Tolunoğulları


İlk Müslüman Türk Devletlerinde Toplum ve Ekonomi / Prof. Dr. Kemal Çiçek [s.339-351]



Yüklə 15,01 Mb.
səhifə39/110
tarix17.11.2018
ölçüsü15,01 Mb.
#83146
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   110
YIRMIDOKUZUNCU BÖLÜM, İLK MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERINDE TOPLUM VE EKONOMI

İlk Müslüman Türk Devletlerinde Toplum ve Ekonomi / Prof. Dr. Kemal Çiçek [s.339-351]


Karadeniz Teknik Üniversitesi fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye

Giriş


Türklerin İslamiyet’i kabulü, sosyal hayatlarında köklü değişikliklere yol açmıştır. Eski Türk toplumunda gündelik yaşamın sınırlarını töre belirlerken İslami dönemde törenin yanında İslam hukuku da geçerli olmaya başlamıştır. Bu da Türklerin, hukuk, inanç, düşünce ve sosyal hayatlarını bir değişim sürecine sokmuştur. Bu değişimden en çok etkilen kuşkusuz İslâmiyet’i ilk kabul eden Hazar Türkleri ve Karahanlılar olmuştur. Ancak bu iki devlet hakkındaki bilgilerimiz hem sınırlıdır hem de Türk topluluklarının bütünü göz önüne alınırsa, İslamlaşma erken bir dönemde gerçekleşmiştir. Bu durumda, bu iki devletin ilk Müslüman Türk Devletlerinin genelinde toplum ve ekonomiyi anlamak için iyi bir örnek olmayacağı açıktır. Bu nedenle ele aldığımız dönemde toplum ve ekonomi esas olarak Büyük Selçuklu İmparatorluğu temelinde ele alınacaktır. Çünkü Büyük Selçuklu Devleti’nin hakim olduğu XI. yüzyıl, sosyal ve ekonomik yapıdaki değişikliklerin tekemmül ettiği bir dönemdir. Ayrıca İmparatorluğun hakim olduğu bölgenin geniş olması da, Türk-İslam toplum hayatında meydana gelen değişiklerin daha iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır. Bu itibarla, bu çalışmamızda Büyük Selçuklu Devleti döneminde toplum ve ekonomi ele alınacak, diğer Türk İslam devletlerine farklı yönlerine işaret etmek için yer verilecektir.

I. Toplum

X. yüzyılın ilk yarısında Türkler (Oğuzlar) Hazar Denizi’nden Seyhun Irmağı’nın Orta yatağındaki Karaçuk ve İsficab’a kadar uzanan bir bölgede yaşıyorlardı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun hakimiyeti altındaki bu bölge, X. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızla İslamlaşmaya başladı. Fakat eski Türk toplum yaşantısının izleri hala çok güçlüydü. Yine de merkezi ve güçlü bir İmparatorluğun kurulmasıyla Oğuzların toplum hayatında köklü değişiklikler meydana geldi. Özellikle de toplum yapısı büyük ölçüde değişti. Selçuklu idareci zümreleriyle işbirliği yapan veya onların hizmetine girenler idareci sınıfı, devlet teşkilatında herhangi bir görev almayanlar ise yönetilen kesimi, yani halkı oluşturdu. Bu sosyal yapıyı kısaca iki başlıkta özetlemek mümkündür.

a) Hanedan ve İdareciler

b) Yönetilenler (Halk)

A. Hanedan ve İdareciler

Bu grupta Sultandan sonra Türk kökenli askerler, valiler ve maiyetleri yer almaktadır. Bu sınıfa alim, din adamı ve tarikat şeyhleri de dahildir. Askerler bu grupta en imtiyazlı olanlardı. Çünkü bunlar gerçek anlamda devleti kuran ve bekasını temin için muhafızlığını yapanlardı. Bu nedenle diğer toplum yapısı şemalarında daha alt bir kademede yer alan askerler, ilk Müslüman Türk Devletlerinde en üst sınıfı oluşturuyordu. İdareci sınıf olan sivil vali ve memurlardan önce geliyordu. Hakan ise piramidin en tepesinde yer alıyordu, fakat konumunu soylu olmasına değil iyi bir komutan olmasına borçluydu. Bu tespiti, ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk de Siyasetname eserinde kesin bir dille yapmaktadır. İslam dünyasında hakim olan toplum düzeninin aksine, Selçuklu toplumunda ne makamlar ne de meslekler ırkî bir özellikle taşımamaktadır. Hanedan ailesinin bütün fertleri iktidara ortaktır, fakat iktidarı güçlü olan eder. Sultanın sosyal tabakalaşmadaki konumu, idarecilere ve halka karşı sorumluluk ve görevlerini yerine getirmesine bağlıdır. Görevi ihmal, adaletten ayrılma ve toplum refahını sağlayamama iktidarı kaybetmek için önemli sebeplerdir.

Bu bakımdan Oğuzların yaşayış tarzının hakim olduğu Selçuklular, yeni bir sosyal yapı ve anlayışı İslam dünyasına getirmişlerdi. İktidara gelen Selçuklu Türkleri, idari kadrolara soy ve servete itibar etmeden pek çok köylü almakta tereddüt etmemekteydi. Böylece Selçuklu toplumunda sosyal tabakalar arası geçiş sınırlı bir biçimde de olsa mümkün hale gelmiştir. Toplum içinde yükselmeyi hak edenlerin önünü kesen kast sistemi tarzındaki yapı, Selçuklular tarafından benimsenmemiştir. Her ne kadar bu toplum yapısının, Selçukluların hakimiyet sağlamasından sonra yerli imtiyazlı halkın Türklerle işbirliği yapmamasıyla ortaya çıkan zoraki bir durum olduğu iddia edilse de, Selçuklu Türklerinin sosyal sınıflar arasında aşağıdan yukarıya doğru sınırlı bir geçişe müsaade ettikleri gerçeğini değiştirmez. Bu itibarla Selçuklu toplumunun adeta sınıfsız bir yapıda olduğunu söylemek mümkündür.

Yönetici idari kesim ve vergi vermekle mükellef halk, her toplumda olduğu gibi, Büyük Selçuklularda da vardı. Diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi Türk-İslam devletlerinde tarım arazilerinin gelirleri idareci ve askeri gruplara has ve ikta olarak dağıtılıyordu. Ama bu toprakları eken köylü en az şehirdekiler kadar hürdü. Ellerindeki topraklara işledikleri sürece sahip olabilir, veraset yoluyla aile fertlerine intikal ettirebilirdi. Vergiler de İslam vergi hukukuna uygun olarak toplanmaktaydı. Bu tür toprak tasarrufu Oğuzların yaşayış tarzında köklü bir değişime sebep oldu. Önceleri hareketli ve kona-göçer olan Oğuzlar, ikta rejiminin uygulanmasıyla tedricen yerleşik hayata geçmek zorunda kaldılar.

Daha öncede belirttiğimiz gibi, Türk-İslam toplumunda yönetici sınıfa mensup olmanın yolu sadece soy değil, aynı zamanda liyakatti. Selçukluların kurdukları okullara köylerden öğrenci toplamaları ve idareci olarak yetiştirmeleri de bunu gösterir. Bu toplum anlayışı devlet-toplum ilişkilerinde kendisini açıkça göstermektedir. Türk toplumunda alt sınıflar yöneticilerle doğrudan görüşülebilmekte, dilek ve şikayetlerini yöneticilerine iletebilmektedir. Adalet önünde eşitlik, İslam hukukunun getirdiği hukuki bir kural olmakla birlikte en iyi uygulamasını Türk toplumunda bulmuştur.

İslamlaşmadan sonraki Türk toplum yapısı, sınıflı bir topluma işaret etmemektedir. Sosyal tabakalar arasında geçiş daima mümkündür. Bu anlayış ve toplum yapısı, sınıflı toplumlara mensup pek çok siyasetname yazarının eleştirilerine rağmen Selçuklulardan Osmanlılara tüm Türk devletlerinde geçerli olmuştur.

Türk toplum yapısı muhafazakar olarak da nitelendirilemez. İslam’ın temel ilkelerinin büyük ölçüde yozlaştırıldığı İslam toplumuna, Selçuklular XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren canlılık getirmişlerdir. İslam’ın prensipleri arasında yer alan yöneticinin yönetilene karşı sorumlu olması, Selçuklular ve diğer Türk İslam devletleri tarafından adeta yeniden ve sağlam bir şekilde hayata geçirilmiştir. Aslında devletin varlığını sürdürebilmesi için sosyal yapıdaki bu değişikliklere çok ihtiyaç vardı. Özellikle ilk Müslüman Türk Devletleri genelde idari sınıfı Türk, halkın ise farklı farklı ırk ve boylardan meydana gelen bir özelliğe sahipti. Büyük Selçuklu coğrafyasında İrani ve Arap unsurlar muhtemelen çoğunluğu teşkil etmekte, Tolunoğulları, İhşidiler ve Memluklularda halkın büyük çoğunluğunu Arap, Rum, Berberi, Kıpti ve benzeri Türk olmayan unsurlar oluşturmaktaydı. İslam alimlerinin telkin ve tavsiyelerine rağmen, bu dönemde henüz Müslüman ve gayrimüslim ayırımına dayalı bir toplum yapısı teşekkül etmemişti. Yine askeri ve idari kadrolara yükselmede sadece Müslüman olmak bir avantaj değildi. Selçuklularda Selçuk’un mensup olduğu boy askeri yönetimin çekirdek kadrosunu oluşturuyordu.

Tolunoğulları devletinde el-muhtare (seçilmişler) adı verilen ayrı bir askeri birlik oluşturulmuştu. Bunların kaynağı Araplarla yerlilerin evliliğinden doğan melez çocuklardı. İhşidilerde de İhşid bin Muhammet’in maiyeti Arap olmayan müslümanlar, Türk Rum ve zenci Afrikalılardan oluşuyordu. Hazarlar, Gazneli, Eyyübi ve Memluk Devletlerinde de durum pek farklı değildi.

B. Yönetilenler (Halk) İslami dönem Türk toplumu şu şekilde tasnif edilebilir.

1. Aile

2. Boy


3. Bodun

Şimdi kısaca bunların ne anlama geldiğinin üzerinde duralım.

1. Aile

İlk Müslüman Türk devletlerinde aile yapısının Arabistan, Suriye, Irak gibi Müslüman Arapların çoğunlukta olduğu kesimlerinden farklı olduğu da bir vakıadır. Türk Müslüman toplumunda pederşahidir (baba ailesi). Bununla birlikte Türk aile yapısında baba kadar olmasa da annenin de nüfuz ve ağırlığı önemliydi. Ailenin reisi baba ise de kadının evlilikten itibaren sahip olduğu haklar fazlaydı. Kadın erkeğin yardımcısı değil, ortağıdır. Anne çocuğuna bakmakla yükümlüdür. Erkek çocuk babanın kız annenin sorumluluğundadır. Bu yüzden beyin kızı bey olma hakkına sahiptir. Ebu’l-Gazi Bahadır Han Türkmenler hakkında 7 kızın beylik yaptığını yazar. Süt annelik yaygın değildir. Buna karşılık İslam’ın farzı olan evlilik dışı ilişkilerden kaçınma, Türk ailesinde de aynılık arz etmektedir. Kaşgarlı Mahmud, Türklerde kızlığa önem verildiğini ve buna kapak denildiğini kaydeder. Bu konuda derinlemesine araştırmalar yapan Köymen’e göre, verilen bu öneme karşın kızlık evlilik için bir olmazsa olmaz koşul değildir. Öncelikle evlilik, dünürlerin anlaşmalarına bağlıdır. Kızın ailesinin evliliğe rızası kendilerine damadın ailesi tarafından “yetiştirme hakkı” (“başlık”) ödenmesi sonrasında gerçekleşebilmektedir. Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügati’t-Türk’te kaydettiğine göre, evlilik için bir diğer koşul da davetlilere yemek verilmesi yani bir düğün yapılmasıdır.



Türk-İslam toplumunda aile hakkında önemli bir tespit de, çok evliliğin yaygın olmadığıdır. Ancak birden fazla evlilik yapanlara dair bilgiler Kaşgarlı divanında vardır. Aile kurumunun sona ermesine neden olan muameleler ise büyük ölçüde İslam hukukuna uygun olarak gerçekleşmekteydi. Aileler dilerlerse evlatlık edinebiliyorlardı. Süt kardeşliği (emikdeş) de Türkler arasında muteberdi. İdil Bulgar Türklerinde ise doğan erkek çocuğa babası değil dedesi bakar ve büyütürdü. Yine İslam hukukuna rağmen, miras öncelikle çocuğa değil, kardeşlere geçerdi.

İlk Müslüman Türk toplumunun en belirgin özelliklerinden birisi de köle ve cariyelerin varlığıdır. Toplum tabakaları arasında bunların yeri en altta ise de bundan Türklerin kölelere kıymet vermediği sonucu çıkarılmamalıdır. Divan-ı Lügati’t-Türk’te kölelere kıymet verildiği birkaç vesileyle nakledilmektedir. Ancak Selçuklu toplumunda kölelerin oranı büyük bir olasılıkla Mısır veya Abbasi hilafetinden daha azdı. Buna karşılık, bazı Selçuklu vezirlerinin çok sayıda köle ve cariyeye sahip olduğuna dair bilgiler varsa da genelleme yapmamıza yetecek kadar değildir. Öte yandan erkek kölelerden askeri kıtaların kurulması ilk Müslüman Türk toplumunun en kayda değer özelliklerinden birisidir. Ancak bu askeri teşkilat konusu kapsamında ele alınması gereken bir konu olduğundan burada sadece toplumsal yönü üzerinde kısaca durulacaktır. Bu bağlamda şu hususu da vurgulamak gerekir: XI. yüzyılda geçen yüzyıldaki bir Türk asker köle sınıfından söz etmek doğru değildir. Abbasi hizmetine giren Türk askerlerini ücretli, imtiyazlı, muhafız kıtaları olarak değerlendirmek daha doğru olsa gerektir. Unutulmamalıdır ki, Halifenin muhafız kıtaları köle gibi alınıp satılabilen bir sınıf değildir. Satın alındıktan sonra azad edilerek muhafız kıtasına alınmaktadırlar.

Öte yandan, Selçuklu idari yapısı beyler ve küçük beyler olarak iki grupta tasnif edilebilir. Bunlar askeri kişilikleriyle ön plana çıkan ve bu yüzden vergiden muaf imtiyazlı sınıflardı. Bu beylerin her biri yargıyı da temsil etmekte, sürgün, hapis gibi cezaları verebilmekteydiler.

2. Boy


Bu kelime kesin olarak bodundan küçük bir toplululuğu tanımlamaktadır. Boylar bir araya gelerek bodunu meydana getirmektedir. Mehmet Altay Köymen’in yorumuna göre Kaşgarlı Oğuzlar’ı bodun değil, boy olarak göstermiş, böylece oğuz boyunun 24 boydan meydana gelen Türk bodununun bir parçası olduğunu göstermiştir. O halde, bodun birleştirici boy ise ayırıcı bir özellik taşımaktadır. Selçuklular toplumunda henüz boylar arasında kaynaşma tam olarak gerçekleşmediği için bireyler boya bağlılıklarını ön plana çıkarmaktadırlar. Büyük Selçukluların iktidarı ele geçirdiği dönemde de boyların beylerin iradesinde olduğu anlaşılıyor. Bey unvanlı kişiler han ailesinden olarak toplumda daha üstün bir konumda idiler. Ancak bunlara sınıflı toplumlardaki gibi asilzade demek doğru olmasa gerektir. Her boy beyini 40 kişilik bir silah arkadaşı maiyeti olduğunu da Faruk Sümer kaydetmektedir. Yoldaş ismini alan bu çekirdek kadro varlığını Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in dönemine kadar korumuş görünmektedir. Muhtemelen bu 24 Oğuz boyunun başındaki bu bey unvanlı kişiler çok varlıklı idiler.

3. Bodun


Kaşgarlı Mahmud’un eserindeki bilgileri bodunu açıklamak için yorumlayan Köymen, bodun kelimesinden kastedilenin “millet” olması gerektiğini ifade etmektedir. Ancak Divan-ı Lügati’t-Türk’te bilgiler bodunun kesin olarak bu şekilde tanımlanmasına yetmemektedir. Yine de aynı bodundan olanların dayanışma içerisinde olduğu açıktır. Bodunun, bu dönemde nasıl örgütlendiği de belli değildir. Yalnız Kaşgarlı’da bodun büyüğü ve bodun başkanından söz etmesi bu kelimenin Selçuklu hanedanının otoritesini tanıyan Türkler için kullanıldığını akla getirmektedir. “Bodun sıkıştı, sıkıntıya düştü” gibi deyimler de bu görüşü desteklemektedir.

Yukarıda yaptığımız Türk toplumun tasnifinde de görüldüğü gibi XI. yüzyıl Türk toplumunda halk idare edilen sınıfı meydana getiriyordu. Fakat Türk devlet anlayışında halk beyin tam olarak kulu sayılamazdı. Kutadgu Bilig bey ile kul arasındaki bağı ortaya koyabilmek için “Beyler kul’a, iltifat ederse, kul bunu hayatı boyunca unutmaz” demektedir. Demek ki, halk beye itaat edecek, karşılığında da beyden huzurlu bir ortam yaratmasını bekleyecekti. Kaşgarlı Divanında bir beyin sahip olması gereken özellikler arasında dürüstlük, doğruluk, adalet ve halka fayda sayılmaktadır. Türk toplumunda beyin halk üzerinde hakları da sınırsız değildir. Adil olmayan beye karşı ayaklanmak meşru bir eylemdir. Kutadgu Bilig’de “bey iyi olursa bodun da ona itaat eder, iyi ve güzel tavır ve harekete sahip olur” denmesi de bu yüzdendir. Beyin otoritesi de sınırsız değildir. Hazarlar hakkında Müslüman Arap seyyahların naklettiği bilgiler hanların halka sorumluluklarının çok ağır geldiğini ortaya koymaktadır. İbn Havkal’ın naklettiğine göre, Hazarlar arasında bazı beyler “hanlık” teklif edildiğinde “bir hata yüzünden başına gelebilecekleri” bildiklerinden kabule yanaşmamaktaydılar. Ayrıca devlet idaresinde beyler önemli kararlar için kurultaya danışmaktaydılar. Hazarlar arasında meclislerin varlığından söz edilmektedir. Bu meclislerde Hakan’a arz edilecek meseleler önce Hakan Bey tarafından tartışılmakta sonra da Büyük Hakan’a arz edilmekteydi.

O halde halk toplumda oynadıkları rol bakımından halk iki sınıfa ayrılabilir: 1) Esnaf ve zanaatkarlar; 2) Fakirler ve işsizler

İslamlaşma sonrasında Türk toplumu üzerinde yapılan araştırmalar, bu dönemde halkın meslek sahiplerine hürmet gösterdiğini, çalışanların takdir edildiğini göstermektedir. Elimizdeki kaynaklardan Türk toplumunda şu meslek sahiplerinin bulunduğu anlaşılmaktadır: çiftçi (tarığçı), değirmenci (öğütücü), fırıncı (etmekçi/ekmekçi), kasap (etçi), koy sağguçı (koyun sütü sağıcı), aşçı (salçı), şarap satıcısı, ayakkabıcı (etükçi), derici (erükleme), terzi (yiçi), demirci (temürci), okçu (okçı), yay kurucu (kurguçı), at sürücüleri (at sürgiçi), koru bekçileri (koruğçı), oduncu, kapkacak imalatçısı (ayakçı) gibi meslekler yer almaktadır. Ayrıca tüccarlar (satgucı/satığcı), hekim (emçi/otacı/atasagun), müneccim (yuldızcı), hayvan yetiştirenler (iğdişci) gibi meslek grupları vardı.

Türk toplumunda silah imalatı yapan demirci, okçu gibi meslek sahipleri ayrı bir yere sahipti. Bunların dışında eczacılık yapan (emçi) gibi kimseler ile kırıkçıkıkçılar (sınuk bağlayıcı) da bulunuyordu.

Kumaş dokuyuculuğu ile uğraşanlar el becerisine sahip oldukları için zanaatkar olarak nitelendiriliyordu. Kaşgarlı’nın tespit ettiği bu meslekler Türk toplumunda yaygın olanlardı.

Dokumacılık, pamuğun bol miktarda yetiştiği bu dönemde en gözde olan mesleklerden birisiydi. İpekli ve yünlü dokumacılık da Tolunoğulları idaresindeki Mısır toplumunda yaygındı. Ayrıca yağ üreticileri, bahçıvanlar ve madenciler Tolunoğulları döneminde itibarlı uğraşı alanlardı. XI. yüzyıl toplumunun bir kısmını da yoksullar oluşturuyordu. Bunlar içerisinde dilenciliklerin (umduçı) bulunduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte İslam toplumun temel özelliklerinden olan sosyal dayanışma bu sınıfların belirli bir oranda kalmasını sağlamış olsa gerektir.

C. Gündelik Hayat

Yukarıda izah ettiğimiz sosyal tabakalar arasındaki gündelik ilişkiler toplum hayatının anlaşılması için ele alınması gereken konulardır. Her toplumda olduğu gibi, XI. yüzyılda Türk şehirlerinde ve köylerinde nüfus çok farklı dini ve etnik unsurlardan oluşuyordu. Büyük Selçukluların hakim olduğu coğrafyada nüfusun belli başlı etnik unsurları Türk, Farslar, Yahudiler ve Araplar oluşturuyordu. Bu etnik tablo Mısır hariç diğer Müslüman Türk devletlerinde aynıdır. Hazarların yaşadığı bölgede ise şehir sakinleri arasında Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ve Şaman Türkler, gerçek Yahudiler ve başta Alanlar olarak çevre uluslardan Hıristiyanlar vardı.

Selçuklu Türklerinin yerleştiği Sir-Derya kıyılarında şehir yerleşik hayatı başlamıştı. Bununla birlikte bazı kaynaklara göre bu dönemde Türk şehir ve köy hayatını birbirinden belirgin bir şekilde ayırmak mümkün değildi. Bu dönem sosyal yaşantısı hakkında bilgi nakleden İbnü’l-Esir, İbn Fadlan, Cuveyni ve Gerdizi gibi yazarların eserlerinde şehir ve köy yaşantısının ayırt edilmesine olanak verecek düzeyde bilgi bulunmaktadır.

Ama şu husus bilinmektedir ki, XI. yüzyıl boyunca süren göçler yüzünden hemen bütün Türk-İslam şehirler adeta birer “çadır kent” görünümünü andırmaktaydı. Hatta uzun süre önce yerleşik hayata geçen İdil Bulgarlarının ülkesini ziyaret eden İbni Fadlan burada beş yüz bin kişinin yaşadığını ve bunların büyük bir çoğunluğunun konar göçer hayatı yaşadığını kaydeder. Hatta İdil Bulgar hükümdarı bile kendisi büyük bir çadır içerisinde yaşıyordu. Büyük Selçuklularda ise göç dalga dalga sürmekteydi. Dönemin tarihçilerinden Beyhaki’ye göre önceki dönemde göç eden Türklerle birlikte Maveraünnehir, Harezm, Horasan, Sistan adeta Oğuzlarla dolmuştu. Bust, Guzganan, Sarahs akın ve yağmalara hedef oluyordu.

Ç. Şehir ve Köy Hayatı

Böylece sürekli göç alan şehirler ile birlikte Türk sosyal hayatında ve yeni bir şehir kültürü ortaya çıkıyordu. Bosworth Oğuz-Selçuk göçünün “şehir-kültürü” (İslamlaşma sürecini hızla yaşayan) ve “göçebe” kültür (İslam öncesi inançlarının büyük bir kısmını koruyan) olmak üzere iki ayrı kısımda ele alınması gerektiğini savunmaktadır. Ona göre Selçuklular 1000’li yılların başlarında şehirli olarak nitelendirilemezdi. Bunun doğru olmadığı yukarıda verdiğimiz Türk şehirlerinin isimlerinden kolaylıkla anlaşılabilir. Özellikleri tam olarak günümüz şehirleri gibi olmasa da Türkler ordu-şehir kurmada diğer milletlerden önde geliyordu. Son zamanlarda Rus arkeologların Sir-Derya boylarında yapılan kazılar da bu görüşlerin doğru olmadığını göstermektedir.

Türkler göç sonrası pek çok yeni şehir kurmuşlardı. Yine Tuğrul beyin kendi adıyla Bağdat yakınlarında, Dicle nehri kenarında kurduğu Tuğrul Bey şehri de tam anlamıyla bir Türk şehri idi. Dolayısıyla Türk kültür hayatında şehrin yerinin olmadığı görüşü abartılı bir bakış açısı olsa gerektir. Çünkü dönemin Arap coğrafyacılarının anlattıkları da yerleşik hayat kültürünün Oğuzlara tamamen yabancı olmadığını göstermektedir. En basitinden Rey, Kaşgar, Balasagun, Merv, Buhara, Öz-Kent, Khuvar, Barçınlığı-Kent ve Yengi-Kent tam anlamıyla Türk kasabaları idi. Hazarlar İdil kıyısında Etil adında etrafı surlarla çevrili, dört giriş kapısı bulunan, beyaz tuğlalardan yapılmış yüksek idari binaları bulunan güzel bir şehir kurmuşlardı. Mısır’da Tolunoğulları da Katai adıyla yeni bir Türk şehri kurmuşlardı. Fakat şu hususu da vurgulamalıyız ki, şehirli Türklerin pek çoğu hem göçebe (havadi) hem de yerleşik (hadar) olan Oğuz konfederasyonundan meydana geliyordu. Kaşgarlı Mahmud Divan-ı Lügat’it-Türk adlı eserine Aşağı Sir-Derya kesimlerini “Oğuz kentlerinin toprağı” olarak tasvir eden bir harita koymuştu. Dönemin coğrafya kaynaklarından Mervezi de, Oğuzların bir kısmının şehirlerde bir kısmının köylerde yaşadığını kaydetmişti.

Bu bilgiler ışığında ön plana çıkan Türk şehirlerinin en karakteristik özelliklerini kale, sur içerisinde saray, hükümet konağı, kışla, Cuma camii, meydan, pazar yeri, ribat veya çarşı, medrese, hamam ve hastane olarak sayabiliriz. Ayrıca Sultanların yaptırdığı mimari eserler ve su kemerleri de şehirleri köylerden farklılaştırıyordu. Zaviye, imaret ve hanlar dönemin şehirlerinin en belirgin özelliğiydi. Hemen bütün şehirlerin bir de hapishanesi vardı. Bütün Orta Çağ şehirleri gibi Türk şehirlerinin etrafı da surlarla çevriliydi. Ancak sur dışında rabat adı verilen varoşlarda da daha çok zirai faaliyetlerle meşgul insanlar yaşıyordu.

Bu tespitleri seyyahların verdiği bilgiler de doğrulamaktadır. Bunu bir kaç örnekle açıklığa kavuşturmak mümkündür. Fergana vadisinde bir Türk şehri olan Özkent’i tarif eden seyyahlar, bu şehrin etrafı surlarla çevrili, dört kapıdan girişi olan, rabatı, bağları, bostanları ve akarsuları bulunan bir yer olduğunu kaydetmektedirler. Kuva gibi bazı şehirlerde caddeler vardı ve kaldırımları taşla döşenmişti. Bir Türk şehri olan Talas da yapılan kazılar da bu kentin sokaklarının Arnavut kaldırımları bulunduğunu ve taş levhalarla döşendiğini ortaya çıkardı. Türklerin yaşadığı şehirlerde su sistemi mutlaka vardı. En ilkel su temin yolu dere su dağıtım sistemi idi. Ama kurşun veya çömlek borularla şehir dışından kente su getirildiği bilinmektedir. Mesela Pencikent’te çömlek su yolu kazılarla ortaya çıkmıştı. Semerkant’a ise su kurşun borularla getirilmişti. Buhara ve Merv’de ise dere şebekeleri ve su havuzları kullanılmıştı. Türk şehirlerinde hamamlar çok yaygındı. Bir rivayete göre Semerkant’ta 60-80 arasında hamam bulunuyordu. Ahsıkent hamamı altı odadan oluşması ile meşhurdu.

Bu bilgiler bize ilk Müslüman Türk şehir nüfusunun büyük bir çoğunluğunun yeni Oğuz göçmenlerinden oluştuğunu göstermektedir. Bu nüfusun büyük bir kısmı herhalde henüz İslam’a girmemiş Türkler üzerine akınlar yapmakla meşguldü. Her ne olursa olsun Horasan ve civarı XI. yüzyıldan itibaren büyük ölçüde Türkleşmişti. Sultan Sancar zamanında Merv 100.000 civarında nüfusa sahip bir şehirdi. Türklerin yoğun olarak yaşadığı Karaçuk 70 bin nüfusa sahipti. Semerkand’da da yaklaşık olarak 100.000 nüfus yaşıyordu. Bunlar çok önemli rakamlardı, çünkü yılların büyüttüğü Bağdat şehri XIII. yüzyıl başlarında 1.500.000 kadar bir nüfusa sahipti.

Bu dönemin kaynakları Türk şehirlerinde askerler ve din adamlarının çoğunlukta olduğunu nakletmektedirler. Gerçekten de bu sıralarda Türklerin yerleştikleri şehirlerde hızlı bir İslamlaşma gerçekleşmekteydi. Devlet adamları da dini tarikat ve bilim adamlarına hürmet göstermekte ve destek olmaktaydı. Türkler arasında yayılma eğilimi gösteren sufilik aynı zamanda, tıpkı Anadolu Selçuklularda olduğu gibi bir meslek kuruluşu gibiydi. Sufiler çok az bir kısmı tecrit hayatı yaşarken, önemli bir kısmı esnaflık yapıyor ve teşkilatlı bir şekilde ticaret ile meşgul oluyordu. Zaten ticaret Türk şehirlerinde koloniler kuran tüccarlar sayesinde uluslararası bir hal almıştı.

Büyük Selçuklu toplumunda Türk nüfus en kalabalık olandı. Bunu Farslar, Araplar, Rumlar, Ermeniler ve diğerleri izliyordu. Mısır’da ise Arap, Rum, Kıpti ve zenciler çoğunluktaydı. İdil boylarında ise özellikle Slavlar ve Ruslar yabancı unsurları meydana getiriyorlardı.

Çeşitli ırk ve dinlerin konuşulduğu erken dönem Müslüman Türk toplumunda farklı cemaatler arasındaki ilişkilerin şekillenmesinde İslam hukukunun belirleyici olduğu düşünülebilir. Dolayısıyla fertlerin toplum içerisindeki tutum ve davranışları ile giyim ve kuşamları da bu çerçevede ele alınmaktadır. Muhtemelen Müslümanların giyimleri ve dış görünüşleri Hıristiyan ve Musevilerden farklıydı. Türklerin, Arapların, Hinduların ve diğer etnik grupların giyim kuşamları da birbirlerinden

kolaylıkla ayrılabilmekteydi. Ancak temelde Müslüman ve gayrimüslim kıyafetlerindeki farklılık en belirgin olandı. İslam hukukunun koyduğu kurallara göre her cemaat ve din mensubunun giyebileceği kumaş ve renkler tespit edilmiş olmalıydı. Ancak buna dair bilgilerimiz ve uygulamadaki hassasiyet konusunda elimizdeki bilgiler son derece sınırlıdır.

Bununla birlikte Türk toplumu eski inancının etkisiyle farklı din ve mezheplere karşı olan hoşgörüsünü kaybetmemişti. Müslüman Araplar arasındaki taassup ve tahammülsüzlüğe rağmen Türk-İslam şehirlerinde gayrimüslimler görülmemiş bir rahatlık içerisinde din özgürlüğünü yaşıyorlardı. Hazar ülkesinde Bizans’tan kovulan Yahudiler çok iyi muamele görülüyordu. Alp Arslan diğer dinden insanlara gösterdiği adalet ve merhamet duygusuyla simgeleşmiş, toplum da bu konuda onu izlemişti. Melikşah da dönemin yazarları arasında gayrimüslimlere iyi muamele etmesiyle haklı bir şöhret edinmişti. Urfalı Mateos Selçukluların hakimiyet alanında on iki millet yaşadığını kaydediyordu. Hazar ülkesi “Mozaikler ülkesi” olarak betimleniyordu. Halife’nin kontrolündeki Bağdat’ta gayrimüslimlere uygulanan kıyafet, davranış ve ibadet konusundaki kısıtlamalar, din adamlarının eleştirilerine rağmen Selçuklu hakimiyetindeki şehirlerde çok katı bir şekilde uygulanmıyordu. Melikşah’ın diğer din mensuplarına gösterdiği hoşgörü sayesinde başkent Isfahan Yahudi banker ve tüccarlarla dolmuş, şehir dönemin Arap kaynaklarında “Yahudi Isfahan” olarak anılmaya başlanmıştı.

Yine Ermeni kronikçisi Mateos’nun naklettiğine göre, Ermeni Patriği Basile 1090 yılında Melikşah’tan bazı vergi istisnaları ve ibadet özgürlüğünü genişletici ayrıcalıklar istediğinde, taleplerinin büyük bir kısmı karşılanmıştı. Hatta Sultan bu ayrıcalıkları kurumsallaştırmak için kendisine bir ferman da vermişti. Bu anlayış diğer Türk-İslam devletlerinde aynı şekilde yerleşmişti. Mısır’a hakim olan Tolunoğulları da dönemin bütün çalkantılarına rağmen egemenlikleri altındaki gayrimüslimlere din ve vicdan hürriyeti tanımışlardı. Tolunoğlu Ahmet Şam şehrini ziyareti sırasında Meryem Kilisesi’nin yeniden yapılmasına katkıda bulunmak için kendi has gelirlerinden 70.000 dinar vermekte tereddüt etmemişti. Evleri kilise yangınında zarar gören Hıristiyanlara da evlerini yeniden yapabilmeleri için para vermişti. Tolunoğlu Ahmed’in hastalığı sırasında Müslümanların yanında Hıristiyanlar ve Yahudilerin de dua etmesi bu hoşgörü siyasetinin sonucuydu.

Türk şehir hayatında olumsuz unsurlar da vardı. İçki içip sarhoş olan, kumar oynayan, hırsızlık yapan ve toplumun huzurunu bozanlar eksik değildi. Ama bunların oranı hakkında elimizde tutarlı bilgiler bulunmamaktadır. Ama Büyük Selçuklu Hakimiyetinde Türklerin yardımlaşmayı sosyal hayatın ayrılmaz bir unsuru haline getirdikleri, Kaşgarlı’nın divanına aldığı pek çok örnekten anlaşılmaktadır.

Köylerde gündelik hayat genelde tarım faaliyetleri ile şekillenmişti. İmece gündelik hayatta hemen her alanda uygulanmaktaydı Kaşgarlı’nın divanında su bendi yapmada, sulamada, toprak sıyırmada, tohum ekmede ve daha pek çok alanda yardımlaşma uzun uzadıya anlatılmaktadır. Bu da Türk toplumunda ve köy yaşamında ticari ve sınai faaliyetlerde de görülmektedir. Yine Kaşgarlı’nın naklettiğine göre kamçı ucu bükmede, demir eğeleme gibi zanaatla ilgili yardımlaşma alanlarına işaret etmesi ilginçtir. Konar-göçer unsurların nüfusun önemli bir kısmını teşkil ettiği Türk toplumunda keçe dikme, çadır kurma ve sökme gibi pek çok alanda yardımlaşmanın görülmesi doğaldır.

D. Toplumsal Faaliyetler

1. Giyim ve Kuşam

Mehmet Altan Köymen, Alp Arslan zamanında Türk toplumu hakkında yaptığı çalışmasında Türk giyim kuşamı üzerinde önemle durmakta ve Büyük Selçuklu toplumunda giyimin hala Orta Asya eski Türk kültür dairesinden çok farklı olmadığını söylemektedir. Türklerin Müslüman olması giyim kuşamlarında fazla bir değişiklik yapmamış, kendilerine has “Türkmen” kıyafetleri Arap ve İranlılarınkinden kolaylıkla ayırt edilebilme özelliğini bu dönemde de korumuştur. Öte yandan Kaşgarlı’ya göre değişik coğrafyada yaşayan Karluk, Yağma gibi Türk boyları da farklı özellikler taşıyan kıyafetler giyiyordu. Bununla birlikte Türklerin ortak bir giyim kuşam kültürü oluşmuştu. Buna göre Türkler kırmızı ve yeşil ağırlıklı renkleri tercih ediyorlardı. Kumaş olarak da pamuk, yün, ipek ve kürk daha fazla kullanılmaktaydı. Kadın ve erkek kıyafetleri haliyle farklıydı. Kadınlar bol elbiseler, erkekler ise vücuda yapışık dar kıyafetler giyiyorlardı. Başlarına da çene altından bağlanan kırmızı bir börk giyiyorlardı. Değişik büyüklüklerde ve renklerde börkler vardı. Mesela Sultan Alp Arslan, sukarlaç börk adı verilen ve uzunluğu ile dikkat çeken bir türünü tercih etmekteydi.

Her boyun ve sosyal tabakanın başlığı farklıydı. Çiğil Türkleri beyaz börk giyerek diğerlerinden ayrılıyorlardı. İki dilimli bir börk çeşidini Tuğrul Bey Çağrı Bey’e hediye etmişti. Başlık hakkındaki bu bilgiler bize börkün Türkleri diğer topluluklardan ayırt edici bir özellik olduğunu göstermektedir. Nitekim Köymen’in tespitlerine göre, Malazgirt ovasında Bizans İmparatorluk ordusuna karşı savaşan Türkler ile Balkanlardaki Kuman ve Kıpçak kökenli askerler karşı karşıya geldiklerinde börkleri sayesinde birbirlerini tanımışlar ve Bizans ordusundaki Türkler soydaşlarının safına geçmeye karar vermişlerdi.

Demek ki, bu incelediğimiz dönemde Türkler kıyafet açısından tam olarak Müslüman Arapların etkisine girmemişlerdi. Ancak az da olsa sarık giyen Türklere rastlanmaktaydı. Bir diğer Türk kıyafeti de kaftandı. Muhtelif uzunlukta ve dört parçalı bir kıyafet olan kaftan minyatürlerde tasfiye edildiği kadarıyla bele bağlanan bir kuşakla kullanılıyordu. Yağmurluk, hırka, gömlek, ceket gibi diğer Türk kıyafetleri de Türkleri diğer Müslümanlardan ayırıyordu. Yine Kaşgarlı Mahmut’un naklettiğine göre bu dönemde Türkler kemer, tokalı kemer, deri veya keçeden imal edilen çizme kullanıyorlardı. Kırmızı renk çizme Türklerin tercihleri arasında revaçta idi. Bu döneme ait çizme, keçe, dolak, çarık ve tozluk adı verilen ayakkabı ve aksesuarları da biliniyor.

Kaşgarlı’daki bir kayda göre takılar Türklerin giyim kuşam kültüründeki bir başka faklılıktı. İnci, gümüş ve altın küpeler ile gerdanlık, bilezik ve yüzük gibi takılar Türk kadınları tarafından süs eşyası olarak kullanılıyordu. Gelir düzeyi yüksek tabakalar arsında koku kullanımı da yaygındı. Oğuz erkekleri uzun saçı ve kakülü seviyorlardı. Çoğunluk sakalını tıraş etmekte ve bıyık bırakmaktaydı.

2. Eğlence ve Spor

Gündelik hayatta eğlence ve sportif faaliyetler de yer almaktaydı. Çeşitli vesilelerle eğlence ve ziyafetler düzenleme bu dönemde sıkça görülmekteydi. Gelir seviyesi yüksek olanlar çok zengin nişan ve düğün yemekleri vererek toplum hayatını renklendirirlerdi. Dini bayramlar ve festivaller bir diğer eğlence sebebiydi. Özellikle kültürlerin kavşak noktası olan Mısır’da eğlence hayatı çok renkliydi. Çeşitli dinlere mensup insanlar farklı zamanlarda bayramlarını kutlar, bunlar sosyal bir faaliyete dönüştürülürdü. Mesela Mısır toplumunda bayrama askeri geçit töreni yaparak girmek adet haline gelmişti. Askeri törenden sonra topluma sultan tarafından bir ziyafet verilirdi.

Türk toplumunun eğlence hayatında müziğin ayrı bir yeri vardı. Orta Asya’dan Horasan’a ve Ortadoğu’ya göçen Türkler çalgı çalma ve türkü söylemeyi beraberlerinde getirmişlerdi. Kopuz en sevilen çalgılardan birisi olarak artık daha geniş bir coğrafyada tanınıyordu. Halay grup olarak oynanan, sevilen bir danstı. Tuğrul Bey’in 1063 yılında Halifenin kızıyla evlendiği zaman avluda beyleri ile halay çektiği ve Türkçe şarkılar söylediği dönemin bütün önemli kaynaklarında geçmektedir. Askeri orkestra (mızıka) da Türklerin önce Horasan ve daha sonra Orta Doğu’ya getirdikleri bir adetti. Hun Türkleri, Göktürkler ve Uygurlarda bir çok çeşidi bulunan askeri mızıka, yeni kurulan Türk devletlerinde de yaşatılmaktaydı. İslâm’ın sınırlamalarına rağmen Selçuklularda ve Türk-İslam devletlerinde adet gereğince günde beş defa saray kapısının önünde konser verilmesi (nevbet vurulması) de bunu gösteren önemli bir delildir.

Avcılık, çöğen eğme, kuş uçurma, top kapmada en çok tercih edilen diğer faaliyetler olarak göze çarpmaktadır. Mesela İhşidiler el-Havf diye bilinen bir yeri spor merkezi durumuna getirmişler, av sporunu da buraya taşımışlardı. At yarışları da yine bu alanda yapılıyordu. Kuş uçurma İhşidilerden Muhammed b. Tuğc’un özel ilgi alanına giriyordu. Yürüme, dağa çıkma ve koşma da Türk toplumunda yaygın olarak yapılan sporlardı. Bunların dışında büyük bir çoğunluğu aynı zamanda asker olan Türkler arasında ok atma, yay çekme gibi talim yerine geçen yarışmalar da yapılıyordu. Cirit ise bütün Türk dünyasının ortak oyunu olarak o zaman da biliniyordu. Bunların dışında aile fertleri arasında da muhtelif oyun ve yarışmalar vardı.

3. Beslenme

Türklerin beslenme kültürü de ilk Müslüman Türk toplumunun ayırt edici bir özelliği olarak ele alınmalıdır. Değişik bir çevreye göç etmelerine rağmen XI. yüzyılın ikinci yarısında Türklerin Orta Asya yemek kültürünü yaşattıkları anlaşılmaktadır. Selçuklular dönemi Türk toplumunda et, bal, yumurta, süt, yoğurt, peynir, kaymak, tereyağı ve balık yağı gibi yiyecek maddeleri Türklerin beslenme sisteminde önemli bir yer tutuyordu. Tarımsal besinler arasında ise Türklerin buğday, arpa, darı, pirinç ve muhtelif sebzeler tükettikleri Kaşgarlı tarafından nakledilmektedir. İdil Bulgarları gibi bazı Türk boylarının diyetinde balık da önemli bir yer tutuyordu. XI. yüzyılda yaşayan Türk toplumunun milli yemek tabir edebileceğimiz yemekleri arasında Tutmaç çok önemli bir yer tutar. Henüz tam olarak İslamlaşma sürecini tamamlayamamış olan Türkler arasında şarap, kımız, kumlak gibi sarhoşluk verici içkileri içme yaygındı. Meyve suyu, sücüv (İdil Bulgarlarının baldan imal ettikleri bir içecek) gibi içecekler de biliniyordu. İbni Fadlan’ın naklettiğine göre İdil Bulgarları arasında İslâmiyet’ten sonra at eti yeniyor ve içki bile içiliyordu.

E. Dini Hayat

Türklerin İslamlaşma sürecinin başlangıç dönemlerinde adet, anane ve dini inançlarda eski Türk toplumun izleri tamamen silinmemişti. İlk Müslüman Türk devleti olmasına rağmen İdil Bulgarları bile henüz tam olarak eski inançlarının etkisinden kurtulamamışlardı. Şehirlerde Türkler tarafından çok sayıda medrese kurulmuş ve din bilginleri ve sufiler yetişmişti. Bunlar kent toplum hayatının daha hızlı bir şekilde İslamlaşmasını sağlamışlardı. Türkler arasında yayılan sufilik aynı zamanda parçalanmaya müsait olan Türk boylarını bir arada tutmaya, aralarında manevî bir birlik oluşturmaya da yarıyordu. Özellikle Türkistan’da büyük din bilginlerinin hemen tamamı sufi idi.

Tarikatlar Türk toplumunun dini yaşantısında önemli bir yere sahipti. Türklerin hakim olduğu coğrafyada doğup, gelişen Kadirilik, Kübrevilik, Ekberilik ve Yesevilik en çok taraftar toplayan tarikatlardı. Bu tarikatlar sayesinde Türkler adeta kendi sosyal yapılarına ve anlayışlarına uygun bir din düşüncesi geliştirmiş oldular. Çünkü bu tarikatlerin dili büyük ölçüde Türkçe idi. Kübrevilik ve Yesevilik tarikatleri buna en güzel örnektir. Üstelik bu sonuncusu Türk göçleriyle Anadolu’ya da intikal edecek ve Türk toplumun kaynaşmasına ve bir birlik kurmasına hizmet edecekti.

Öte yandan Türkler hakimiyetleri altında yaşayan ve çeşitli mezhep ve fırkalara ayrılan Arap Müslümanlara da müdahalede bulunmamışlardır. Devlet kamu güvenliği açısından zaman zaman din kavgalarına müdahale de etmiş, fakat daima uzlaşıcı bir tavır sergilemiştir.

Şehirlerdeki bu hızlı İslamlaşmaya karşın kırsal kesimlerde bu süreç daha yavaş gerçekleşecekti. Gök Tanrı inancının etkileri erken dönemde Müslüman olmalarına rağmen İdil Bulgarlarında bile net bir şekilde izlenebilmekteydi. İbni Fadlan’ın naklettiğine göre İdil Bulgarları ölülerin kabirlerine silahlarını da koyuyorlardı. Ölen kişinin çadırına bayrak asma da eski bir Türk adeti olarak yaşatılıyordu. Ölünün arkasından yapılan yas ve matemlerde de eski Türk inançlarının izleri bariz bir şekilde görülebiliyordu. Köpek havlaması da İdil Bulgarları arasında bolluk, bereket ve barış yılı olacağı şeklinde yorumlanıyordu.

II. Ekonomi

Müslümanlığı kabul eden Türk sultanlarının izlediği iktisat politikaları ile İslamiyet öncesi Türk devlet anlayışı arasındaki bağlantı XI-XIII. yüzyılda hala çok güçlüydü. Halkı dil, din, soy ve kültür farkı gözetmeksizin bütünüyle refaha ulaştırmayı gaye edinen eski Türk anlayışı Müslüman olan Türk Sultanları ve devlet adamları tarafından da takip edilmiştir. Nitekim Kutadgu Bilig yazarı Yusuf Has Hacib hakanına düşmanla savaşmasını, servetini ele geçirmesini ve halkın refahı için kullanmasını “vur, al ve dağıt” şeklinde özetlemektedir.

Buradan şu sonuca varabiliriz ki, ilk Müslüman Türklerin de esas gayesi düşmanla savaşmak ve ganimet elde etmektir. Bu en önemli gelir kaynağı olarak tavsiye edilmekteydi. Bu anlayış İslam iktisat siyasetine de uygun olarak Osmanlılara kadar bütün Türk devletlerinde geçerli olmuştur. XVI. yüzyılda bile Osmanlı siyasetname yazarları Sultana tavsiyelerde bulunurken gazanın kutsal ve helal, ticaretin ise kirli olduğunu söylüyorlardı. Bu anlayışa uygun olarak, ilk dönemlerden itibaren Türkler savaşmayı (İslamiyet’ten sonra gaza-cihat) asıl meşgale olarak almışlardır. Bu faaliyet refah toplumunun da anahtarı olarak sunulmaktaydı. Yine Kutadgu Bilig’de “sağ elin kılıç sallar ve vururken, sol elin ile mal dağıt” denilmek suretiyle gazanın devamlı olması gereken bir faaliyet olarak sunulması ilginçtir. Mehmet Altay Köymen bu ekonomi anlayışını Türklere has “akına dayalı ekonomi” olarak tanımlamaktadır.

Türk sultanlarının iktisat politikalarının amacının halkın refahını sağlamak olduğu bir çok araştırmacı tarafından ifade edilmiştir. Bu politika, Bilge Kağan tarafından Orhun yazıtlarında “aç milleti doyurdum; çıplak milleti elbiseli, fakir milleti çok kıldım” şeklinde formüle edilmiştir. Aynı anlayışın XI. yüzyılın ikinci yarısında da geçerli olduğunu Yusuf Has Hacib’in “halkın zenginliği beyin zenginliği demektir” şeklinde ifade etmesinden anlıyoruz. Bu da Türklerde “devletin halk için olduğu”nu ortaya koymaktadır.

Nitekim en doğudaki Karahanlılardan Mısır’da kurulan Tolunoğullarına kadar Türk devletlerinde halkın refahının sağlanması her zaman iktisat politikalarının merkezinde yer almıştır. Karahanlı Tamgaç Han ticaret kervanlarının güvenliğini sağlamayı en önemli görevlerinden birisi olarak görmüş, ticaret mallarına zarar verenleri şiddetle cezalandırmıştır. Tüccarlar ve kurdukları ticaret kolonileri Hazarların başkenti Etil’de devletin himayesindeydi. Özellikle Selçuklu sultanları, kendilerinden önceki Türk devlet anlayışının uygulanmasından ibaret olan bir dizi ekonomik tedbiri ihmale yer bırakmadan uygulamaya çalışmışlardı. Bunlardan birisi de İpek yolunu kontrol altına almak ve ticaret kervanlarını teşkilatlandırarak askeri muhafızlar idaresinde emniyetli bir duruma getirmekti. Kervan yollarının herhangi bir eşkıya grubu veya devlet tarafından tehdit edilmesi askeri seferleri gerektiriyordu. Ticareti canlandırmanın vergi gelirlerini artırdığını idrak eden Selçuklular, gümrük ve alım-satım vergisini kaldırmışlar, bu sayede yabancı tüccarları kendi topraklarına çekmeyi başarmışlardı. Bir rivayete göre Melikşah çok eskiden beri toplanmakta olan gümrük vergilerinin (mukûs) toplamı 600.000 dinar olduğu halde, üçte bir oranındaki miras vergisi kaldırmıştı. Bu kararlar kısa zamanda etkisini göstermiş, muhtelif eserlere kaydedildiğine göre ekonomik gelişme sayesinde Selçuklu şehirlerinde büyük sermâyedar ve zenginler sınıfı oluşmuştu. Melikşah eleştirilere rağmen izlediği ekonomik politika sayesinde saltanatı sırasında eyaletlerden gelen vergi miktarını 210.000.000 altın dinara kadar çıkarabilmişti. Melikşah’ın sadece saray bütçesi 20.000.000 dinardı. Bu rakam Abbasi Hilafetinin IX. yüzyıldaki gelirinden çok fazlaydı.

Selçuklu iktisat anlayışında önemli bir husus da şehirlerin mamur edilmesiydi. Bu amaçla yeni zapt edilen kentlerde vergi indirimleri veya muafiyetlerinin ilan edilmesi oldukça anlam taşımaktadır. Bu politikaya en iyi örnek Tuğrul Bey’dir. Horasan’ı alan Tuğrul Bey, buranın halkından bir yıl süreyle vergi alınmayacağını ilan etmiştir. Yine Tuğrul Bey İsfahan’ı ele geçirdikten sonra kent halkına üç yıl vergi muafiyeti tanımıştır. Böylece savaşta harap olan şehirler, kısa zamanda eski canlılığına beklenenden erken bir sürede kavuşma imkanı elde etmişlerdir. Bu politika Selçuklu muhaliflerinin bile dikkatini çekecek düzeyde yaygın olarak uygulanmıştır. Şunu ifade etmeliyiz ki, bu yaklaşım o devre göre çok ileri ve modern bir ekonomik politika anlayışıdır. Melikşah ise elde ettiği muazzam gelirlerini İmparatorluğun her yanında yaptırdığı camiler, medreseler, kütüphaneler, türbeler, saraylar, ribatlar, hanekâhlar, hanlar, köprüler, kaleler ve su tesislerine harcamıştır.

Selçuklu Sultanının ekonomi politikasında bir diğer önemli unsur da tarihi ipek yolunun ele geçirilmesi ve güvenliğinin sağlanması meselesidir. Bu yüzden Selçuklular kademe kademe İpek yolu üzerindeki şehirleri ele geçirmeye çalışmışlardır. Böyle XI-XIII. yüzyıllar arasında bütün Türk devletleri Orta Asya-Doğu Avrupa arasında ve yine Uzak Doğu-Hindistan-Akdeniz limanları arasındaki ticari faaliyetlerden pay alma uğraşı vermişler ve bunda çok başarılı olmuşlardı.

Mısır’da kurulan Türk devletleri ise Baharat yolunun Akdeniz’e açılan limanlarını kontrolleri altında tutmayı ve bu yoldan azami gelir elde edecek politikalar geliştirmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu amaçla başta Venedik olmak üzere Avrupa ticaret toplumları ile ilişkileri sıkı tutmayı devletlerinin dış politikalarında önemli addedilmişlerdi.

Büyük Selçuklu devletinde şehirlerin ekonomik bakımdan kalkınması için devlet tüccarları teşvik etmekteydi. Türk İslam şehirlerinde kurulan ve gayrimüslimlere kapalı olan meslek birlikleri (loncalar) iktisadi faaliyetlerin önemli bir kısmının doğrudan doğruya Müslüman Türkler tarafından yürütülmesini sağlıyordu.

Bütün bu ortaya koyduğumuz ilkeler Türk iktisat düşüncesinin temellerinin Orta Asya Türk devletlerinde aranmasının gereğini ortaya koymaktadır. Çünkü Türk devletinin ekonomi anlayışında “halk devlet için” düşüncesi yoktur. Bu düşünce Türklere değil, Sasanî ve Bizans devletlerindeki ekonomik politikalara daha uygundur.

Türk-İslam Devletlerinde ekonomik faaliyetler şu başlıklar altında incelenebilir.

1- Tarım


2- Ticaret

3- İmalat

Bu üç kategoriye Mehmet Altay Köymen bir de akına (cihad) dayalı ekonomiyi eklemektedir. Ona göre Türk devletlerinde akın, sistemli bir ekonomik faaliyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bunu Türklere özgü saymak doğru olmasa gerektir. Her ne kadar akın yapmak Türk hakanının görevi ise de, bunun devlet gelirleri arasındaki ağırlığını çok abartmak yanlıştır. Ayrıca Müslüman Araplar akına dayalı ekonomiyi Türklere göre daha katı uygulamışlardır. Bu nedenle biz, burada diğer üç ekonomik faaliyetten bahsetmenin yeterli olacağı düşüncesindeyiz.

1. Tarım


Klasik toplumlarda tarımsal üretim devlet gelirlerinde önemli bir oran teşkil eder. Bu yüzden her devlet gibi Selçuklular ve diğer Türk İslam devletleri de nüfusun büyük bir kesimin yaşadığı ve üretim faaliyetlerinin önemli bir kısmını oluşturan tarım arazilerini vergilendirmişlerdir. Türk-İslam devletlerinde köylülerle meskun arazilerin has ve ikta olarak idari ve askeri gruplara dağıtılması gelişmiş bir sistemdi. Bu sistemin olumlu bir yanı toprakların sürekli olarak işlenmesini ve değerlendirilmesini sağlamasıydı. Bu nedenle Türkler tarımsal üretimi asla ihmal etmemişlerdir. Tarımın Türkler için ne kadar önemli olduğu Selçuklular döneminin en önemli iki kaynağı olan Kaşgarlı Mahmud ve Yusuf Has Hacib’in zirai üretimin tasvirine çok yer vermelerinden de anlaşılmaktadır. Kaşgarlı’ya göre bu dönemde halkın büyük bir kesimi yerleşik hayata geçmiş ve tarıgçı (çiftçi) ve iğdişçi (hayvancılıkla uğraşan) olmuştu. Devlette tarımı geliştirmek ve çiftçilerin refah düzeyini yükselmek için çalışmalar yapmıştır. Özellikle Sultan Melikşah ve Sultan Sancar’ın tarımı geliştirme politikaları Selçuklular döneminde kayda değerdir. Kaynaklarımız bu iki Selçuklu sultanının sulama kanal ve arklarının yapımına çok önem verdiklerini nakletmektedirler. Nitekim Irak, Horasan ve Harezm’de zirai üretimde patlama yaratan kanallar bu iki sultanın eseridir. Özellikle Selçuklu sultanı Sancar’ın Merv’de yaptırdığı Murgab kanalı kayda değer bir eserdir. Murgab kanalının suladığı Merv ovaları sayesinde buranın nüfusu artmış, yetiştirilen pamuk aranan bir ürün haline gelmiştir.

Mısır’da kurulan ilk Türk İslam devletlerinin hükümdarları da ziraatın geliştirilmesi için benzeri politikalar uygulamışlardır. Mesela Tolunoğulları da sulama kanallarının yapımı ve Nil’in taşımasını engelleyen setlerin tamirine çok önem vermişlerdi. Ahmed b. Tolun Mısır ziraatini Nil’in sebep olduğu taşkınlardan korumak için su kemerleri ve su kanalları yaptırmıştı. Bu gayretlerinin semeresini de fazlasıyla almıştı. Devletin tarımdan elde ettiği gelir miktarı 800.000 dinardan 4.300.000 dinara yükselmişti.

İhşidiler ise Nil nehrinin Mısır’a hayat veren bir nehir olduğunun bilincinde olarak çok önemli imar faaliyetlerine girişmişlerdi. Yaptıkları kanallar ve taşmaları önleyen setler sayesinde İhşidiler ülkede keten, şeker kamışı ve sebze üretimi artırmayı başarmışlardı. Memlukler’de Nil’in kontrolüne aynı derecede önem vermişler bu amaçla set ve sulama kanallarının yapım, bakım ve kontrolü için Kaşifü’l -Cüsur adlı bir emir görevlendirmişlerdi.

Selçuklular döneminde çiftçiler yoğun olarak hububat üretimi yapıyorlardı. Buğday Türklerin zirai üretiminde başta geliyordu. Bunu arpa ve darı takip etmekteydi. Mısırda ise pamuk, keten, şeker kamışı gibi ürünler revaçtaydı. Tolunoğullarından başlamak üzere Mısır’da kurulan Türk devletleri keten ve pamuk üretimine büyük önem vermişlerdi. Meyve yetiştirme önem bakımından ikinci sırayı alıyor, sonra pamuk geliyordu.

İhşidiler dönemi Mısır’ın sözünü ettiğimiz ürünler dışında yöreye has el-kulkas, el-Nile gibi bitkiler de üretiliyordu. Özellikle keten kumaş sanayi ve el-Nile ağacı da boya yapımı için önemli bitkilerdi. Bu kumaş bitkilerinin ve boya yapımında kullanılan köklerin üretimi sayesinde İhşidiler’de dokumacılık çok gelişmişti.

Sulama kanallarının yapılmasından sonra zirai üretimi arttırmanın en önemli ikinci yolu gübreleme idi. Murgab kanalının suladığı ovada kullanılan sulama ve gübreleme sayesinde burada bire yüz ürün alınmaktaydı. Bu da gösteriyor ki Selçuklu dönemi Türkleri gübrelemeyi iyi biliyor ve uyguluyordu. Türkler gübreye kıg adını veriyorlardı. Bu büyük bir olasılıkla koyun gübresine verilen addı.

Hayvancılık Selçuklularda da gelişmişti. Koyun ve at yetiştiriciliği en başta gelenlerdi. Sığır yetiştiriciliği yapılmaktaydı. Her ne kadar Kaşgarlı ve Yusuf Has Hacip sığır hayvancılığının Türkler arasında çok revaçta olmadığını düşündürecek düzeyde az bilgi nakletmişseler de Türkler için servet hayvan sayısı ile ölçülüyordu. Hudud’ül-Alam’da Türklerin on binlerle ifade edilen koyun, at ve sığır ürünlerine sahip oldukları kaydedilmektedir. Koyun ise adeta servetin ölçüsü olarak görülüyordu. Türklere göre bir sürü beş yüz koyundan veya keçiden oluşuyordu. Koyunlar ağılda barındırılıyor, sütleri sağılarak, süt, yoğurt ve peynir yapımında değerlendirilerek pazarlara sevk ediliyordu.

Koyunların yünü de çok değerli bir ticaret malıydı. Baharda kırkılan koyunların yünü satılarak önemli bir gelir elde ediliyordu. Ayrıca, kasaplara da yetiştirilen koyunlar belirli tarihlerde sevk ediliyordu. Türklerin yetiştirdikleri bir hayvan da deve idi. İki hörgüçlü develere İbn Fadlan “Türk develeri” demekteydi. Yine Oğuz Türklerinin yetiştirdikleri at da “Türkmen atı” olarak nam salmıştı.

Zirai üretimin organizasyonunda işçi veya köleler de rol almaktaydı. Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat’it-Türk adlı eserinde ekin ekenlerden söz edilmesi bu alanlarda bazen hizmetkarların veya ücretli ırgatların kullanıldığını akla getirmektedir. Hatta “bu adam çok ekin ektiren kimsedir” gibi ifadelere de rastlanılmaktadır. Bu da büyük toprak sahiplerinin çok sayıda ırgat çalıştırdığını düşündürmektedir.

Yine ark ve gölet yapımında da işçiler kullanılmaktaydı. Hayvan yetiştiriciliğinde çobanlar istihdam edilmekteydi.

A) Üretilen Ürünler

Hububat: Buğday Türklerin en çok ürettikleri üründü. Arpa ise stratejik bir üründü. “Arpasız at koşmaz, arkasız yiğit basmaz (asker bozamaz) ” atasözü bunu göstermektedir. Aynı zamanda asker olarak Türkler, uzun mesafeli seferleri için atlarına arpa temin etmek zorundaydı. Burçak atın beslenmesinde önemli bir yer tuttuğu için önemli bir üründü. Ot üretimi de hayvanların beslenmesi için gerekliydi. Pirinç üretimi de daha az olmakla birlikte Zarkani gibi şehirlerde yapılmaktaydı.

Meyve Üretimi: Tarlada yetiştirilen kavun ve bağ bahçelerde yetiştirilen üzüm, erik, elma, armut, ayva, nar, badem, ceviz ve fıstık ilk Müslüman Türk toplumları tarafından üretimi yapılan ürünlerdendi.

Sebzecilik: Maveraünnehir’deki Türk şehirlerinin etrafı geniş ve sulak ovalarla kaplı olduğu için sebze yetiştiriciliği de önemli bir zirai üretim alanıydı. Bu ovalarda ıspanak, karnabahar, hıyar, kabak, şalgam, soğan gibi sebzelerin yetiştiği Kaşgarlı’da geçmektedir.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nda devlet gelirlerinin büyük bir kısmı zirai vergilerden elde edilmekteydi. Bu yüzden Selçuklu sultanları zirai üretimi artırmayı ve artı ürünlerin pazara getirilmesinin sağlanmasını temel bir politika olarak benimsenmişlerdi. Irak, Horasan, Merv ve Harezm’de açılan sulama kanalları bu anlayışın bir göstergesiydi.

Tolunoğulları da vergi hukuku açısından İslamlaşma sürecini tamamlamıştı. Haraç en önemli vergiydi. Sanayi ve ticaret mallarından zekat alınıyordu. İhşidilerde de farklı değildi.

2. Ticaret

Türk devletlerinde ticaretin gelişmesine çok büyük önem verilmiştir, fakat ticaret hiçbir Türk devletinde devlet ekonomisinde birinci derecede önemli hale gel

miştir denilemez. Bununla birlikte Uygurlar ve Selçuklular başta olmak üzere bütün Türk devletleri İpek yolunun Akdeniz’e ulaştığı yol üzerindeki önemli şehirleri hakimiyetleri altına almayı, Türk cihan hakimiyeti idealinin bir parçası olarak görmüşlerdir.

Yapılan araştırmalara göre bu dönemde İpek yolunun önemli bir kolu Kazakistan topraklarında batı-doğu istikametinde uzanmaktaydı. Yol, Taşkent’ten gelerek, Turbat boğazı üzerinden İsficab’a ulaşmaktaydı. XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut’da Sayram’a-beyaz anlamına gelmektedir-İsficab dendiğini belirtmektedir.

X-XI. yüzyıllarda İpek Yolu’nun İli kolu ise, İli vadilerini güneybatıdan kuzeydoğuya doğru kat etmekteydi. Yolun bu kısmı Yenikent’te başlar, Bunciket üzerinden Kastek boğazını geçer ve Alatau’un (Aladağ) kuzey kesimlerine ulaşırdı. Bu bölgeler Faruk Sümer’in de tespit ettiği gibi XI. yüzyılda Müslüman Oğuzların yurdu haline gelmiştir.

Demek ki Türkler eskiden beri ticaret yollarının kontrolüne önem vermişlerdir. Bu anlayışla Selçuklular Çin’den Mısır’a, Kafkaslardan Hint denizine kadar bütün ticaret merkezlerini kontrol altına alarak transit ticareti engelsiz işletmeye çalışmışlardı. Coşkun Alptekin’in tespitlerine göre, ticaret yollarını güvenli hale getirmek ve kervan yollarını açık tutmak Selçukluların iktisadi politikalarının temelinde yer alıyordu. Bu yüzden Sultan Melikşah, yukarıda da kaydettiğimiz gibi kervan yolları ve güvenliğini temin için sefer yapmaktan bile çekinmemişti. Bu ticaret politikasının bir gereği olarak devlet soyulan tüccarların mallarını tazmin etmeyi görev bilmişti. Bunun karşılığında devlet ticaretten önemli oranda gelir elde etmekteydi. İpek yolu da iyi bir gelir kaynağı idi. Tolunoğulları, İhşidiler ve Memluklarda da Baharat yoluna hakim olmanın avantajlarını çok iyi kullanmışlar, Avrupa ile ticaret yapanları himaye etmişlerdi. Kendileri de uzun süreli kapitülasyon anlaşmaları ile Avrupalı tüccarları ülkelerine çekmeye çalışmışlardı.

Bu politikanın sonucu olarak devlet tüccarlara da önem vermiş, onların güvenliği ve mallarının emniyet altında olması için çalışmıştır. Bu arada şu hususu vurgulamalıyız: Türklerin ticarete meyilli olmadığı ve uluslararası ticaret yapan tüccarlarının bulunmadığı doğru değildir. Hudud’ül-A’lam Oğuz tüccarlarının her türlü ürünlerini şehirlere getirdiklerini ve pazarladıklarını kaydetmektedir. Bulgar Türkleri de geçimlerini büyük ölçüde ticaret yaparak sağlıyorlardı. Bunlar Türkler içerisinde tüccarların en fazla olduğu topluluktu. Hazarlar ve Bulgarlardan aldıkları samur, tilki kürkü gibi değerli malları İdil nehri kenarındaki Etil’de kurdukları panayırlarda satmaktaydılar. Hazarlar izledikleri başarılı iktisadi politikalar ile burasını adeta bir dünya ticaret merkezi haline getirmişlerdi. Arap tacirlere Etil’de koloni kurma izni vermişler, kuzey ülkeleri ile de uluslararası ticareti artırmışlardı. Ürettikleri balık zamkını bu sayede her yere pazarlamaktaydılar. Bal ve balmumu ticareti ise Ruslar ve Müslüman Bulgarlar vasıtasıyla yürütülüyordu. Etil’de özellikle kıymetli kürkler, yumuşak deve yünü bol bulunan ürünlerdi. Sığır, koyun, deve, at ve bunlara ait ürünler diğer Türk devletleri tarafından da ihraç ediliyordu. Demir ve demirden yapılan maddeler kervanlarla Müslüman Araplar vasıtasıyla ihraç ediliyordu. İbn Fadlan 5000 kişilik muazzam bir kervan içinde Oğuz yurdundan geçtiğini nakleder. Türklere has bazı ihraç ürünleri de vardı. Türk keçesi bunlardan biriydi. Burada esir ticareti de yapılmaktaydı. Kadın ve erkek köleler panayırda alınıp satılmakta ve Ortadoğu’ya sevk edilmekteydi.

Üretim ve ticaret ile ilgili verdiğimiz bilgilere göre, Büyük Selçuklu ve ilk Müslüman Türk devletlerinde vergi sistemi ziraat ve ticaretten alınan vergilere dayanıyordu. Bu dönem üzerine yapılan araştırmalar İslam vergi hukukunun tamamıyla hayata geçirildiğini ortaya koymaktadır. Devlet sanatkar ve tüccarlardan sadece zekat alıyordu. Ayrıca gümrük ve bac-ı pazar türünden vergiler de toplanmaktaydı. Bununla birlikte bütün ilk Müslüman Türk devletlerinin asıl ve önemli vergi kaynağı çiftçilerden alınan haraç vergisiydi. Hemen hemen her devlette (Hazarlar hariç) bu vergi, toplam vergilerin yarısından fazlasını teşkil ediyordu. Gayrimüslimlerden de cizye toplanıyordu.

Bu dönemin Türk-İslam devletlerinin bir başka gelir kaynağı da müsadereler, mirasçı bulunmayan mallar ve fidye idi. Mısır’da çıkarılan şap ve soda da burada kurulan devletler için iyi bir gelirdi. Balıkların devlet tarafından satılması, gemi işletmeleri, ölçü ve tartı aletlerinin satım ve darphane harçları devletin diğer gelir kaynaklarıydı. Devlet, haraç, cizye ve gümrük olmak üzere üç önemli vergiyi değişik şekillerde tahsil etmektedir. Ticari vergiler ve gümrükler (mukus) Melikşah zamanında 600 bin dinar gibi önemli bir miktara ulaşmıştı. Sanayi kesiminden alınan vergiler ise 210 milyon dinardı. Bu rakamların da ortaya koyduğu gibi Selçuklu İmparatorluğu’nda sanayi ticaretten daha iyi bir durumdaydı. Bulgar Türklerinde ise gümrük vergisi onda bir oranında tahsil ediliyordu. Bulgar tüccarları en fazla esir ticareti yapıyorlardı. İbni Fadlan’a göre köle pazarları İdil boylarının en canlı olanlarıydı. Burada satılan kölelerden devlet 1/10 vergi alıyordu. Tuna Bulgarlarının uluslararası ticaretinde takas da geçerli idi. Tiyin (sincap) kürkü burada adeta para birimi haline gelmiş, kelime daha sonra ufak değişikliklere uğrayarak ve gerçekten para anlamı kazanarak günümüze kadar ulaşmıştır (Halen Kazakistan’ın para birimi olan’tenge’ bundan gelmektedir). Ayrıca Harzem parasının da tedavülde olduğu anlaşılıyor.

Gaffari adlı tarihçiye göre Melikşah’ın saray bütçesi 20 milyon dinardı. Demek ki Sultan’ın gelirleri daha fazlaydı. Bu yüzden artı gelir ülkenin imarına harcanıyordu. Bu dönemde bakır, gümüş (dirhem) ve cetin (dinar) paralar kullandığı bilinmektedir. Ayrıca Harzem parasının da tedavülde olduğu anlaşılıyor.

3. İmalat

Türklerin yaşadığı bölgeler yer altı kaynakları ve madenler bakımından zengindi. Özellikle Fergana vadisi tarih boyunca işlenen altın, gümüş, bakır, firuze, civa, kömür ve nişadır madenlerine sahipti. Demir madenleri de Türkistan’ın muhtelif yerleri vardı. Selçuklu sultanlarının gayretli ve isabetli politikaları sayesinde Türk şehirlerinin her biri birer sanayi merkezi haline gelmişti. Buhara’da dokunan seccadeler, Taşkent’in eğer takımları, Semerkant’ın gümüş işleri ve kumaşları, Fergana’nın maden ürünleri, Horasan’ın saten kumaşları dönemin ünlü alış merkezi olan Bağdat’ta çok önemli bir pazar elde etmişti. Semerkand, Buhara ve Merv gibi Türk şehirlerinin bu dönemde ekonomik bakımdan zenginleşmesi ve kısa zamanda bir Türk-İslam kültür ve sanat merkezine dönüşmesi bu yüzdendi.

Türk-İslam şehirlerinde dokumacılık, dericilik ve demircilik de oldukça gelişmişti. Selçuklu şehirlerinde kağıt, çini ve cam imalatı da yaygın bir imalat sektörü idi. Selçuklu sultanları zanaatkarlardan da vergi almaktaydı.

Sonuç


İlk Müslüman Türk devletlerin toplum yapısı hakkında yaptığımız bu değerlendirme sonucu şu denilebilir ki, Türk toplum yaşantısı İslamî dönemde eski Türk kültürünün büyük ölçüde izlerini taşımaktadır. Toplum hala sınıfsız bir toplum görünümü arz etmekte olup, sosyal tabakalar arasında aşağıdan yukarıya geçiş mümkündür. Türk-İslam toplumundaki en önemli değişiklik din ve bunun sonucunda şehirlerin fiziki özelliklerine camiin eklenmesidir. Oğuzların İslamiyet’ten sonra Fergana ve batısında kurdukları şehirlerde cami vazgeçilmez bir kurum haline gelmiş ve Türk toplum hayatını derinden etkilemiştir. Ancak gündelik yaşamda İslam öncesi izler hala kuvvetlidir ve Türk toplumu Müslüman Arapların mutaassıp yaşantısından hala uzaktır.

Yine XI. yüzyılda Türklerin şehir hayatı yaşadıkları da açıkça ortaya konulmuştur. Ancak şehir kültüründe yerleşik unsurlarla yerleşik olmayan unsurlar kesin olarak birbirinden ayrılmamıştır. Bununla birlikte rabatların (şehirlerin dışında tarım yoğunluklu yaşam alanları) sur dışında olması bir çok Türk-Oğuz kentinde bu ayrımın gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Ancak Türklerin ana geçim kanyağının hala tarım ve hayvancılık veya buna bağlı ticaret ve sanayi olduğu bir gerçektir. Bu yüzden devlet ekonomiyi canlandırmak için tarımı sulama kanalları açarak geliştirmekte, tüccarın mallarını ve kervan yollarını güvene alarak desteklemektedir.

Altundağ, Ş. “Tolunlular”, İA., XII/1, 430-439.

Ashtor, A Social and Economic History of the Near East in the Middle Ages, London, 1976.

Aynakulova, G. “X.-XII. Yüzyıllar Fergana’da Yerleşim Yerleri”, Türkler, Yeni Türkiye Yay. (Basılacak).

Bakır, A. “Ortaçağ İslâm Dünyasında Dokuma Sanayi”, Belleten, LXIV/241, (2000).

Bakır, A. “Ortaçağ İslâm Dünyasında Maden Sanayi”, Belleten, LXI/232, (1998).

Barthold, V.V. Moğol İstilâsına Kadar Türkistan, (haz. H. Dursun Yıldız), İstanbul, 1981.

Beyhaki, Ebu’l Fazl Muhammed b. Hüseyin, Tarih-i Beyhaki, nşr. A. E. Feyyaz, Tehran 1945.

Devlet, N. “İdil Bulgarları”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1992, IX. s.313-335.

Genç, R. “Karahanlılar”, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, VI, İstanbul, 1989, s.136-179.

Genç, R. Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, Ankara, 1997.

Goitein, S. D. A Mediterranean Society, I: Economic Foundations; II: The Community, Berkeley, Los Angeles, 1967.

Grousset, R. Bozkır İmparatorluğu, İstanbul, 1980.

İbnü’l-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, IX, X, nşr. C.J. Tornberg, Beyrut, 1979; trc. A. Özaydın, İstanbul, 1987.

İbn Fadlan, İbn Fazlân Seyahatnâmesi, (trc. R. Şeşen), İstanbul 1975.

Kafesoğlu, İ. “Türkler”, İA. Maddesi.

Kafesoğlu, İ. Melikşah Zamanında Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul, 1953.

Kafesoğlu, İ. Türk Milli Kültürü, 19. Basım, İstanbul, 2000.

Kaşgarlı Mahmud, Divânu Lugat-it-Türk, (nşr. ve trc., Besim Atalay), Ankara, 1939.

Kitapçı, Z. Orta Asya Türklüğünün Büyük İslam Kültür ve Medeniyetindeki Yeri, 2. Basım, Konya, 1996.

Kitapçı, Z., Orta Asya’da İslamın Yayılışı ve Türkler, Konya, 1998.

Kitapçı, Z., Türk Boyları Arasında İslam Hidayet Fırtınası, Konya, 2000.

Koca, S. Dandanakan’dan Malazgirte, Giresun, 1977.

Koca, S. Türk Kültürünün Tenelleri II, Giresun, 2000.

Kopraman K. Y., “İhşidiler”, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, VI, İstanbul, 1989, s.181-221.

Kopraman K. Y., “Memluklar”, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, VI, İstanbul, 1989, s.433-540.

Kopraman K. Yaşar., “Tolunoğulları”, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, VI, İstanbul, 1989, s. 55-79.

Köymen, M. Altan, Tuğrul Bey ve Zamanı, İstanbul, 1976.

Köymen, M. Altan. “Selçukluların Kendilerine Mahsus İktisadi Siyasetleri Var mıydı? ”, Milli Kültür, (Aralık 1979), s.65-67.

Köymen, M. Altan. Alparslan ve Zamanı, Ankara, 1983.

Köymen, M. Altan. Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara, 1963.

Kurat, Akdes Nimet. “Bulgar”, İA., II, 788.

Kurt, H. Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci (Buhara), Ankara, 1998.

Merçil, Erdoğan. Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993.

Erdoğan Merçil, Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara, 1989.

Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, neşreden M. A. Köymen, Ankara, 1980.

Rasonyi, L. Tarihte Türklük, Ankara, 1971.

Sümer, Faruk, Oğuzlar (Türkmenler), Ankara, 1972.

Şeşen, R. “Eyyübiler”, Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, VI, İstanbul, 1989, s.305-432.

Şeşen, R. İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985.

Taneri, A. Türk Devlet Geleneği, Anakara, 1975.

Taneri, A.Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı (Menâkibü’l-Arifîn’in Değerlendirilmesi), Konya 1977.

Turan, T. Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 8. Baskı, İstanbul, 1999.

Turan, T. Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, I, İstanbul, 1980.

Yıldız, H. Dursun, “Türklerin Müslüman Olmaları, Sacoğulları,” Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, VI, İstanbul, 1989, s.17-54.

Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, nşr. ve trc. R.R.Arat, İstanbul, 1974.


Yüklə 15,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   35   36   37   38   39   40   41   42   ...   110




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin