucundan kurtulup düşmüştü. Ty serbest elini öfkeyle duvara indirdi.

Bunu neden yapıyorsun? diye sordu bir ses soğukkanlılıkla. Bu, annesininkine benzeyen ama annesine ait olmayan sesti. Bunun sana bir yararı olacak mı?

“Hayır,” dedi Ty kırgınca. “Ama kendimi daha iyi hissetmemi sağlıyor.”

Kurtulup özgür olmak kendini çok daha iyi hissetmeni sağlayacak. Şimdi, tekrar dene.

Ty, deri çantayı bir kez daha duvara itti. Ayağını yan tarafına dayadı ve içindekileri hissetmeye çalıştı -mesela bir anahtar- ama anlaşılmıyordu. Spor ayakkabıyla anlayabilmek mümkün değildi. Çantayı tekrar duvardan yukarı kaydırmaya başladı. Büyük bir dikkatle... yavaşça... gol için topu kaleye doğru sürer gibi...

“Sakın onu içeri alma, Burny,” dedi ölü adama nefes nefese. “Bana o kadarını borçlusun. Mono raya binmek istemiyorum. Son-Dünya’ya gitmek istemiyorum. Ve bir Kırıcı olmak istemiyorum. Ne olduğunu bilmiyorum ama olmak istemiyorum. Ben bir kâşif olmak istiyorum... belki Jacques Cousteau gibi su altında.. ya da Hava Kuvvetleri’nde bir pilot... ya da belki... KAHRETSİN!”

Çanta tekrar düştüğünde, hissettiği sinir bozukluğuna öfke ve paniğe valf bir his eklenmişti.

Bay Munshun telaşla koşuşturuyordu. Giderek yaklaşıyordu. Onu uzaklara götürmek istiyordu. Din-tah. Abbalah-doon. Sonsuza kadar.

“Belki da lanet olası anahtar çantanın içinde bile değildir.” Sesi titriyordu Neredeyse hıçkırmaya başlayacaktı. “Öyle mi, Burny?”

“Sevimli” Burnside yorum yapmadı.

“Bahse girerim içinde hiçbir şey yoktur. Sadece belki... bilmiyorum... mide ilacı falan olabilir. İnsan eti yemek mutlaka sindirim sorunlarına yol açıyor olmalı.”

Ty yine de ayağıyla çantayı duvara dayadı ve büyük bir dikkatle, yavaşça parmaklarının erişebileceği mesafeye kadar kaydırmaya çalıştı.

Dale Gilbertson hayatı boyunca Coulee Bölgesi’nde yaşamıştı ve yeşillik görmeye alışıktı. Ona göre ufka kadar uzanan ağaçlar, bahçeler ve tarlalar gayet normal bir görüntü oluşturuyordu. Belki bu yüzden Conger Yolu’nun iki tarafındaki çorak, kavruk, dumanı tüten araziyi böyle hoşnutsuzca ve giderek artan korkuyla izliyordu.

“Nedir burası?” diye sordu Jack’e. Kelimeler kısa nefesler gibi çıkmıştı ağzından. Sawyer Çetesi’nin golf arabası yoktu, bu yüzden taban tepmek zorundaydılar. Aslında yürüyüş hızları, Ty’ın golf arabasını kullandığı hızdan biraz daha fazlaydı.

“Tam olarak bilmiyorum,” dedi Jack. “Çok uzun bir zaman önce buna benzer bir yer görmüştüm. Bombalanmış Bölge denen bir yerdi. Orası...”

Pullu derisi olan yeşilimsi bir adam, aniden büyük taşlardan oluşan bir yığının ardından çıkarak üzerlerine atladı. Bir elinde kalın ve uzun bir kırbaç vardı. Yaratık, garip bir şekilde Richard Sloat’un güldüğünde çıkardığı sese benzer bir sesle gürledi. “Grraarr!”

Jack, Ty’ın sopasını kaldırdı ve yaratığa sorarcasına baktı, bunun tadına bakmak mı istemiştin? Yaratığın bunu istemediği belliydi. Birkaç saniye boyunca olduğu yerde hareketsiz kaldıktan sonra arkasını dönüp kaçtı. Taş yığınlarının arasına döndüğü sırada Jack, yaratığın ayak bileklerinin arkasında dikenler büyüdüğünü gördü.

“Harika Çocuk’tan hoşlanmıyorlar,” dedi Beezer sopaya takdir dolu gözlerle bakarak. Colt’un ve Ruger’ın hâlâ tabancalar ve kendilerinin de hâlâ Doc, Dale, Beezer ve Jack olduğu gibi sopa da hâlâ bir beysbol sopasıydı. Ve Jack bunun onu pek şaşırtmadığını düşündü. Parkus eski hastane çadırının yakınında yaptıkları görüşmede ona bunun Öte-ikizlerle bir ilgisinin olmadığını söylemişti. Bu yer Ötedünya’ya bitişik olabilirdi ama Ötedünya değildi, Jack bunu unutmuştu.

Şey, evet... ama kafamı meşgul eden başka konular var.

“Bu hoş yolun karşı tarafındaki beyaz duvara alıcı gözle bakmış mıydınız, bilmiyorum çocuklar,” dedi Doc. “Ama o büyük, beyaz taşlar kafataslarıymış gibi görünüyor.”

Beezer kafatası duvarına lanetlercesine baktı ve sonra başını tekrar karşıya çevirdi. “Beni asıl endişelendiren, o,” dedi. Yan yana sıralanmış kırık dişlere benzeyen ufukta dev bir çelik, cam ve makine bileşimi yükseliyordu. Tepesi, bulutların arasında kayboluyordu. Kırbaçların sesini duyabiliyorlar, zorlukla hareket eden küçük şekilleri seçebiliyorlardı. Bu mesafeden kırbaç sesleri, tüfek seslerini andırıyordu.

Jack’in ilk aklına gelen, Kızıl Kral’ın Kırıcılar’ına baktığını zannetti, ama hayır, bu çocukların sayısı çok fazlaydı. Bu yapı, çalışma enerjisi köleler tarafından sağlanan bir tür fabrika ya da nükleer santraldi. Kırıcı olacak kadar yeteneği bulunmayan çocuk köleler. Kalbi yoğun bir öfkeyle patlayacakmış gibi oldu. Arkasındaki arıların vızıltısı, bunu hissetmişler gibi arttı, yüksek bir uğultu halini aldı.


Yüklə 2,7 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   50   51   52   53   54   55   56   57   58




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin