Tedbili mekânda ferahlık vardır


manamu, aşkımız bir ara şarkıcık mıydı? ... Meryem gözlerinde hâlâ aşk çırpınıyor mu? Uçup gittin ve ne



Yüklə 1,02 Mb.
səhifə10/19
tarix27.10.2017
ölçüsü1,02 Mb.
#15591
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   19
manamu, aşkımız bir ara şarkıcık mıydı?

... Meryem gözlerinde hâlâ aşk çırpınıyor mu?

Uçup gittin ve ne aldı yerini?

Diyen şair... Fikret Demirağ... Memeler Dağı’ndan Mannav Ahmet Dayı’nın oğlu... O seni unutmadı, Atulla’yı unutmadığı gibi...

Yasemin kokuları serpilirken bir yaz akşamı, Atulla’ya nasıl aşık olduğu aklında mı o zayıf, o çelimsiz, o naif çocuğun?

Ya Atulla? O aklında mı?

Adı da önemli değil zaten kızın, o bir simgeydi... ... Belki de Kiriyakos Dragos’un kızı... Markos Dragos’un kızkardeşiydi...

Ve bir daha bakmadı yüzüne o oğlanın… Markos’un İngilizler tarafından delik deşik edilmiş bedenini gördüğü andan sonra, polis karakolunun avlusunda...

O günden sonra ne o zayıf, o çelimsiz, o naif çocuk duygulu bir delikanlı; ne de kendisi içi içine sığmayan yeşil gözlü bir kızdı artık...

Biri Türk idi; öteki Rum...

O kadar...

Böyle oldu sevdanın katli senin koynunda...

Harmaniyelerinin eteklerini savurarak dolaşan Romalılar’dan beri, dallarını meltemde azametle sallayarak, bize tepeden bakan mağrur hurmalardan da utanmıyoruz... Ayıplar olsun bize...

Lefke, sevgilim...

(Lefke Sevgilim’den…)

SİVİL İTAATSİZLİK

Siyasetçiliğimi, gazete yazarlığıma bulaştırmamaya gayret ederim. Ancak…

Cemil Çiçek’i hastalar eden bizim yaz mesaisi meselesinin, Kıbrıs’a has olmadığını, bütün Akdeniz ülkelerinde de geçerli olan bir uygulama olduğunu, Mısır, İspanya, İtalya, Yunanistan v.b. ülkelerde de uygulandığını, üstelik mucidinin de biz değil, İngiliz Sömürge yönetimi olduğunu, bu efendiye kimse anlatamadı… Gölgede sıcaklığın kırk dereceyi aştığı bir mevsimde, insanları zorla iş yerlerinde tutmaya çalışmanın mantığını anlamak, eğer ortada bir garez yoksa, çok zor. Unutulmamalı ki bu memlekette yaz mevsiminde özel sektörün de saat 13 ile 16 arasında çalışması yasaktı, 1974’e kadar…

“Türkiye’de böyle değil…”! Evet, değil… Ama orada da ülkeyi ille de merkezden yönetme merakı yüzünden, Akdeniz bölgesinde insanlar öğleden sonra canından bezerken, örneğin Rize’de de mesai bitiminde, arabaların farları, sokak lâmbaları açılmazsa, göz gözü görmüyor. Türkiye bürokrasisinin verimi de herhalde dillere destan değil… Bir defasında Marmaris’te bir sağlık ocağına uğradığımda, hekimler siesta’ya yatmış değillerdi ama ellerinde içinde buz küpleri yüzen, viski kadehleri ile dolaşıyorlardı, örneğin… “Bu ne hal?” dediğimde de “ Boş ver abi yahu… Hastalar zaten bizden sarhoş, kimse fark etmiyor “idi yanıt… Yirmi yılı geçti… “Bugün git, yarın gel” lâfını icat eden de herhalde öğlenleri siesta’ya yatan Kıbrıslılar değil…

Yalnız Cemil bey’in değil, pek çoğunun da “betine giden” bir diğer mesele da bizim burada kişi başına düşen milli gelirin, Türkiye’den yüksek olmasıdır. Kimse 1974’te burada kişi başına düşen milli gelirin Türkiye’nin kaç katı olduğunu sormuyor! O bir şey değil, buradaki eğitim düzeyi ile Türkiye’nin farkı da kimsenin aklına gelmiyor. Nüfusunun %90’ı lise, %70’i üniversite mezunu olan bir toplumu, Türkiye geneli ile neden kıyaslıyorsunuz canım kardeşim? “Muadiller” ile kıyaslayın… Yâni örneğin Kıbrıs’ın kuzeyinde bir hekim, avukat, mühendis, gazeteci, öğretmen yılda ne kazanıyor? Türkiye’de zamanında ayni sıralarda okuduğu meslektaşı ne kazanıyor? Buna bakın…

“Efendim, hepiniz memur oldunuz…” Haklısınız efendim ama bu sizin fikrinizdi, bizim değil… Her defasında karşı çıktık ve her defasında bize canımızı kurtardığınızı hatırlattınız…

“Efendim… Parayı biz veriyoruz…” Bütçenin %20’sini karşıladığınız, doğru canım kardeşim… %12’ye düşürdüğümüzde, çok kızıp hallendiğiniz yalan mı ama? Peki ya sizin bankalarınızdaki bizim mevduatın, İran ve Almanya’dan sonra 3. Sırada olması? 2 milyar 75 milyon YTL… Birazcık kaşıkla alıp, kepçe ile geri verme durumu olmuyor mu?

Kırk yıl, “açığınızı biz karşılarız” demek, yanlıştı evet… Ama o zaman yanlış olduğunu söyleyene “vatan haini” diyen de biz değildik, izninizle… Kırk yıldır, “yeyin da korkmayın, biz öderiz açığı” denilen adama, şimdi “neden yiyorsun?” diye sormak, hakkaniyetli mi?

“Kıbrıslılar bizi sevmez”! “Kıbrıslılar ve biz” dediğinizi duyduğu andan beri, çok sevdiği söylenemez… Ama izninizle, dün çıkıp nazikçe “Türkiye’ye de baş kaldıralım” diyen sendika başkanı, çifte uyruklu idi!

Bu halk, terk edildiği devlet, Osmanlı ile savaşırken bile Türkiye ile ilişkilerini sürdürdü, Türkiye’ye “işledi”… Bir hoyrat politikacı yüzünden, bu ilişki, “sivil itaatsizlik” çağrılarına muhatap oluyorsa, akılların başa devşirilmesinin zamanı gelmedi mi?

Birbirimizi daha çok kırmanın hiç âlemi yok ama neden kabul etmiyoruz ki bu kadar küçük bir toprakta, bu kadar az kaynakla sürdürülebilir bir ekonomi kurmak, zaten yeterince zor; ama özellikle siyasi durum yüzünden bu ekonomik yalıtılmışlıkla, imkânsızdır! Sorun buradadır…

Ve sorunu bu noktada tutmak politikası da gene bize ait değildir, canım kardeşim!

SİVİL TOPLUM

Bugün bütün toplumlarda genel kabul gören öyle kavramlar var ki bunların bırakın genel kabul görmesini, ortaya atılması için ne bedeller ödendi? 1 Mayıs, bunlardan biridir, örneğin… Eşit işe eşit ücret, bir diğeridir… 8 saatlik iş günü, bir başkasıdır… Halkların kendi kaderlerini belirlemesi hakkı, Dünya Kadınlar Günü ve daha niceleri… Bütün bunları ilk defa dile getirenler, genel olarak komünistlerdir. Ve bugün çok doğal sandığımız bu lâfların “doğal” olduğu kabul görene kadar, hapislerde yatmışlar, işkencelerden geçmişlerdir. Lenin (ulusların kaderi), Clara Zetkin (eşit işe eşit ücret), İngiliz Chartistleri (8 saatlik iş günü) v.b. yanında, bugün bütün toplumların, bütün toplumlarda herkesin ağzında sakız olan bir diğer kavram var ki, Sivil Toplum, onu da ortaya atan, ünlü İtalyan düşünür, eylemci, komünist Antonio Gramsci’dir… Gramsci, düşüncelerinden dolayı, çok uzun yıllar Mussolini hapishanelerinde yatmış, ve bugün nerdeyse bütün insanlığın katıldığı veya en azından kullandığı kavramları, orada kaleme aldığı gönderdiği “Hapishane Defterleri” isimli çalışmasında gündeme getirmiştir.

Gramsci’ye göre, batı Avrupa toplumlarında, Rusya’daki gibi bir solcu devrim yapmanın olanağı yoktur. Çünkü, batı Avrupa’da egemenler, politik ve ekonomik egemenliklerini, meşru gösteren, büyük bir de düşünsel güce sahiptirler. Politik gücün yanında, dinden başlayarak, hukuk, okul, gelenekler, ahlâk, egemen ideoloji v.b. kurumlara mensup, düşünsel olarak egemenin sözcülüğünü yapan, geniş bir orta sınıf; buna bağlı hakimler, hekimler, papazlar, öğretmenler, akademisyenler, gibi küçük burjuva aydınları tabakası vardır ki bunlar, ilerici düşünceye karşı, düşünsel bir HEGEMONYA oluştururlar. İşte bundan dolayı, bu hegomonyayı etkisiz hale getirecek, bunların dışında kalan sınıf ve katmanlar ve düşünsel olarak onlara mensup olan aydınlar, onlara karşıt bir SİVİL HEGOMONYA oluşturacak bir SİVİL TOPLUM modeli üretemezlerse, batı Avrupa’da egemenlerin egemenliği, ortadan kaldırılamaz. SİVİL TOPLUM lâfı, işte böyle ortaya çıktı ilk defa… Antonio Gramsci’ye aittir patenti… Bu görüş için de mükâfatını, hapislerde çürüyerek aldı…

Onun bu dünyadan ayrılmasından yıllarca sonra, SİVİL TOPLUM lâfı, özellikle AB konsepti çerçevesinde, popüler oldu. O kapsamda ise Sivil Toplum, “non government” olarak algılandı. Hükümetten maaş almayan, devletin dışında, devlete karşı vatandaşın haklarının peşinde olanlar biçiminde yorumlanarak. Oysa düşüncenin ve deyimin sahibi, “düşünsel” bir aidiyetten bahsediyordu ve asıl söylediği de oydu ama olsun… Ama vurgulanmalıdır ki bu lâfı söyleyen adamın SİVİL TOPLUM demekten muradı, sadece maddi değil, manevi anlamda bile devletle ilişkisi olmayan, devletin karşısında vatandaşın, toplumun çıkarlarını savunan, bir HEGOMONYA idi… Okulu, hukuku, dini bile yargılayan bir SİVİL HEGOMONYA… “Sivil”in anlamı bu…

Bu anlamda, meslek kuruluşları örneğin; loncalar, sendikalar, gedikler… Sivil toplum değillerdirler… Partiler hiç değildir… Erk’e talip olan kimse, “sivil” değildir… Erk’ten nemalanan, nemalanmış bulunan, nemalanmaya talip olan hele, hiç değildir. Bizdeki garagözlükleri bir yana bırakıyorum…

Geçenlerde bir Türkiye gazetesindeki postalcının biri, “en büyük sivil toplum örgütü ordudur” gibi bir deli saçması yazmıştı…

Dün de bir yerde, Diyanet İşleri Başkanı’nın ayni mealdeki sözlerini okudum: “ En büyük sivil toplum örgütü, diyanettir…”

Vallahi bravo… Bekri Mustafa’yı Şeyhülislâm, devleti tanımayan Bakunin’i Kral tayin edelim demek kadar saçma… Yahu “sivil toplum” denilen meret, toplumu sizin şerrinizden korumak için var. O da mı sizsiniz?

Hatırlar mısınız vakti zamanında, Ankara valisi Nevzat Tandoğan,işçilere “Komünizm de gerekliyse, biz getiririz… Size ne oluyor?” dediydi hani?

Yalnız değilmiş! Bu kadar olur yâni… Pes…

SOLEA YA DA SOLYA

Dün, gazetedeydi haber: “GKRY Güney Lefkoşa’ya bağlı Solea bölgesinde…” Baraj yapıyorlarmış da Solya Vadisi’ni sulayacaklar… Bir acaip oldum… Nereye bağlı, nereye? Güney Lefkoşa’ya bağlı Solea Vadisi…

Bu benim bildiğim çarıklarımın parçalarının daha durduğu o Solya mı? Hani bizim Sami Solyalı’nın Solya’sı? Hani Rauf Denktaş’ın ailesinin memleketi olan vadi? O mu? “Güney Lefkoşa’ya bağlı”!

Bronz Çağı geldiği ve bakırın silah yapımında kullanılmaya başladığı bir çağda; söylenceye göre Truva Savaşı’ndan hemen sonra, silah yapımı için bakıra ihtiyaç duyan Atina, Prens Domephon’u Kıbrıs’a gönderir. Domephon, bakır ocağının yanı başında, bugünkü Bağlıköy’ün oralarda bir yerde, Karadağ Madeni’ne el koymak üzere, Aepeon diye, bugün izi kalmayan bir tür kale/şehir kurar. Bakır’a el koyup, Atina’ya göndermektedir. Gel zaman, git zaman; bazı kaynaklarda Kıbrıslı olduğu da iddia edilen büyük düşünür Solon’un, Mısır’a gezmeye gideceği tutar. Bir rastlantı olarak, o esnada AEPEA kralı, düşünürün öğrencisi, Philokipros’tur. (Kelime anlamı Kıbrıs’ın dostu olduğundan, bir unvan da olabilir bu…)Hoca, öğrencisini görmeye gelince, ona neden dağlar arasında sıkışmış bir tür kalede yaşadıklarını sorar, kıyıda dünyaya açık, ticaret yapılabilecek bir alanda kurulacak bir şehir ve limanın, egemenliklerini pekiştireceğini söyler. Yeni kentin planlarını kendisinin çizeceği vaadi karşısında, öğrenci hocasına kulak verir. Ve kıyıda dağlara doğru uzanan bir vadinin başladığı yerde, yeni bir kent kurarlar. Aepea, tarih sahnesinden çekilir… Büyük filozof’un adına izafeten, kente Soli adı verilir… Başlangıç noktasında kurulduğu vadi de o zamandan beri, Solya Vadisi olarak anılır… Vadi, kuruluşundan itibaren nerede ise 12 yüz yıl, Soli’ye bağlıdır… Soli’nin tahrip olduğu MS 6.yy’dan 1963’e kadar da Lefke’ye bağlıydı. Çünkü Lefke de o vadinin içinde sayılabilir… Rauf Denktaş’ın Karkot Deresi isimli kitabına göz atanlar, babası Hakim Raif Efendi’ye ilk görevinin, kendi memleketi olan Lefke’de verildiğini yazdığını, göreceklerdir. Nerden memleketi? Şimdi artık Flasu ile birleştiğinden adı geçmeyen köyü Ay Bifan, Lefke’ye bağlı da ondan…

1974’te Rum askerleri Lefke’ye girdiklerinde, başlarındaki yüzbaşı bizi yumuşatmak için, “Ben yabancı değilim ki! Lefke’ye bağlı Koraku köyündenim, be horganeler” dediydi…

Solya Vadisi, bu adı aldığı MÖ6.yy’dan beri, önce Soli’ye, sonra Lüzinyan ve Venedik zamanlarında Lefke Baronluğu’na, Osmanlı zamanında kâh kaza, kâh nahiye olan Lefke’ye ve onun üzerinden de nahiye olduğu dönemlerde, Lefkoşa Kazası’na bağlı olmuştur. Bugün de nüfus kayıtlarından tutun (hristiyan nüfus kayıtları kilisede de bulunur), tapu kayıtlarına kadar, bütün kayıtları halâ Lefke’dedir… “Geçici” olarak Lefkoşa’dan yönetiliyor olabilir. Ama Lefkoşa’ya, hele hele “Güney” Lefkoşa’ya bağlı, değildir… Burada 3bin yıldan bahsediyorum… Otuz asırdan… Arada kırk senedir, politik nedenlerle merkezi ile bağı kopmuş, o kadar… Lüzinyan döneminde Mağusa’nın seksen yıl Ceneviz yönetiminde, ya da Haçlılar döneminde İstanbul’un bir süre onlar yönetiminde kalmış olmasının, esamisi mi okunuyor bugün?

Osmanlılar’dan önce adada Türk var mıydı gibi acaip sorularla uğraşıp, “Evet vardı: Katolik olmuş Türkopol denilen paralı askerler ki en şerefsizleri, yakın dostu 1.Peter öldürüldüğünde, herifin ölüsünün çükünü kesip, Sarayönü Meydanı’na atmış bir nâbekârdı…” yanıtını alacağımıza; acaba diyorum bu toprağın altının da üstünün de tarihini öğrenip, coğrafyasını anlamaya kalkışsak daha yararlı olamaz mıyız? Üstünde eğreti durduğunuz bir toprak hakkında konuşmak, ayıp!

“Güney” Lefkoşa’ya bağlı, “Solea”! Rum ağzıyla… Bereket, Rauf Denktaş’ın memleketi… Yoksa oranın nerdeyse yarı nüfusunun da yarı emlâkının da Türk olduğunu, kime anlatacaksın?

SÖMÜRGE AYDINLARI

Geçen gün Murat Bodur’la birlikte, tv programımız için, Turunçlu Camii’ni çekmeye gittik. Köşe başındaki kahvede sabah kahvemizi içerken, kırk-elli kişilik bir grup, ellerinde Türkiye ve KKTC bayrakları ile Lokmacı barikatına yürüyor. Hazırlıksız yakalandığımızdan, haberi de çekemedik, kaçtı… Önde bildiğimiz insanlar, arkalarında birkaç tane Türkiyeli öğrenci… Bizimkilerin yaşları, 70-75 arası… Tabii haklarıdır, yapsınlar… Ben hemen hepsinin samimiyetine inanırım. Beş on dakika orada durup, sonra da efendice geri döndüler.

Onların geçişi, kahvede bir tartışma başlattı… Bu gibi durumların çoğunda olduğu gibi, tartışmaya katılmak yerine, dinlemeyi tercih ettim… Yüzündeki yaşlılık lekelerinden, seksenini aştığını düşündüğüm, emekli bir amca, belli ki olan bitenden çok memnun;

“Fena alıştıydılar” dedi, “Mercedes’lerde gezsinler! İngiliz zamanı böyle miydi? Şimdi o mersedeslerin dingilleri, …lerine girecek! Akıl gosunlar…”

Sonra bir de başladı: “Eskiden çamaşır makinası mı vardı? Kadınlar çamaşırı ellerinde çitileyerek yıkarlardı, dere geldiğinde… Ekmeği evde yoğururlar, bir hafta-on gün yerlerdi… Her gün akşam üstü, 5 numara lâmbanın fanozunu siler parlatırlardı. Akşam ekmeğini yedin, tumba yatağa… Tarladan ürünü galdırmadan, öşürcü gelir, vergiyi toplardı… Koyun gırksan, vergisi vardı… Baş bilirdi başlığını, ayak da ayaklığını… Peeee… Ah be gahbe İngiliz! Şimdi bunlar azdı… Bir tomofil gendine, bir da garıya… Hepsi üşüşdü şehere… Tarlayı kim ekecek? Hasadı kim yapacak? Bin beter olsunlar… Kessin Türkiye parayı, dilensinler…”

Herhalde İngiliz zamanında işe girmiş, bir polis emeklisidir falan… Gençler hatırlamazlar tabii… Bu memlekette, İngiliz zamanından kalma bir “sömürge aydını” tipi vardır. İngilizce ve Rumca dil sınavlarını geçip, ya da İngiliz Okulu’ndan mezun olup da sömürge memuru olanlardan oluşan bu grup, kendini halktan üstün görürdü. Bunlar Cyprus Mail okur, BBC dinler; sömürgeciden aldıkları maaş da ortalama halkın gelirinin üstünde olduğundan, rahat rahat yaşar giderlerdi. Ta ki EOKA denen belâ çıkıp, bunların rahatını bozsun… EOKA bir şey değil, onun arkasından sökün eden önce Volkan sonra da TMT, bunların ekmeğine resmen kan doğradı… Korku miskin! Bunlardan birini Lefkoşa polis müdürü müydü neydi, bir Rum’u EOKA vurup öldürünce, baktılar sömürgeci kendilerini koruyamıyor, yarısı EOKA’ya, geriye kalanları da TMT’ye biat edip, İngiliz’e hizmeti de sürdürdüler. Tabii Cyprus Mail ve BBC, berdevam… O bir üstünlüğün, zımni ifadesiydi… İngiliz geri çekilirken, çok ileri gidenleri, gidip Londra’ya yerleşti… O kadar ileri gitmeyenler, adada kaldı… Kendi halkından nefret ettiğini, gizleye gizleye, yaşadı… Başlarına taş düşse, “Ahhhhhhh İngiliz idaresi” diyerek… Sıkışınca da “millici” geçinerek…

Bu “sömürge aydını” denen garip cins, sanılmaya ki yalnız bizde gelişti… Hayır! Hindistan başta olmak üzere, hele Cezayir “uniqe” bir örnektir. Oradakiler gemi o kadar azıya almışlardı ki eğitimin Arapça olmasına karşı çıkıp, Fransızca devam etmesini savunmaktaydılar… Bizdekileri çok şükür zamanında TMT yıldırdığı için, o kadar ileri gidemiyorlar ama işte böyle fırsat buldukça, eski gözden düşmelerinin, intikamını da almaya devam ediyorlar.

İngiliz gitti… Allah Makarios’u kör etsin… Bıraksaydı cumhuriyet biraz yaşasın, bu gibiler aslında ona biat edeceklerdi ama fırsat vermedi… Yoksa, analar ne babayiğitler doğurur görürdük…

Sonra, sancaktarlıklar devri geldi… Hoş geldi, sefa geldi… Bu defa da hayatında bir gün İstanbul’u görmeden, bırakın İstanbul ağzını, “saraylı” ağzıyla konuşanlar türedi… Bu defa da onlar kendilerini halkın üstünde görmeye başladılar. İngilizciler iyice gözden düştü… Bir başka tür özel aydın türü de bunlar oldular…

Bugünün gençleri, ne birini ne ötekini yaşamadıklarından, küplere biniyorlar… Bir kısmı İngiliz’i özlüyor hala, geriye kalanları da eski sancaktarlık günlerini…

ŞU EVKAF’IN HALİ…

Kıbrıs’ın Osmanlı tarafından İngiltere’ye devrini düzenleyen 1878 Kıbrıs Konvansiyonu, bir ay sonra yapılan bir ek anlaşma ile desteklenir. Ek Anlaşma’ya göre, adadaki Müslüman evkafı, her iki devletin atayacağı birer adet murahhas tarafından yönetilecektir. Hristiyan evkafı da olması gerektiği gibi, kilise tarafından yönetilmeye devam edecektir. Müslüman evkafına neden mi müdahale ediliyor? İngiltere’ye göre, Osmanlı’da evkaf bir bakanlığa değil de doğrudan padişaha bağlı olduğu için, devlet başkanının ilgisine muhtaçtır. Oysa padişah evkafa devlet başkanı değil, halife sıfatı ile müdahale yetkisini kullanmaktadır, ama olsun… Çünkü Osmanlı, İngiliz’den adanın yıllık vergisi olarak 92bin 500 sterlini her yıl talep etmiştir ama İngiliz kaynaklarına göre evkafın yıllık geliri, 5 milyon pound’dur. “Padişahımız, efendimiz” bu anlaşmayı, kenarına “hukuku şahaneme asla halel gelmemesi “ kaydını düşerek, onaylar. Kendi hukukundan, yâni adadaki çiftliklerinden bahsetmektedir hazret…

İngiliz buna dayanarak, evkafın başına bir papaz tayin eder… İlk Müslüman murahhas Sadık Bey, 1903’te ölür ölmez de Türk murahhası da yoluna koymayı becerir. Ayni ek anlaşmada yer alan, devletin halk yararına kamulaştırma yapabileceği yetkisini kullanarak, padişah çiftliklerini de iç eder. Yâni Sultan 2. Abdülhamit’in “hukuku şahanesi” de bir işe yaramaz. Mütevellisi adada bulunmayan bütün evkaf mallarına da “daire adına” el koyar! Hangi daire? Bir papaz ve kendine bağlı, sonradan Sir ünvanı da verdiği “Müslüman” bir “murahhas” tarafından, yâni kendi tarafından yönetilen bir daire…

Böylece bu adadaki hristiyan evkafı, olması gerektiği gibi kilise tarafından yönetilirken, Müslüman evkafı ise bir Protestan papaz tarafından yönetilmeye başlanır! Ülkemizdeki “ulema” ise buna karşı çıkacağına, evkaf yönetiminde etkili olmak için, İngiliz’e yamalanmayı tercih eder. Evkaf Murahhası Sir Münir, müftünün damadıdır! 20.yy başları, adadaki milliyetçi aydınlarla, bu İngiliz yanlısı evkaf yöneticileri ve onların işbirlikçileri ulema arasındaki çatışma ile geçer. Fadıl Niyazi Korkut’lar, Con Rifat’lar, Hakim Raif Efendi’ler, hayatlarını bu çelişkiyi anlatmak ve ona karşı mücadele etmekle geçirirler. İngiliz hile-i şeriye ile Müslüman evkafına el koymuş, atalarımızın vakfettiği kendi mallarını, amacı dışında yönetmekte, hem Ahkâm-ül Evkaf’ı hem de mal sahibinin vasiyetini çiğneyerek, kendi malımızı, bize karşı kullanmaktadır.

1950’lerin ortasında, İngiliz bu kavgadan bezer ve evkafın yönetimini “cemaat”a devreder. Olması gerektiği gibi… Burada isimlerden bahsetmeyeceğim! Ancak, evkaf yönetimini devralan bu “Müslüman”ların, evkafı anlam ve ruhuna uygun yönetmek yerine, aynen İngiliz gibi, kendi siyasi çıkarlarına uygun bir biçimde ve Ahkâm-ül Evkaf’a değil, İngiliz’in uygulamalarına göre yönettiklerini, artık bağıra bağıra söyleyeceğim! Bunlar, İngiliz kadar insaflı ve izan sahibi olmadıklarından, mütevellisi hayatta olan vakıflara bile “daire” adına el koymakta bir beis görmüyorlar! Hadi koydular diyelim, vasiyete uygun yönetiyorlar mı? Ne gezer? Gidin bakın evkafa ait her ne varsa bu ülkede, ya bir tufeylinin yeddindedir veya mezbeleliktir. Gidin bakın! Sultan Mahmut Kütüphanesi kapalıdır… Kara Baba Türbesi, kapalıdır… Yitik Dede, Aziz Baba, Yediler Türbeleri, kapalıdır. Evkaf avlusundaki üç şehid mezarı yıkılıp yerine otopark, karşısındaki Akkaş Dede Türbesi yıkılıp, yerine vitrin yapılmıştır. Selimiye Camii’ndeki Sultan Selim kılıcı çaldırılmış, şimdi de halılarının çaldırıldığı ortaya çıkmıştır! Arşivinde araştırma yapmaya kalksanız, kendiniz milletvekili olsanız, cumhurbaşkanını da aracı koysanız bile, sizi kapıdan içeri sokmamaktadırlar…

Gazete haberleri, 800 yıllık Selimiye Camii’ne klima takılması için duvarların delinmesini skandal, evkafa ait olduğu için tamir edilememekten yıkılmaya tutmuş Lârnakalılar Derneği binasını “rezalet” diye yorumluyorlar…

Keşke o kadarla kalmış olsaydı… Papaz Newham bile bu kadarını yapmadıydı…

TABİİ Kİ RUMLAR “ÇÖZÜM” İSTİYORLAR…

Kıbrıs Sorunu’nda, 1974’ten 2002’ye kadar geçen süreçte, güçlü olan taraf, Türk Tarafı idi… Şu andaysa hiç hayal görmeyelim, güçlü taraf, Rumlardır. Devlet statüsü olarak, eşit konumda bir AB üyesidirler ve Almanya’nın geçenlerde açıkladığı gibi, AB her üye devlet kadar, onların çıkarlarını da korumak zorundadır! Bu hale nasıl gelindi?

En güçlü olduğunuzu sandığınız an, aslında en güçsüz halinize doğru yürümeye başladığınız andır.

Kırılma noktası: 1974’te Leo Tindemans, bir gece uçağa atlayıp Ankara’ya gelerek, Ecevit’e “Biz genişleme kararı aldık, gelin sizi hemen AET’ye ( o zaman adı buydu) alalım” dediğinde, “Hayır, bizim gerçekten size katılmak gibi bir isteğimiz yok, gidin Yunanistan’ı alın” yanıtını aldığı andır. Bu stratejik hataydı…

Bunun ardından, asıl anormal değerlendirme hataları, taktik alanda gelişmeye başladı

1990’larda artık tam üyelik görüşmelerine geldiğinde, iki büyük taktik hata daha yapıldı: Önce Gümrük Birliği Anlaşması karşılığında Tansu Çiller Hükümeti, Tam Üyelik Müzakereleri’nin başlamasına olan itirazını geri çekti ki ortağı da Karayalçın idi… Ve sonra da Aday Üyelik statüsü karşılığında, Ecevit Hükümeti de Kıbrıs Sorunu bitmese bile, Rumlar’ın bütün Kıbrıs adına tek başlarına AB Tam üyeliği’ne girebileceklerini kabul etti! Onun ortakları da Mesut Yılmaz ile Bahçeli idiler… Bir de “KKTC’nin varlığına ters düşer” diyerek, Kıbrıs ile AB arasındaki üyelik müzakerelerinde, bir Kıbrıslı Türk temsilcinin de heyette yer almasına, şiddetle karşı çıkıldı. Ve nasıl bir aklın ürünüyse, Yunanistan’ın da karar masasında elinde veto yetkisi ile oturduğu unutularak, sadece kuru bir “alamazlar” argümanı ile yan gelindi, yatıldı…

Sonra iş geldi, AB’nin en önemli genişleme projesinin uygulanmasına! Kıbrıs’ın da dahil olduğu 12 aday ülkenin üyelik sürecinin sonuna! Karşımıza herkesin bildiği Annan Planı getirildi. “Gelin sürece dahil olun, bir çerçeve anlaşması ile ortaklığın Kıbrıs ayağını iki imzaya bağlayalım, siz de yasal olarak üye olun” denildi. 2002’de Kopenhag’da bunu da reddettik ve aday üye olan Türkiye’nin, AB genişlemesi ile ilgili itirazlarının sadece lâftan ibaret olduğunu, Yunanistan’ın ise elinde veto yetkisi ile masada oturduğunu sanki bilmezmiş gibi, “Rumları tek başlarına alamazlar” zannetmeye devam ettik… . 1960 Anlaşmalarında yer alan “Üç garantörün de üye olmadığı yere, Kıbrıs Cumhuriyeti de üye olamaz” koşulu, Kıbrıs’ın o zaman var olan Sosyalist Blok’a katılmasını engellemek için konmuştu ve her üç garantör de bunu biliyordu. Nitekim ne Comonwelth’e ne de Bağlantısızlara, üç garantör üye değillerdi ama Kıbrıs Cumhuriyeti üyeydi! Ardından, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB’ye üyelik süreci başladı. İlk müracaat 1970’li yıllarda yapılırken, yanlış hatırlamıyorsam zamanın Cumhurbaşkanı Yardımcısı, anayasal hakkı olan veto yetkisini kullanmamakla, zaten zımnen bunu onaylamıştı. Çünkü “o üye olamama” şartını o anayasa, c.başkanı yardımcısı’nın vetosu’na bağlamıştır!

Sen bunu engelleyecek gücü terk etmişsin, diplomatik baskı ile ikna edebileceğin birileri engel olmaya kalksa, Yunanistan tüm genişlemeyi durduracak güce sahip! Bal gibi alırdı, aldı…

Şimdi bir başka değerlendirme yanlışı, gene moda: “ Rumlar’ın çözüme niyeti yok!”

Sanılıyor ki : “E madem herkes kendi yoluna gitsin” denilip, AB’ne üye bir devleti bölecekler… Bu defa, karar masasında Rumlar’ın da oturduğunu görmemekte ısrar, herhalde bunca hatayı unutturma gayretinin yol açtığı aptallıktandır…

Rumlar “çözüm” istiyorlar… Ama “kendi çözümleri”ni istiyorlar… Ve sayenizde bunu elde edene kadar direnecekleri güce sahipler… Bizim elimizde ne var? Nerdeyse Türkiye ile çatışma noktasına getirilmiş Kıbrıs Türk halkı mı?

İşi bu hele getiren ukalâ akıldaneler de bunu yanıtlasın artık…

TAHİTİ YA DA DEVLETİN MALI DENİZ

O tarihte, LAÜ Mütevelli Heyeti üyesi miydim? Yoksa sadece katılımcı mı? Unuttum… Günlerden bir gün, bilimsel bir toplantı düzenleyip, Türkiye çapında bilinen bazı hocaları da konuşma yapmaları için, davet ettik. Sağ olsunlar, geldiler… Kıbrıs’a kadar gelmişken, zamanın cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş’la da görüşmek istediler. Sayın Denktaş’la konuşmalarının, kendilerini etkileyeceğini bildiğimden, onları bir öğlen yemeğinde bir araya getirmek isteyip, cumhurbaşkanı ile bunu konuştum ve saraydaki çalışma ofisinde hocalarla bir öğlen yemeği yemesinin mümkün olup olamayacağını sordum. Makul karşılayıp, gerekli emirleri verdi…

İlgililer, yemeğin akşam, mekânın da Dome Hotel olmasının, daha uygun olacağını bildirince, bize ne, “olur” dedik… Sonra bize anlatıldı ki öyle sadece hocaları davet etmek, ayıp olabilir… Onun için, rektör ve toplantıyı düzenleyen bölümün dekanını da davet edecekler. “İyi” dedik… Rektör beni aradı… “Mütevelli Heyeti üyeleri de olmazsa, asla ve kat’a olamaz” dedi… “Peki, olur…” Mütevelli heyeti de davet edildi… Mütevelli Heyeti davet edilecek de bağlı bulunduğu Vakıflar İdaresi “eşek başı” mı? Genel Müdür ve Yönetim Kurulu Başkanı da çağrılacak… “Eh” dedik, “napalım? Bize soran mı var?” Bu arada, Mütevelli Heyeti Başkanı, ayni zamanda Lefke Belediye başkanı da oluyor… Güzelyurt Belediye Başkanı zaten heyette; Güzelyurt Kaymakamı’nın başı mı kel? Ayıp olmaz mı? “Yok yahu…Buyursun gelsin…”İyi ama Güzelyurt Emniyet Müdürü’ne ayıp olacak… “O da gelsin…” Pekiiii… Ancak, emniyet müdürü gelir de merkez komutanı gelmezse, ne kadar ayıp! O da gelip şeref versin canım, ne olacak? Ya Eğitim Bakanı? Çok ayıp! “Olmaz mı? Ayıp tabii… Çağırın onu da…” Müsteşar? Eh o da bilmem ne değil ya? Tabii ki sayın müsteşar da gelmeli… Bu kadar adam çağrıldıktan sonra, katılımcıların tümünü de davet etmek gerekmez mi? Artı: Saygıdeğer eşler? “Elbette… Edin, bize ne?”

O cenahı hallettik… Ya cumhurbaşkanlığı çalışanları? Çok ayıp yâni…

“Vallahi siz istediğinizi davet edin arkadaş! Bize ne soruyorsunuz?”

Bu muhterem zevatın şoförleri, korumaları, hizmetlileri?

“Yaaa… Onlar aç mı kalacak?”

Güzelyurt ve Lefke’nin sivil toplum örgütü yöneticilerini de davet etmezsek, gönül koyarlar mı acaba?

O davet, sonunda 300 kişiyle mi yapıldı? Doma Hotel’e 500 kişilik yemek mi ödendi? Bilmem… Ama çok iyi hatırlıyorum ki o hocalar, Rauf Bey ile iki kelâm konuşamadıkları bir yana, cumhurbaşkanı da iki lokma atıp ağzına, bir nutuk söyledi, gitti… Zaten, müzik vardı, konuşsalar da birbirlerini duyamazlardı… “Anladın?”

Şimdi bu Tahiti meselesi var ya? Ben “Ne yani lisan bilmezsek, dış temas da mı yapamayacayık?” diyen sesleri duyma şanssızlığını da yaşamış kulaklara sahibim. Hoş gözlerim de Türkçe’den başka dil bilmeyen diplomat adayları da gördü ama… Neyse…

Bu memlekette son kırk yıldır bir dış gezi sektörü olduğunu yeni mi anladınız? Devletten, meclisten, sendikadan, şundan bundan “su” demeyi beceremeyen ama Yeni Zelanda’dan Guatamala’ya; Norveç’ten Cape Town’a kadar bütün dünyayı gezmiş bir sektörel azınlığımız olduğunu, yeni mi öğrendiniz?

Tahiti eksik kaldıydı… Güney Kore’den gelmiş, ver elini Tahiti... Heyette Fransızca bilen var mı?

Şimdi, Polinezya var… Papua Yeni Gine, Yeni Kaledonya, Midway Adası falan… Arjantin Pampaları, Amazon Havzası filan… Dünyada görülmedik egzotik yer, çok… Antartika bizi tanısa, bu gahbe Urum-Yunan İkilisi’ne iyi olmaz?

Sizin ensenizden, oralarda da bizi tanıtma fikri ilk kimin aklına gelirse, mütevazı gelirimden bir ödül de ben vermezsem, namerdim… Bubasto…

Yeyin be bakayım!

TATSIZ BİR AV MUHABBETİ

Kendimi bildim bileli, bizim evde av konuşulur… Amcamla dayım, sıkı avcıydılar. Benim de bir tüfeğim var ama ava gittiğim yok! En son Çayeli’nde torpilli olduğumuz için “kaçak” avda vurmam için gösterilen bir ceylân’a ateş etmeyi reddettiğimden beri, normal avcılar beni “yumuşak avcı” kabul ediyorlar. “Tilki vurmaz, çakal vurmaz, ceylân bile vurmaz… Ha bu yufka yüreklidur…” olduk yâni… Rahmetli dayımdan kalma avcılık terbiyesi, şimdilerde zaaf kabul ediliyor demek ki… Kıbrıs’a gelince, iyice yufkaldım. Değil ava gitmek, av eti de yemiyorum…

O zamanlar av, böyle şimdiki gibi “toplumsal bir spor” değildi… Eline bir tüfek geçiren ovaya seyirtmez, avcılık gelenekleri olan, uzun zamanda edinilen bir nitelik olarak bilinirdi. Meselâ bizim Lefke’de saysan saysan, on tane avcı sayabilirdin. İşte rahmetli amcam, Kâzım Onbaşı, Ali Pekri, Salih Salih, Acar dayı, Rasıh Hoca…

Yanlış hatırlamıyorsam, 1958 Haziran’dan sonra, veya belki de daha önceydi, İngiliz av tüfeği dahil bütün silahları topladı. Oysa 1955’ten beri, EOKA ile çekişe çekişe, bizim silahlanmaya ihtiyacımız vardı ve hiçbir şey yoksa, bir av tüfeği olsun, bulunsundu! “Gahbe” İngiliz, hepsini topladı, saklamanın cezasını da “idam” koydu… Öyle tabanca falan bulundurmak ne kelime? Bir tek merminin cezası da idamdı… Uzunca bir süre, kimse ava falan gidemedi! Zaten tüfek olsa da gidilemezdi, çünkü dağlarda EOKA’cılar vardı…

O dönemin bence en çarpıcı lâfı, TMT’nin günlük gazetesi NACAK’ın attığı bir slogandı: Her eve bir Nacak! Kelimenin hem mecaz hem de sözlük anlamıydı murat edilen! Silâhlanın, denmekteydi, özetle…

1960’ta cumhuriyet ilân edildi… Bir süre sonra, millet karakollara çağrılıp, yıllardır polis tarafından muhafaza edilmekte olan av tüfekleri, insanlara geri verildi… O günlerin heyecanını iyi hatırlarım. Çünkü hafta sonları, rahmetli dayımla köye, tüfek atmaya giderdik. O koşullarda, belki de yanlış hatırlıyorum ama Nacak gazetesinde, “her eve bir av tüfeği” kampanyası mı yapıldıydı, yoksa kooperatiften her tüfek almak isteyene, ucuz kredi mi verildiydi? Şimdi karıştırıyorum ama herkesin evine bir av tüfeği alması için, ciddi bir kampanya yapıldığı da aklımdadır… Herkes, silahlandı. Bu eli tüfekli kitle daha av terbiyesi edinemeden, 1963 olayları çıktı, 1974’e kadar devam etti… Bu defa tüfek değil, dağ bayır yasaktı… Tümümüz, adanın %3’üne sıkışmıştık… Nerde avlanacaksın da avcılığın etiğini edineceksin?

Derken, 1974 geldi… Biz kendi kendimizi gapsalıverdik… Artık, dağlar da bizimdi, ferman da… Alıkyoyun… Tüfeği arabaya atıp, pencereden ateş eden mi istersiniz? Avlak dışında tüfek kırılmış ve boş olmak gerekirken, binek arabasında tüfek patlatıp, çoluğu, çocuğu telef eden mi? Elindeki dolu tüfeği, yanındaki arkadaşına doğru, parmak tetikte tuttuğundan, durduk yere adını “katil defteri”ne yazdıran mı? Ya da her av günü, insan boyundaki kuşa ateş edip, şinyanın arkasındaki başka bir avcıyı “şaşmalayan” mı? Gıyamet… N’oluyor?

“E biz avcı milletik…”

“Hade yahu!” diyesim geliyor… Ne zaman olduk?

İki yüz bin nüfusla, geçen hafta sonu dağları 40bin avcı sarmış basın haberlerine göre, 45bin de köpek… Bre aman! Üşenmesem, oturup araştıracam bakalım: İngiliz av tüfeklerine el koyduğunda, kaç tane Kıbrıslı Türk’ün tüfeği vardı? Ve o kampanyada kooperatif kaç kişiye tüfek kredisi verdiydi? Da biz ne zamandan beri “avcıbaşı” kesildik her birimiz?!

“Devlet önlem alsın…” İncir Kuşu’nu görse tanıyanınız var mı? Arı Kuşu? Kekliği de çocuklarımıza tv’den öğreteceğimiz günleri mi bekleyelim?

TAVLA OYNAR MISINIZ?

Hayat boyu şans oyunları ile aram olmadı…

Belki de bundandır, piyango bileti bile almam. Fıkrayı bilirsiniz:

Temel ölmüş… Bütün ömrü boyunca, mütedeyyin, iyi niyetli, melek gibi bir adammış. Bir tek dileği olmuş Allahtan, bir defacık bir piyangodan ikramiye kazanmak. Hiç kazanmamış! Ölüp de Araf’a gidince, melekler Tanrı’ya sormuşlar:

“Tanrım, bu çok iyi bir adamdı… Hayat boyu sizden bir tek dilekte bulundu, onu da yerine getirmediniz! Bir küçük ikramiye kazansaydı, ne iyi olurdu?”

Allah cevap vermiş:

“Ben ona küçük değil, büyük ikramiyeyi kazandıracaktım ama hiç bilet almadı ki!”

Ben de o hesabım… Ancak, Kıbrıslı Türkler'in Tarihi'nin ikinci cildini yazmak için malzeme toplarken, Aşık Oyunu'nun Göktürkler'de de oynandığını saptamış ve bundan acaip biçimde, keyiflenmiştim. Böylece, hem oyunun bize nereden geldiğini meydana çıkarmış hem de benim de çocukluğumda oynadığım bir oyunun, en azından on dört yüzyıllık geçmişi olduğunu öğrenmekle, kültürü oluşturan ögelerden birinin, kültürün akışkanlığının bir örneğini tespit etmiş olmakla, mutlu olmuştum.

Göktürkler, MS 600'lerde yaşamışlardır.

Ama açıkca söylemek gerekirse, o oyunun Göktürkler'e nereden gittiğini araştırmak, o dönemde hiç aklıma gelmediydi. Belki de onların göçebe bir çoban toplumu olmaları hasebiyle, oynayacak koyun kemiğinden başka bir şey bulamadıkları gibi fikir, düşünmüşümdür o zamanlar.

Sonradan, başka başka kaynaklarda okuduğum, başka bilgiler de aklıma takıldıkça, " kazın ayağının" biraz değişik olduğunu gördüm.

Meğer, Eski Yunan'ın Artemis heykellerinde, Tanrıça'nın etekliği, bizim bugün tavla kutularının zeminindeki kullandığımız, desenle bezeli imiş. Bu desen, Artemis'e Hititler'in İyi Talih ve Şans Tanrısı Runda'dan geçmiş. Eski Efes'te, bu desen belirli bir zemine çizilir ve rahipler bunun üzerinde, erkek geyik aşık kemikleri yuvarlayarak, bir tür kutsal fal bakarlar, kehanette bulunurlarmış.

Böylece bizim tavla oyunu ile aşık kemiğinin kökeni, gidip, MÖ 1500'lere takıldı...

Aşık Kemiği'ne kutsiyet atfeden bu inanç, Eski Yunan'dan kervanlarla Mezopotamya'ya, oradan da Orta Asya'ya geçmemiş. Buyurun...

Peki, bu inanç, Hititler'e nerden gelmiş?

Prof. Ekrem Akurgal'ın çalışmalarından, Hititler'in Anadolu'ya sonradan göçle gelen bir topluluk olduklarını, onlardan önce Küçük Asya'da Hattiler diye bir başka uygarlık bulunduğunu ve Hititlerin Anadolu'ya egemen olduktan sonra, kendilerinden daha uygar olan Hattiler ile özdeşleştiklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Hitit dininin de, büyük ölçüde Hatti dininin bir kopyası olduğu bilinmektedir. İyi Talih ve Şans Tanrısı'nın da Hititlere Hattiler'den geçtiği bilinen bir gerçek.

Demek ki, tavla ve aşık kemiğinin tarihini, oraya götürmek gerek. Oraya gittiğimiz vakit de zamanın hangi boyutuna vardığımızı biliyor musunuz?

Maden Çağı'na...

Tarih Öncesine... Yani MÖ 5000'lere... Tarihin başına...

Meğerse bizim oyunun tarihi bin dört yüz değil; yedi bin küsur yıllıkmış...

Seba -i dü atıp, karşı tarafı altı kapıya alırken, bunları da bilmekte, yarar var. O zaman, kültürün ne kadar sürekli, nasıl etkileşimli ve ortak bir veri olduğu ortaya çıkıyor. Hiçbir normal insan topluluğu, tarihi tek başına yaşamamıştır ki, sırf kendine özgü bir tek kültürün sahibi olsun!

" Hade be, kemik" diye zar atarken, kime yalvarıyorsunuz? Kağıt gelmedi diye ilenirken, yakardığınız kim? Ya meraklıları rulet masalarının başında, kimden şans dilenmekteler?

Allah'tan mı? Kur'an -ı Kerim'de şans oyunları, kumar ve fal yasaklandığına göre, bu olamaz...

Artemis'ten mi bekleniyor o "iyi talih", Kibele'den mi?

Yoksa Runda'dan mı?

Hititlere, Hattiler'den geçen o kadim tanrıdan mı?Bakın, bir koyunun aşık kemiğinin, bizi getirdiği yere!...

TEKERLEKLER HEP HAVADA…

Üç gündür, Caferi’likten Nakşibendilik’e, Hacı Bektaş-ı Veli’den, Mavlâna Celâlettin-i Rûmi’ye, İslâm tefekkürü içinde dalgalana dalgalana, iş kötüye varacak! Çünkü bu, işin gördüğünüz kısmı… Bir de henüz göremediğiniz televizyona çektiğimiz belgesel dizisi kapsamında, Mağusa’daki ortaçağ kiliseleri ile ilgili olarak, Hristiyan mütefekkirleri hakkında bilgilenme ve bulduğunuz kilisenin, anlam ve önemini anlatma meselesiyle de uğraşıyorum ki erişeceğim kesin! Bizimkiler yetmezmiş gibi, St.Katerina’dan, St.Andew’a; St.Lazarus’tan St. Barnabas’a, dön dolaş! Yok Tapınak şövalyeleriydi, yok Hospitalier’ler; Hristiyan tarikatleri de caba… Nasturiler, Süryaniler, Gregoryenler, Yakubiler, Dominik papazları… Bir dünya da Hristiyan mezhebi ki Katherina hazretleri, Hz. İsa’nın nişanlısı, Lazarus en yakın arkadaşı, Barnabas havarisi… “İyi saatte olsunlar”a karıştık vallahi…

Geçen gün eşime takıldım: “Asansör bozuldu diye, hiç kasavete kapılma! Pencereyi açık bırak! Bu gidişle ben pencereden de gelirim”! Altıncı katta oturuyoruz…

Dün gene Mağusa’da bir kilise buldum! Yerin yedi kat altında, yekpare bir kaya içine oyulmuş! İtiraf edeyim ki ben de yüzlerce defa önünden geçmiş, ama ne olduğunun farkına bile varmamıştım. Binlerce Mağusa’lı gibi… Bir dönem bizim de Mağusa’da çalışmışlığımız var ya! “Mağara’daki Altın Leydi Kilisesi”, baktım broşürlerde de yok… Meryem Ana’ya adanmış bir kilise ki duvarlarında, inşasında “sposörlük yapan” ailelerin armaları, halâ duruyor… Birkaç hafta içinde, TV’deki belgeselimizde izlersiniz. Montajı bitsin de…

Oysa biz normal hayatımızda, öyle arş-ı âlâ’da değil, yerde yaşayan bir insanız da naçizane… Gider parti piyangosu bileti satmaya kalkar beceremez, açılışa maçılışa, kutlamaya şuna buna katılır; televizyon televizyon gezer akıllar fikirler satar, olmadık işler de yaparız. Bunca uhrevi kutsal adam arasında ne işimiz var? Yere de inelim…

Bugün bütün ölümlü fani ademler gibi, yerdeki bir konuyu ele alalım dedim… Ama alışmış kudurmuştan beter… Artık ubudiyet kesbetti herhalde, aklıma gele gele şu meşhur havayolu şirketi geldi. Hani kurulacaktı da “bayrağımızı” “göğüzünde” sallandıracaktı da, gene son dakikada bir siyasi torpil bulup zor belâ içine girdiğinizde, Londra’ya boş gittiğini görecektiniz… Çünkü satış elemanları ile acenteler, son ana kadar acentaya yer ayarlamak için, çorbalıkları düzüp, boş uçuracaklardı, “anasını bit yesin” diyerek! Da batınca, “siyasiler batırdı” diye feryadı figan eyleyeceklerdi de biz de inanmış gibi yapacaktık ya?! İşte o hava yolu şirketi… Yukarılara alıştık, yere inemiyoruz…

Hani sermayesi’nin %60’ını özel sektör, %30’unu devlet ve dahi %10’unu THY verecekti ama yönetiminde THY 4/6, özel sektör ise 1/6 oranında söz sahibi olup da beş sene de kimse hesap soramayacaktı ya bu “özel şirkette”? Hani iki hafta kadar oluyor, biz de “Manyak olmayan para sahibi, böyle işe para yatıramaz, deli mi bunlar? Yatıracak kadar aptallarsa, bırakın hepsi batsın…” demiştik… Çünkü zaten bir yatırımcı yıllık %25 kâra çalışırken, en kazançlı havayolu’nun kâr oranı %10’muş bir bilenden duyduğumuza göre… Bir de beş yıl karışamayıp, kendi paranızı başkasının cevizcinin çuvalından oynayıp, riske etmesine izin vermeniz için akıldan yoksun olmanız gerekirdi…

E, olmuyormuş… Özel sektör bu işten çekilmiş… Suat hocanın hükümette olunduğunda ve ihtiyacı olduğunda, geleni eskortla karşılayıp, sıfır derecede soğutulmuş şampanya açmak; muhalefete düşünce de olmaya ki bir şey ister diye telefonuna bile, çıkmamak gibi ufak tefek kusurları olduğu söylenir “canım” ama akılsız olduğunu iddia edeni, görmedim. Banyerayı çekip, çıkmış… Düdüğü çalacak olan versin… “Deli mi bunlar?”

Havada bayrağı sallamak mı? Hadi yahu siz da… Paranın bayrağı mı olur?

TESTİDEKİ ÇATLAK

İçinde bulunduğumuz ekonomik sıkıntıları aşmak için neler yapmak gerektiği sorgulandığında, nerdeyse antik çağdan kaldığı düşünülecek bir öneri, gene uç veriyor: İçe kapanmak…

Güney’den alışveriş edilmesi eleştiriliyor ve bu sıkıntının nedeni olarak öne sürülüyor…

Bir kaynağa göre, kapılar açıldıktan sonra güney Kıbrıs’ta yapılan toplam harcamamız, 164 milyon 389 TL’dir… İyi ama Kıbrıs’ta bulunan Türkiye bankalarının topladığı, merkeze taşıdığı, vergisini ödemediği ve kredi olarak ekonomiye dönmesi gibi bir gaileyi hiç taşımadığı paranın toplamı da 2 milyar 95 milyon 124 liradır… Buyrun…

Bu neden böyle? Herkes mi bizi “sömürüyor”? Yoksa biz mi bir şeyi yanlış plânlıyoruz?

Belki kulağa hoş gelir ama“sızıntı” olmayan bir ekonomi, dünyada yoktur. Ekonominin yasalarının insan iradesinden yani politik iradeden bağımsız olduğunu ilk söyleyenlerden bir Karl Marx ise, öteki de Adam Smith’dir. Parayı yönlendiren bayraklar değil, kârlılık ve güvenliktir. Ticarette de, bankacılıkta da… Nasıl daha yüksek güvenlik hissi tasarrufu Türkiye’ye çekiyorsa; daha ucuz ve daha kaliteli mal da tüketimi güneye çekiyor.

Dünya üzerinde kapalı ekonomi uygulamaya kalkanların tümünün de batması, tesadüf değildir. Dünya nüfusunun %30’unu, yüzölçümünün de nerede ise %20’sini elinde tutan Çin’in bile buna dayanamadığını aklınızdan çıkarmayın.

O kadar uzağa gitmeye, gerek yok! Biz 1955’ten 1974’e kadar, “Türk’ten Türke” kampanyası içinde yaşamadık mı? Rum tarafından bir demet maydanoz alanın, Lokmacının önünde eşek sudan gelinceye kadar dövüldüğü günler aklımızda! Benim kuşağım, Coca Cola içmedi çocukluğunda biliyor musunuz? Yasaktı, Türk tarafında… Regis dondurma yemek de yasaktı… Türk tüccar, gider her şeyi Rum toptancıdan alır, üstüne de keyfinin istediği kadar ekleyerek, Türk tarafında satardı… “Türk çarşısı” yaratacaktık… “Türk burjuvazi”! Aslında bu ta 20.yy başlarında, İttihat ve Terakki’nin politikası idi ve bizde de fikir babaları, Con Rifat gibi, Fadıl Niyazi Korkut gibi, Osmanlı zamanından kalma İttihatçılar ile onların mirasçısı, Rauf bey ve kafadarları idi…

1974’ten sonra ise bu içe kapanma, doruğuna çıktı… Artık, teşkilât’ın serdengeçtileri değil; doğrudan doğruya devlet idi, “çarşı”yı koruyan… Bu defa, bazı “Türkler” gidip bir yerlerden bir şeyler getirip, başka bazı “Türkler”e, dünya piyasasının çok üstünde fiyatlarla ve devlet zoruyla, sokuşturuyorlardı! Elli yıllık bu “korunmanın” sonucu nedir? Hani Bel Kola ne oldu? Güneş Makarnaları’nın sonu ne oldu? Othello Dondurmaları, MOL içecekleri? Hatırlayan var mı? Hani bugün ortada “burjuva” diyebileceğimiz bir sınıf var mı? Hani elli yıldır korunma duvarı altında “biriktirilen” sermaye, nereye yatırıldı? Dünyanın en pahalı kahvesi, Dereboyunda’ki bir kahvede satılıyor, biliyor musunuz? Dünyanın en pahalı hamburgeri de Ortaköy’deki bir sandüviç dükkânında… Satan Türk… Koruyalım burjuva olsun… Ama kazığı yiyen de Türk! O ne olacak?

Yatırım, üretim girişimleri neden Kıbrıs dışından geliyor halâ bu ülkeye… Asil Nadir, Sezai Türkeş, Sıdıka Atalay, Ali Özmen Sefa gibi isimler, korunma altında mı kapitalist olmayı başardılar?

Her durum, kendi koşullarını yaratır. Kapalı ekonomi de sürekli koruma talep eden bir çeşit “çarşı erbabı” yarattı! İşadamımız burjuvalaşıp, yatırım yaparak, istihdamı geliştirecek, üretimi artıracak, Rum ile rekabet edecektir! Elli yıldır serada korunuyor ve hiçbirini yapmadı ama! O hesap ne olacak?

Kaçanı elde tutmanın yolu, daha kaliteli mal ve hizmeti, daha ucuza sağlamaktan başka hiçbir şey değildir… Elli yıldır korundular, olmadı… Şimdi politikacıların keyfi değil, ekonominin yasaları konuşmalıdır! Koruma bambaşka bir konseptle, bambaşka alanlarda yapılmalıdır… O apayrı bir konu…

TÖRE CİNAYETİNE KURBAN ERMENİ KIZI

Türkiye, olayın acılığıyla sarsıldı… Ermeni bir kız, Müslüman bir oğlana aşık olmuş. Kızın ailesinin itirazlarına rağmen, çocuklar evlenmişler. Aradan on gün geçmeden, kızın ağabeyi, ikisini birden vurup öldürmüş. Gerekçesi, “töre”! İşin boyutunu başbaşka bir düzleme taşıyan açıklama ise kızın cenaze töreni esnasında, oğlanın dayısından geldi: “Biz de hristiyandık…60-70 yıl önce Müslümanlığa geçtik… Öldürülen genç, ailemizin ikinci kuşak Müslümanlarındandır.”! Yâni hristiyanken, oğlanın dedesi, Müslüman olmuş, baba ilk, bu çocuk ikinci kuşak Müslüman… Mesele oldu, Arap saçı…

Öncelikle iki çocuğa da Allahtan rahmet dileyelim! Ve sonra da hemen bir soruyu ortaya atalım? Ermeni’de “töre” olur mu? Hele hele “töre cinayeti” ! Bir adım daha atalım: Hristiyanlık’ta töre var mıdır? Bakın, var! Süryanilik’te de var, Nasturilik’te de bütün doğu hristiyanlığı mezheplerinde de… Çünkü bu “töre” denilen mesele, zannedildiği gibi dinle değil, sosyal gelişme düzeyi ile ilgili bir şeydir. İslamiyete has bir özellik değildir. Müslüman Kürt’te olduğu gibi; yanı başındaki ayni sosyal seviyede yaşayan Türk’te de olabilir, karşı komşu Hristiyan Ermeni’de de… Çünkü menşeini dinden değil, çok daha eski bir toplumsal bölünmeden alıyor: Ataerkil kafadan… Bu dinden bile eski… Beş bin yıllık…

Bugün Hristiyanlık denilince, aklımıza gelen Batı Avrupa Protestanlığı, insanın bireyselleşmesine izin verdiği ve aslında bunun üzerine kurulu olduğu için, Katolik’likte bile söz konusu bağnazlığın devam etmekte olduğunu Sicilya dahi gözümüze sokmaz. Bir bütün olarak Hristiyanlığın çağdaş uygarlığı, İslâmiyetin de geri kalmışlığı temsil ettiğini sanırız. Oysa işte buyurun: Gregoryen Ermeni de “töre” cinayeti işleyebiliyor demek ki… Demek ki mesele hangi dine inandığınız değil, hangi sosyal gelişme sürecinde bulunduğunuzdur.

Batı batıdır; doğu da doğu… Huntington haklıydı…

Olaydaki ikinci ilgi çekici yan, şu “biz de hristiyandık, 60-70 yıl önce Müslüman olduk” açıklaması. Zaten sözü geçen herkesin Türk ve müslümanmış gibi, Türkçe isimler taşıması da yeterli bir ilginçliktir ya, o da ayrı mesele… Ancak 60-70 yıl dediğiniz zaman, iş gitse gitse 2. Dünya Savaşı sonlarına, 1950’lere falan varıyor… Bu satırların yazarı yirmi yıla yakın zamanı Anadolu taşrasında dolaşarak geçirdiği için, söylenmese bile bunun zaten böyle olduğunu bilirdi de; yok da bu kadar yeni!

Toplumları, yaşadıkları çevre ve tarihleri belirler. Osmanlı’nın son dönemlerinde, azınlık milliyetçilikleri doruğa tırmandığında, 14.yy’dan beri Osmanlı yönetiminde olan Rumeli’den atılınca devlet; gelip de Kurtuluş Savaşı’nı verenlerin çoğunluğu, Rumeli’lidir… Kendi vatanlarından nasıl homojen nüfuslu bir ulus devlet hayali ile kovuldularsa, gelip Anadolu’da da ayni şeyi uygulamaya kalkmalarında bunun büyük etkisi vardır. Beş yüz yıllık bir vatan kaybetmişlerdi, bir tane daha kaybedecek halleri yoktu… Ancak, görülüyor ki ne oralarda oluştu o “homojen uluslar”, ne de Anadolu “homojen”leşebildi… Arada, olan insanlara oluyor… Kimliğini gizlemek zorunda kalan, insanlara… Çocuğu toplum içinde horlanmasın diye, resmen zorla ona Türkçe isim vermek mecburiyetinde olan insanlara… Gizli gizli Müslüman olan ya da “oldum” diye yalan söyleyerek nesiller boyu şizofren bir hayat yaşamak zorunda kalan insanlara… Daha “amentü” deyip yeni dine ısınmadan, sevdiği kıza kavuşabilmek için hoppa yeniden vaftiz havuzuna dalması istenen ve “yetti yahu” deyince de kurşunlanan oğlanlara… Ninesi, sevdiği oğlanın dedesini sevseydi; hiçbir sorun olmayacakken, sevgilisinin koynuna girecek yerde toprağa giren kızlara oluyor olan…

Toplumları, tarihleri ve coğrafyaları belirler…

İdeolojiler de canlarına okur mu diyeyim?



Yüklə 1,02 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin