T. C. DİYanet iŞleri başkanliği trabzon-akçaabat-darica



Yüklə 478,27 Kb.
səhifə4/11
tarix24.12.2017
ölçüsü478,27 Kb.
#35909
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

B-Vahyin İçeriği:

1-Vahyin Kaynağı:


Vahyin kaynağı Allah’u Teala’dır.99 Kur’an-ı Kerim ise Allah’ın Hz. Muhammed’e Cebrail ile gönderdiği vahyin yazıldığı kitabıdır. Kur’an Allah ile insan arasında bir iletişim kitabıdır.100 Vahiy ise Allah’ın peygambere, insanlara tebliğ edilmek üzere gönderdiği bilgilerdir.101 Vahyin kaynağını tespit etmek bir anlamda onun mahiyeti hakkında da bize bir fikir verecektir.

Ali Bulaç, Vahyi “Allah tarafından peygamberin kalbine ilka edilen bilgi” diye tarif ettikten sonra vahyin kaynağı hakkında şunları söylemektedir: Vahiy olayında peygamber dâhil hiçbir beşerin herhangi bir katkı, müdahale ve etkileşimde bulunmamış olmasıdır. Bu anlamda vahiy, tamamıyla ilahi saf bilgiyi temsil eder. Vahyi getiren Melek de, onu alan Peygamber de yalnızca birer aracıdırlar. Vahiy, duyumlanabilir dünya hakkında olduğu kadar, tarih, insanın enfüsi gerçekleri, varlık, kozmik düzen ve fizik ötesi âlem hakkında da bilgi ve haber verir. Buna inanan için vahiy, gerçekliğin bilgisini, yani Hakikat’i içerir ve temsil eder. En karakteristik özelliği, vahyin salt beşeri algı ve tecrübe ürünü söz, tasavvur, düşünce öngörü ve bilgi türü olmaması, aksine tamamen ilahi oluşudur.102

Konumuzla ilgili olarak Allah’u Teala şöyle buyuruyor: “Dereceleri yükselten, Arş'ın sahibi Allah, kavuşma günüyle korkutmak için kullarından dilediğine iradesiyle ilgili vahyi indirir.103 Fahrettin er-Razi, bu ayeti izah ederken vahyin beş temele dayandığını belirtir.

1-Vahyi Gönderen: Vahyi gönderen Allah’tır. Bundan dolayı o vahyi indirmeyi kendisine izafe eder.

2- Gönderme: Gönderme ve gönderilen şey vahyin kendisidir.

3-Vahyin Ulaşması: Vahyin Allah’tan peygamberlere ulaşması ancak melek vasıtasıyla olur.

4- Vahyin Gönderildiği Kimse: Bunlar da Peygamberlerdir.

5- Vahyin Gönderme amacı: İnsanları bu maddi âlemden peygamberler aracılığı ile ruhi-manevi âleme yöneltmektir.104

Hemen belirtmeliyiz ki, vahyin muhtevasını oluşturan bilgilerin kaynağı meselesinde, İslami nazariye dışında gayr-i İslami nazariyeler de vardır. Bunların başında vahyin kaynağını akla dayandıran görüş gelir. Bu görüşün temeli, Stoa felsefesinde görülmektedir. Söz konusu felsefeye göre vahiy (din) Tanrı’nın bir açılımının değil, aklın ürünüdür. Çünkü akıl, doğa ile aynı anlama gelir. Doğa içinde de “evrensel akıl” egemendir; insanda doğanın bir parçası olduğuna göre, onun doğasının yapısı da akıldır. Dolayısıyla Stoalılarla onların yolunda yürüyenler, doğa ya da doğal ışık deyince hep aklı anlamışlardır. Görüşleri ana hatlarıyla şöyledir: Kurtuluş ve mutluluğa erişmek için yalnız akıl ve doğa yasası kâfidir. Onun içinde ne çok tanrılı dinlerin ne de kitap (vahiy) dinlerinin yasalarına ihtiyaç yoktur. Çünkü bütün dinler, doğal olan ve her insanda baştan beri bulunan tek bir dinin çocuklarıdır. Bu tabii dinin temel esasları da, tanrı’nın bir olduğuna, ahlak bilincine, özgürlüğe, ölümsüzlüğe ve öbür dünyada mutlaka bir misillemenin yapılacağına inanmaktadır.

Görüldüğü gibi Stoa felsefesi savunucuları ve onun takipcileri, vahyin muhtevasında yer alan ve adına din denen doğruların akıl tarafından ortaya konulabileceğini söylemek suretiyle vahyin kaynağının Tanrı değil, akıl olduğunu ileri sürmüş olmaktadırlar. Çünkü onlara göre vahiy muhtevası içinde bulunan asıllar, doğal dinde mevcuttur ve bu dinin kaynağı da akıldır. Görüldüğü gibi bu da kaynağında tabiatüstü bir özelliği olan din kurumunu aklileştirmek, başka bir değişle mahiyetini inkâr etmek demektir.105

İslam inancı’na göre insanlığın ilk dini tevhid dinidir. Yani vahyin kaynağı ve söz konusu dinin kurucusu, Yüce Allah’tır.106 Allah, kâinatı ve insanı yaratmış, kitaplar ve peygamberler göndermiştir.107 İnsanlar bir erkek ve bir dişiden yaratılmıştır.108 Hz. Âdem’e her şeyin ismi öğretilmiş109 ve kendisi ilk peygamber olarak görevlendirilmiştir. Böylece Hz. Âdem de Allah‘tan aldığı vahiy ve ilham ile kendi devrindekileri irşad etmiştir. Sonra insanlar tevhid esaslarını unutup, Allah’tan başka şeylere, tabiat kuvvetlerine, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapınmaya ve bunları Allah’a ortak koşmaya yönelmişlerdir. Bundan dolayı da Yüce Yaratıcı, insanlar arasından seçtiği bazı zatları üstün vasıflarla donatıp elçi olarak göndermiş ve bu zatlar aracılığıyla insanları hak dine, doğru yola davet etmiştir. Böylece denilebilir ki, inanlık esasen başlangıçtan beri aynı inanç üzere idi, çünkü bütün peygamberler aynı itikadı esasları tebliğ ediyorlardı, sapmalar sonradan meydana gelmiş oldu.110

2-Vahiy Meleği:


Melekler nurdan yaratılmış ruhani varlıklardır.111 Akıl ile iman onlarda en yüksek derecedir. Bu sebepledir ki melekler, her an bu üstün imanın gereğini yerine getirip asla isyan etmezler.112

Yaratılış özelliklerinden dolayı meleklerin bazısına çok büyük görevler verilmiştir. Önemli görevler yüklenen meleklerden biri de vahiy meleğidir.113 Allah’u Teala’nın “De ki: Onu, Mukaddes Ruh (Cebrail), iman edenlere sebat vermek, Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak olarak indirdi.”114 Ayeti Cebrail’in, insanlığı nefis ve şeytan engelinden kurtaracak ilahi sistemi peygamberlere getirmekle görevli olduğunu bize haber vermektedir. Böylesine önemli bir vazife için dört büyük melekten birinin seçilmiş olması da, sadece davetin büyüklüğünü göstermekle kakmayıp aynı zamanda insanlığa verilen değere de işaret etmektedir.115 Anlaşılıyor ki Cebrail (as), ilahi vahyi meleklere ve peygamberlere ulaştıran vahiy meleğidir.116

Vahiy Meleği, Kur’an da “Cibril”117 şeklinde üç yerde zikredilmektedir. Ayrıca “Ruh”118, “Ruhu’l-Kudüs”119, “Ruhu’l-Emin”120 ve “Resul”121 gibi isimler kullanılır. Yine Kur’an’ın bildirdiğine göre Ruh, meleklerin en üstünü ve derece itibariyle Allah’a en yakın olanıdır.122 Söz konusu Ruh’un Cebrail olduğu Kur’an-ı Kerim’de belirtilmiştir.123

Allah’u Teala, Hz. Muhammed’e vahiy getiren elçiyi, “Bu Kur’an arşın sahibi katında değerli, güçlü, sözü dinlenen ve güvenilen şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.”124 Şeklinde altı kemal sıfatla övüyor. Bu ayetlerin tefsirini yapan Fahrettin er-Razi şöyle diyor: Bil ki Allah Teâlâ burada Cebrail (a.s)'i şu altı sıfatla tavsif etmiştir.

1. Risalet: Onun bir resul (elçi) oluşudur. Onun, peygamberlere Allah'ın bir elçisi olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh o bir resul, bütün peygamberler de onun ümmetidir. İşte bu husus, Hak Teâlâ'nın "Allah melekleri, o Ruh’la birlikte, dilediği kullarına, emrinden dolayı indirir"125 ve "Onu senin kalbine Ruhu'l-Emin indirdi"126 ayetlerinden kastedilen husustur.

2. Kerem: Cebrail (a.s)'in "kerim" oluşudur. Hediyelerin en kıymetlisi olan, marifetullah, hidayet ve irşadı getirip vermesi, onun kerim (cömert ve şerefli) oluşundan dolayıdır.

3.Kuvvet: Onun "kuvvetli" oluşudur. Kimileri bu sıfatı, "şiddetli-çetin" manasına hamletmişlerdir.

4. Çok Muteber: "Arşın sahibi nezdinde çok itibarlı" oluşudur.

5. Sözü Tutulan: "Orada kendisine itaat olunandır" ayetinin beyan ettiği husustur. Bil ki ayetteki “semme” "orada" kelimesi, "Arşın sahibi nezdinde" ifadesindeki, "nezdinde"ye bir işarettir. Buna göre mana, "Cebrail, Allah yanında, mukarreb melekler arasında, kendisine itaat olunan, mukarreb meleklerin emrine göre hareket edip, fikrine başvurdukları itibarlı bir melektir" şeklinde olur.

6. Emanet (Güvenilir): "emin" sıfatıdır. Bu, "Allah'ın vahyi ve risaleti (elçiliği) konusunda, hainlikten ve hatalardan koruyup muhafaza ettiği, güvenilir bir elçidir" demektir.127 O, aldığı emirde asla sınırı aşmaz, görevini gereği gibi yerine getirir.128

Cebrail, dünyada da ahirette de Allah ile mahlûkat arasında elçidir. O, meleklere ve peygamberlere ilahi vahyi tebliğ eder, bu sebeple de Allah’la vasıtasız konuştuğu Hz. Peygamber’in hadislerinde mevcuttur.129

3-Resul-Nebi-Peygamber:


Resul, lügatte, gönderen kişinin teslim etme veya alma şeklinde verdiği elçilik vazifesini yerine getirendir. Istılahi olarak Resul, insanlara hükümleri tebliğ etmek üzere Allah'ın gönderdiği insanlardır. Kelbi ve Ferra şöyle dedi: Her Resul Nebi'dir. Bunun aksi düşünülemez. Resul kendisi Allah katından yeni bir din ve şeriat getiren kimsedir.130

Nebi ise; kendisi yeni bir şeriat getirmeyip daha önce gönderilmiş bir Resulün şeriatını tamamlayan kimsedir. Dolayısıyla Resul'den daha dar bir anlamı vardır. Nebi, kendisine melek ile vahiy gönderilen veya kalbine ilham edilen veya salih rüya ile uyarılan kimsedir. Çünkü resul, nebilik vahyinin üzerinde olan özel bir vahye mazhardır.131 Resul ve Nebi kavramları hakkında Muhammed Hamidullah şöyle diyor: “Biz, adeten kendisine kitap verilmemiş olana nebi, kendisine kitap verilmiş olana da resul diyoruz.”132 Kadı Abdulcebbar’a göre, terim olarak “nebi” ve “resul” arasında fark yoktur. Dolayısıyla her resul nebidir, her nebi de resuldür. Ayrıca Abdulcebbar, bu görüşünü bu iki kelimenin aynı ayette133 kullanılmış olmasını ileri sürerek delillendirmektedir.134

Peygamber, haber getiren anlamındadır. Cenab-ı Allah'ın kullarına haber getirmek, dinini bildirmekle vazifelendirdiği kimseye, Allah elçisi, nebi, resul, yalvaç denir.135 Biz, bu tezimizde hem resul hem de nebi kavramını içine alan peygamber kelimesini kullanacağız.

Peygamber, hassas ve yıkılmaz şahsiyetiyle sarsılmadan ve korkusuzca ilahi tebliği ilan ederek insanları, uyuşukluk ve düşük ahlaki gerilim durumundan çıkarıp Allah’ı Allah olarak, şeytanı da şeytan olarak açıkça görebilecekleri bir teyakkuz durumuna geçirmek için, uyandıran olağanüstü bir insandır.136

Allah’u Teala, insanların doğru yolu bulup kendisine kulluk edebilmeleri için onlara, gerekli olan ihtiyaçları yanında, rahmetinin bir sonucu olarak da peygamberler göndermiştir. Bilindiği gibi Peygamberler, özellikle ahlaki kriz dönemlerinde insanlığı kurtarmak amacıyla görevlendirilmişlerdir. Çünkü insanların en kaygan ve dolayısıyla kontrolü en zor olan yönleri, davranışlarının ahlaki yönüdür. İşte bu amaçla gönderilen peygamberler, ilahi tebliğe konu olan muhtevaları vahiy elçisinden almışlardır.137

İbn Haldun, vahiy aracılığı ile Allah’u Teala ile irtibatı olan Peygamberlerin, melek aracılığı ile Allah’tan vahiy alacak özellikte yaratılmış üstün vasıflı insanlar olduğunu ifade etmektedir. Bu konudaki görüşü şöyledir: ‘‘Peygamberler, Allah’ın elçileri olup, yaratan bunları kâmil bir surette yaratmıştır. Bunlar istedikleri zaman bir kere göz açıp kapayıncaya kadar kutsal âlemlere çıkar, beşeri hallerinden sıyrılarak melek halini alırlar. Bu ise, vahiy anında vuku bulur. Bunlar yaratılışlarıyla her türlü kötülükten ve günah sayılan işlerden uzak tabiatta olup, daima itaat ve ibadete gayret sarf etmek ve her türlü hayırlı işlere rağbet etmekle, gayb’a gözlerini dikmiş bir halde bulunan insanlardır. Ve istedikleri zaman tanrısal fezaya dalarlar. Beşeriyetten melekliğe yükselirler, yukarı âlemlerden itikat, amel ve ahlaka dair bilgiler telakki ederler.’’138

Vermiş olduğumuz tariflerden anlaşıldığı gibi vahiy, aracı melekle peygamberler arasında meydana gelen tek taraflı bir iletişim tarzıdır. Bu iletişimde gerekli olan iki ortak nokta vardır. Birincisi, aynı işaret veya anlaşma sisteminin kullanılmasıdır. Başka bir ifade ile iletişimin gerçekleşebilmesi için onun, lisanî bir konuşma olması ve kullanılan dilin, her iki tarafın anlayabileceği ortak bir dil olması gerekmektedir.139 Hz. Adem(as)’dan Hz. Peygamber (sav)’e kadar geçen vahiy sürecine baktığımız zaman her peygambere kendi lisanıyla vahyedildiğine şahit olmaktayız. İkinci ortak nokta, vahiy esnasında konuşan ve dinleyen zatın aynı kategoriye mensup, aynı düzeyde varlıklar olmasıdır. Hâlbuki sözü edilen vahiy tarzında konuşanlar, birbirinden farklıdır. Yani burada melekle insanın konuşması söz konusudur. O halde bu tür bir vahyin gerçekleşmesi için bu iki varlık arasında nasıl olağanüstü bir durum meydana gelmelidir? Hemen belirtelim ki, bu hususun bazı İslam âlimleri tarafından çok iyi kavrandığı anlaşılmaktadır. Mesela, Suyuti’nin konuyla ilgili bir yorumu vardır: Vahiy, melekle insan arasında meydana gelen olağanüstü bir konuşmadır. İki taraf arasında bir çeşit eşitlik gerçekleşmedikçe, yani konuşan ile dinleyen arasında bir ilişki olmadıkça, karşılıklı bir kelime alış-veriş, öğretim ve öğrenim mümkün değildir. Bu durumda melekle insan arasında böyle olağanüstü bir ilişki nasıl kurulabilir? Bunun iki yolu vardır. Ya dinleyen konuşanın galip etkisiyle derin bir kişisel değişikliğe uğrar, ya da konuşan aşağı inip bir parça dinleyenin sıfatlarına bürünür. Hz. Muhammed (sav)’in vahiy alması her iki şekilde de vuku bulmuştur. Fakat bu iki halden birincisi daha zordur.140

İbn Haldun da peygamberlerin melekle münasebet kurmalarını, ancak kendilerinin melekleşmeleriyle mümkün görmektedir. Ona göre bunun yolu da, peygamberlere manevi bir kuvvetin gelip kendilerini etkilemesi ve tabiatlarını değiştirmesiyle gerçekleşmektedir. Konuyla ilgili görüşü aynen şöyledir:‘‘Vahyin nuru, ortaya çıktığı vakit peygamberler yanlarında bulunanlardan büsbütün kaybolarak maneviyata yönelmiş olurlar ve dışardan bakıldığında uyku ve bayılma gibi bir hal meydana gelip, görenler onları uyuyor yahut bayılmış sanırlar. Hâlbuki o durumda bu hallerden hiçbirisi söz konusu değildir. Hakikatte kendileri horuldama halinde iseler de, ruhları tanrısal cezbeden ötürü yüce olan ruhlar ve meleklerle ruhani münasebet ve temaslarda bulunup, bunları müşahedeye dalmış oldukları için beşer anlayışının büsbütün dışında bir durumdadırlar. Bu cezbe anında peygamberler fısıldayarak söylenen sözleri işitir ve anlarlar.141


4-Vahiy’de Gizlilik:


Peygamberlerin Allah’u Teala’dan almış oldukları vahyin en önemli vasfı, onu gizli bir şekilde almış olmalarıdır.142

Vahiy, Hz. Peygamber (sav)’e, yalnız tek başına kaldığı zamanlarda değil, ashabıyla yahut zevceleriyle birlikte bulunduğu anlarda da geliyordu.143 Resulullah’ın yanında bulunanlar Onda gördükleri bazı hallerden dolayı ona vahyin geldiğini anlıyorlar,144 fakat ne olup bittiğini fark edemiyorlardı. Çünkü vahiy meleğinin melek şekliyle ne görülmesi, ne de sesinin işitilmesi onlar için mümkün değildi.145 Öğle anlaşılıyor ki, vahyin, sözünü ettiğimiz bu “gizlilik vasfı”, vahiy tarihi boyunca hep devam ede gelmiştir.


5-Vahiy’de Süratlilik:


Allah’u Teala ile İnsanoğlu arasındaki iletişim vasıtası olan Vahyin, anlaşılması zor olan unsurlarından biri de, peygamberlere ulaştırılmasındaki süratliliktir. Bekli de üçüncü şahıslardan gizlenmesinin asıl sebebi budur. Çünkü peygamberlerin dışında hiç bir insan, o süratte bir konuşmayı takip edecek olağanüstü bir tabiatta yaratılmış değildir. Gerçekten de normal bir okuyuşla tilaveti, birkaç saat sürebilecek olan bir surenin, kısa bir zaman içerisinde Hz. Peygamber (sav)’e nakledildiğini düşünürsek, vahiy olayındaki intikal süresinin ne kadar kısa bir süre olduğunu kolayca anlayabiliriz.146 Bu hususla ilgili olarak İbn Haldun şöyle diyor: “(Peygamberlerin) Cebrail’den vahiy telakki etmeleri bir anda, bir kere göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir müddet içinde meydana gelir. Çünkü onların kalpleri daima gayb âlemine yönelmiştir. Tanrısal bilgiler onların kalplerine çarçabuk akseder. Bundan dolayı bu durum çabukluk (sürat) manasına gelen vahiy sözüyle ifade edilmiştir. Bunun sebebi şudur ki, peygamberlerin bilgileri bizimki gibi çalışıp çabalayarak öğrenilmiş, dercedilmiş ve belirli vakitlerin geçmesiyle elde edilmiş bilgiler değildir. Bu bilgiler, onlara bir defada telkin edilmiştir.”147

Hz. Peygamber (sav) vahyi alma hususunda acele edince, Allah’u Teala, Kur’an vahyini Hz. Peygamber’in kalbine süratli bir şekilde yerleştireceğini şöyle ifade ediyor: “(Resulüm ) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma, şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et, Sonra onu anlatmak da elbette bize aittir.148 Hz. Peygamber, gelen vahyi hemen hafızasına yerleştirmek için ta­mamlanmasını beklemeden diliyle tekrarlıyordu. Allah’u Teala bu ayetleri indirerek ona vahiy geldiğinde nasıl davranması gerektiğini öğretmiştir.149 Bu ayetlerde Yüce Allah üç şeyi kendi üze­rine aldığını bildirmiştir:

1. Vahyi hafızalarda ve yazılı olarak toplayıp unutmama­sını sağlamak.150

2. Vahyi Hz. Peygamber'in oku­masını sağlamak.

3. Vahyi açıklamak. Ayrıca Kıyamet Suresi 19. ayette vahiy kendisine okundu­ğunda Hz. Peygamber'in susarak onu dinlemesi emredilmiş, o da böyle yapmıştır.151 Allah’u Teala "biz onu okuduğumuz zaman"152 buyurarak okuma fiilini kendisine isnat etmiştir; oysa başka ayetlerde onu vahiy meleğinin (Cebrail) Hz. Peygamber'in kalbine indirdiği bildirilmektedir.153 Bu ayetler arasında çeliş­ki yoktur. İlâhî vahyin Cebrail aracılığı ile Hz. Peygamber'in zihnine yerleştiril­mesi de bir okumadır.154

Amir eş-Şa'bî dedi ki: Peygamberin kendisine nazil olduğunda Kur'ân-ı Kerim’i tek­rarlamakta acele etmesi, ona olan sevgisi ve diliyle onu okurken ondan al­dığı lezzetti. Vahiy tamamlanıp, kalbinde toplanmadan bu şekildeki hareke­ti ona yasaklandı. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı diğer kısmı ile irtibatlıdır. Denildiğine göre, Peygamber (sav)'e vahiy nazil oldu mu, unuturum korkusu ile vahyin nüzulü ile birlikte dilini de kıpırdatırdı. Bunun üzerine: "Sana onun vahyi tamamlanmadan önce Kur'ân'ı okumayı acele etme!"155; "Sana (Kur'ân'ı) okutacağız ve unutmayacaksın"156 buyrukları ile "dilini onunla kıpırdatma"157 buyrukları nazil oldu.158


6-Vahiy Yolları’nın Cin Ve Şeytanlardan Temizlenmesi:


Allah’u Teala, Kur’an-ı Kerim’de, bazı cin ve şeytanların yüksek melekler meclisi anlamına gelen Mele-i ala’ya çıkarak kulak hırsızlığı yaparak bir takım haberleri çaldıklarını,159 bundan dolayı yıldızlar ve gezegenlerle süslenen en yakın göğün koruma altına alındığını beyan etmektedir.160 Bu koruma vahiy için de söz konusudur.161 Ancak vahiy yalnız semada değil arzda da korunmuştur. Semadaki koruma, aracı meleğin, vahyi kaynağından alma ve peygamberlere ulaştırıncaya kadar geçtiği yollar da, arzdaki korumada vahyin peygamberler tarafından okunması esnasında bahis konusudur.162

Allah’u Teala, peygamberlere göndermiş olduğu vahyin bir dış müdahaleye maruz kalmadan, orijinal şeklinin bozulmadan, kendilerine ulaşmasını sağlamak için, vahiy yollarını cin ve şeytanlardan temizlenmesine dair birtakım güçlerden bahsetmektedir. Vahiy yollarının korunmasıyla ilgili ayetler mealen şöyledir: Doğrusu biz (cinler), göğü yokladık, fakat onu sert bekçilerle, alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Hâlbuki (daha önce) biz onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir yalın ateş (şihab) buluyor.163 Fahreddin er-Razi’ye göre ayetteki bu ifade, "Biz dinliyorduk, ama şu anda her ne zaman dinlemek istesek, şihablarla kovuluyor ve taşlanıyoruz." demektir.164 Mevdudi de bu ayetin tefsirin de şöyle diyor: Bu sebepten cinler, yeryüzünde ne büyük bir hadise meydana gelmiş ki haberleri korumak için çok sıkı denetim alınmış, bunun tahkikatı içerisindeydiler. "Şimdi artık gökyüzünden haber almaya bir fırsat bulamıyor, her yerden takip edilerek kovuluyoruz" diyorlardı.165 Elmalılı da bu ayetlerin tefsirini yaparken “şihabın” hakiki manasını verdikten sonra bu kelimenin mecaz manada anlaşılabileceği kanaatindedir. Şöyle ki: ŞÜHUB “şihâbın” çoğuludur. Şihâb, esasen ateş alevidir. Nitekim "Parlak bir ateş koru."166 Ayetinde de bu manada kullanılmıştır. Bundan, gökte yıldız kayar gibi kayan parıltılara da isim olmuştur. Mananın özeti şu oluyor: Biz iman ettik ki, "Allah kimseyi peygamber göndermeyecek, göndermez." zannı yanlış imiş, biz yüce bir şahsın peygamber gönderildiğini anladık. Çünkü biz göğü, o yüksek âlemi yokladık da onu şiddetli bekçiler, kuvvetli muhafız melekler ve atılmaya hazırlanmış ateş gibi alevler, korlarla doldurulmuş bulduk. Bilindiği gibi biz, o gökleri dinlemek, haber almak için bazı mevkilerde otururduk. Yani bazı yerlerde durup etrafı gözetler, gizli gök haberleri alır, onlarla halkı şaşırtırdık. Fakat şimdi "her kim dinlemek isterse onu gözaltında bulundurup gözleyen, yakmaya hazır bulunan bir ateş parçası, parlak bir alev bulunuyor. O Kur'an'ın ve onu okuyan zatın karşısında cin ve şeytan böyle eriyecek bir durumda kalıyor. İşte yüce Allah böyle birisini göndermiş ve âlemi böyle değiştirmiştir. Burada çoğunlukla “şihâbın” zahiri manasında ısrar ediliyorsa da biz bu ısrarda manayı maddeleştirmekten başka bir yarar görmüyoruz. Asıl maksat, peygamberlik nuru ve Kur'an ayetleri ile hakikat âleminde parlatılan ve batıl fikirlere karşı fırlatılan ateşi andırır uyarıları anlatmak olması daha yüksek bir mana olduğu kanaatindeyiz. Zira hava olaylarından olan o ateşlerin Peygamberimizin gönderilmesinden önce de olageldiği rivayetlerde de inkâr olunmuyor. Peygamberimizin gönderildiği sıralarda denildiği gibi fazla birçok ateş yağmurları olmuş ve bunlardan yıldız falcıları, kâhinler, şeytanlar korkup türlü manalar çıkarmaya çalışmış olsunlar. Fakat bu şekilde onlardan gök haberleri kesilmiş değil, aksine çoğaltılmış ve kulak hırsızlığına daha fazla meydan verilmiş demek olmaz mı? Oysa İbn Abbas Hazretlerinin söylediği ve bu ayetinde anlattığı mana, bu alevlerin, onlardan gök haberlerini kesmiş ve göğün kapılarını birer zabıta memuru olarak tutmuş doldurmuş olmalarıdır. Bu ise onların morallerini yıkıp yalanlarını, hafifliklerini ve taşkınlıklarını yakan hakikat alevlerini anlatıyor ki, onlar Muhammed (s.a.v)'in göğünden parıldayan ateşi andırır ayetler ve mucizelerdir ki, bunun karşısında insan ve cin şeytanlarının ödleri kopmuş, dilleri tutulmuştur.167

Görüldüğü gibi bu ayetler, Hz. Peygamber’e vahiy indirilirken gökyüzünün vurucu, delici şihablarla ve diğer sert bekçilerle doldurulduğunu, artık bundan böyle göklerden haber dinlemeye ve vahye müdahaleye kalkışan cinlere bu şihabların atıldığını bildirmektedir..

Şihabla aynı özelliği taşıyan bir başka yıldız da Tarık yıldızıdır. Bu yıldızı Kur’an’ın bizzat kendisi en- necmu’s-sakıb=delip geçen yıldız168 diye tarif etmektedir ki, onun niteliği de muhtemelen, otomatik olarak belirlenen hedefe isabet edip, onu saf dışı bırakmasıdır.169 Fahreddin er-Razi ve ondan daha önce ez-Zemahşeri bu yıldızın karanlıkları delip geçtiğini ve herhangi bir şeye isabet ettiğinde onun içine nüfuz ederek yaktığını belirtmektedirler.170

Allah’u Teala, yeryüzün de bulunan şeytanların da vahye müdahalede bulunduklarını ancak bunun da hemen sonuçsuz bırakıldığını haber vermektedir. Allah’u Teala, şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiç bir resul ve nebi görmedik ki o, bir temenni de bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşeri arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi ayetlerini (lafız ve mana bakımından) sağlam olarak yerleştirir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”171 Müfessirlerin çoğunluğu, bu ayette yer alan “temenni” kelimesinin “tilavet=okumak” manasına alınmasının daha isabetli olacağı kanaatindedirler.172 Buna göre söz konusu ayet, her peygamber kendisine gelen vahyi okuduğu zaman mutlaka şeytan o peygambere müdahalede bulunarak bir takım sözler atmaya kalkışmış, ancak Allah Teala şeytanın atmış olduğu düşünce ve sözleri iptal edip kendi vahyettiği ayetleri muhkemleştirmiştir, şeklinde yorumlanabilir. Bu da bize, yeryüzü şeytanlarının da vahye müdahale etmek istediklerini ama bunun da hiç bir zaman mümkün olmadığını göstermiş olmaktadır. Dolayısıyla semanın düzenini korumakla görevlendirilen şihab yıldızları ve rücum (ateş taneleri) sebebiyle, itaatten çıkmış bir takım cin ve şeytanların ne Mele-i Ala’dan kulak hırsızlığı yoluyla herhangi bir haber çalmaları ne de vahye müdahale ederek onu durdurmaya da kendi istekleri doğrultusunda değiştirmeleri mümkün değildir. Aynı şekilde yeryüzü şeytanlarının da, peygamberlerinin vahyi tebliğ etmeleri esnasın da onlara müdahalede bulunarak ilahi sözler arasına beşeri arzular katmaları imkân dâhilin de görünmemektedir.173




Yüklə 478,27 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin