“EMPERYALİST ZİNCİRİN ZAYIF HALKALARI”- 19-20. YY’LARIN DEVRİM ANLAYIŞI
19. ve 20.yy’lar dünyasını, Bilişsel Toplum Bilimi zemininde masaya yatırarak biraz ayrıntıya girelim:
Dünyayı bir alan-saha olarak düşünelim. Toplumlar-ülkeler de bu alanın dörtbir yanına dağılmış oyuncular-agentler olsunlar. Bunlardan bir kısmı, tekelci kapitalist-emperyalist ülkeler, diğer bir kısmı da, bu emperyalist ülkelerin sömürge, ya da yarı sömürge haline getirmiş olduğu ülkeler olsun. Önce gelişmiş kapitalist ülkelerden başlıyoruz:
Bir sistem olarak tekelci kapitalist ülkelerin kendi içindeki durumu daha önce ele aldık. Tekel egemenliğiyle birlikte üretici güçlerin gelişmesi de duruyordu. Yani, mevcut sistem içinde üretici güçler artık gelişemez hale geliyorlardı. Bu açık! Peki ne olacaktı bu durumda? Devrim mi? Nedir devrim? Eğer devrim deyince bundan, “üretici güçler artık mevcut sistemin içinde gelişemez hale geldikleri zaman, sistemin içindeki karşıt kutbun egemen sınıfı alaşağı ederek iktidarı ele geçirmesini” anlıyorsanız, evet şartlar gerçekten de bu “devrim” için olgun hale gelmişti!
Kapitalizmin temel çelişkisinin üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişki olduğunu söyler Marx. Üretimin yoğunlaşması süreci biryandan tekelleşmeyi yaratırken, diğer yandan da “üretimi toplumsallaştırmaktadır”. “Daha büyük işletmelerin ortaya çıkmasıyla işçi sınıfı da güçlenmekte, devrim için hazır hale gelmektedir”. “Tekelleşmeyle, mali sermayenin doğuşuyla birlikte burjuvazi zaten üretim sürecinden kopmuştu”. “Onların görevlerini de artık çalışanlar-müdürler vb. yapmaktaydı”. “Burjuvazi, üretim süreci içinde hiçbir fonksiyonu kalmadığı halde, üretim araçlarının mülkiyetini halâ elinde tutan asalak bir sınıf haline gelmişti”. Devrim, “çürümüş, toplumun sırtında asalak haline gelmiş olan bu sınıfın bir kenara itilerek, üretimin toplumsal karakterine uygun yeni-toplumsal bir üretim ilişkileri sisteminin kurulmasından” ibaretti. Bu çelişkiyi çözecek olan da işçi sınıfıydı. Üreten, insanlardı. Herşey bu kadar basitti! İşte tekelci kapitalizm, işte Marksist devrim anlayışı..
Lenin bütün bunlara bir noktayı daha ilave etti ve dedi ki, “devrim önce kapitalizmin en çok geliştiği ülkelerde değil, emperyalist zincirin en zayıf olduğu yerlerde, zincirin zayıf halkalarında gerçekleşecektir”. Yani, emperyalistler kendi aralarında savaşırlarken zincirin hangi halkası zayıf düşerse orada. 1916 da “Emperyalizm”’i yazarken şöyle diyordu Lenin: “Ve o zaman Saint-Simon’un deha dolu sözleri gerçekleşecek: “Bugünkü üretim anarşisi, yerini, bir üretim örtütlenmesine bırakmak zorundadır. Üretimin evrimi artık birbirinden bağımsız ve insanın iktisadi gereksinmelerini bilmeyen girişimcilerin eseri olmaktan çıkacak, toplumsal bir kurum tarafından yönetilmeye başlanacaktır. Geniş toplumsal ekonomi alanını daha yüksek bir açıdan görmeye yetenekli olan merkezi idare yetkilileri, onu, bütün toplumun yararına olacak biçimde ayarlayacaklar, üretim araçlarını uzman ellere teslim edecekler, özellikle üretim ile tüketim arasında sürekli bir uyum bulunmasını gözeteceklerdir.. Gerçi Saint-Simon’un bu sözlerinin gerçekleşme durumundan henüz uzaktayız , ama gidiş bu yöndedir; bu Marksizmdir”[19].
Çok geçmedi, bir yıl sonra 1917’de “işçi sınıfı iktidara geldi”, “devrim” oldu, sınıfsız toplumun kurulmakta olduğu ilan edildi!.
Marks-Engels ve Lenin yaşasalardı da, işçi sınıfının yok olmaya başladığı 21. yy’ı, işçilerin yerine robotların üretim yapmaya başladıkları, küresel bir sistem haline gelen günümüzün kapitalizmini görebilselerdi ne düşünürlerdi acaba! Devrimin beyni-motor gücü olarak gördükleri proletaryanın güneşin altındaki kar gibi eriyip kaybolduğunu, onun yerini robotların almaya başladığını görselerdi ne düşünürlerdi! Büyük işletmelerde çok sayıda işçinin biraraya gelmesine bakarak bu süreci devrim için şartların olgunlaştığının kanıtı olarak değerlendirirken hiç akıllarına gelir miydi böyle bir dünyanın da mümkün olabileceği!.
Marksizm, işçi sınıfının delikanlılık (bluğ) çağının, onun kendisi için bir sınıf haline gelme çağının ideolojisidir. İşçi sınıfının topluma, dünyaya-evrene kendisini-yeni gelişmekte olan benliğini-(self) temel alan bir koordinat sisteminden baktığı zaman görünenlerin “bilimidir”. İşçi sınıfının baskıya, sömürüye, eşitsizliğe karşı sınıf mücadelesi silahını kullanmayı öğrendiği dönemin duygusal bilincidir. Kendisi de kapitalist toplumun içinde bir sınıf olan işçi sınıfı, bu silahı önce baskıya sömürüye karşı “duygusal reaksiyon” süreci içinde keşfeder. Sonra da, bu reaksiyonu temel alarak, “kendi kurtuluşunun” ideolojisini yaratır. “İşçi sınıfının devrim anlayışının” esası budur.
Devrim nedir? Sistemin kendi içindeki karşıt kutup olan B’nin A’yı devirerek kendi düzenini kurması mıdır? (Şek.a) Yoksa, mevcut sistemin ana rahminde (bunu B temsil ediyor) gelişen yeniye ait güçlerin doğuşu ve bu şekilde yeninin eskinin yerini alışı olayı mıdır? (Şek.b)
Kapitalizmden modern komünal topluma geçiş anlamında bir “devrimle” “işçi sınıfı devrimini” biribirine karıştırmamak gerekiyor! Devrimle, sistemin içindeki sınıf mücaleleleri sürecini, bu arada ortaya çıkan altüstlükleri biribirine karıştırmamak gerekiyor. Devrim, aynı sistemin içinde birlikte varolan, biribirlerinin varlık şartı olan iki sınıftan birinin (ezilenin, sömürülenin, altta güreşenin) sınıf mücadelesiyle diğerini altetmesi, onu yok ederek kendisinin egemen-dominant hale gelmesi olayı değildir! Eskinin, bir bütün olarak varolan sistemin içinden bir yeniden doğuştur devrim. Bunun için de eski, kendisini meydana getiren bütün unsurlarla birlikte gelişerek (kendini inkâr ederek) yok olurken, bu arada yeninin de, eskinin içinde gelişiyor olması, doğum için hazır hale gelmesi gerekir.
BİREYSEL-TOPLUMSAL ÜRETİM NEDİR
“Kapitalizmin temel çelişkisi, üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişkidir” diyor Marx. Bütün mesele bu cümlede! Bu cümlenin ne anlama geldiğini doğru kavramakta yatıyor. Çünkü, 19. ve 20.yy’lara damgasını vuran Marksist devrim anlayışının özü-esası, çıkış noktası, bu “temel çelişki” kavramının yorumuna dayanıyor. Bu yüzden konuyu biraz açalım:
Önce üretmek-üretim ne demektir onu görelim. Çevreden-doğadan alınan madde-enerjinin-informasyonun toplumsal olarak sahip olunan bilgiyle işlenerek bir ürün haline getirilmesidir üretim. Ürün bir sentezdir yani. Doğa-toplum sisteminin, etkileşmesinin sentezidir. Bir çocuk gibidir ürün. Babası doğa ise, anası da toplum olan bir çocuk gibi! Doğadan alınan madde-enerjinin- informasyonun, toplumun sahip olduğu bilgiyle işlenerek ürünün oluşturulmasıyla, anneden ve babadan gelen DNA’ların etkileşerek çocuğa ilişkin orijinal DNA yapısını oluşturması aynı diyalektiğe tabidir.
Burada altı çizilmesi gereken en önemli nokta, doğa’dan-çevre’den gelen madde-enerjiyi-informasyonu değerlendiren-işleyen bilginin daima toplumsal bir karaktere sahip olmasıdır. Çünkü, insan toplumsal bir varlıktır. Bu nedenle, insanların sahip oldukları bilgi de toplumsal olarak üretilen bir üründür. Bireysel bilgi, bireysel olarak sahip olunan bilgi diye birşey olmaz. Olur, ama bu, olayın, bilgi üretimi sürecinin yüzeysel olarak baktığımız zaman görünen yüzüdür. Nasıl, görelim:
Barbarlığın aşağı aşamasına dönüyoruz. Bu konakta, insanlar doğa’nın karşısında ancak hepbirlikte oldukları zaman kendilerini üretebiliyorlardı. Ve ürettikleri bu ürünlerle de ancak kendi ihtiyaçlarını karşılayabiliyorlardı. Bireysel olarak üretmek ve varolmak mümkün değildi. Bu yüzden de üretim toplumsaldı, üretim araçları da bütün topluma aitti. İnsanlar toplumsal olarak sahip oldukları bilgiyi gene toplumsal olarak işleyerek varlıklarını üretebiliyorlardı. Doğa’nın karşısında tek bir bütündü insanlar. Kendi içinde birey-sınıf ayrışması yoktu.
Bütün bunlar açık, bilinen şeylermiş gibi görünüyor. Ama, unuttuğumuz bir nokta var! Dikkat ederseniz, sınıflı toplum içinde bir anlama sahip olan kavramları, farkında olmadan sınıfsız toplum için de kullanıyoruz! Örneğin, “ilkel komünal toplumda üretim araçlarının mülkiyeti bütün topluma aitti” diyoruz. O zaman böyle, “mülkiyet”, “sahip olmak” diye bir duygu, böyle bir bilinç, böyle bir kavram yoktu ki! Mülkiyete ilişkin herşey daha sonra sınıflı toplumla, “birey”le birlikte ortaya çıkıyor. İlkel komünün insanları, doğa’nın-çevrenin karşısında bir bütün olarak duruyorlar ve onu toplumsal hafızalarında bulunan, toplumsal-tarihsel olarak oluşmuş bilgiyle işleyerek varlıklarını üretiyorlar.
Daha sonra, barbarlığın orta aşamasından itibaren, insanların ihtiyaçlarından daha fazlasını üretebilir hale gelmelerine paralel olarak birey ortaya çıkmaya başlıyor. Ve bireysel üretimden bahseder hale geliyoruz. Ve buna uygun olarak da özel mülk edinme, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olma ortaya çıkıyor. Bireysel çoban aileler, kendi sürülerini besleyip, yetiştirerek bunların sahibi oluyorlar; bunları satıp, onun yerine başka şeyler alabiliyorlar. Ya da, barbarlığın yukarı aşamasından itibaren, çiftçi aileler, kendi topraklarını ekip biçerek, buradan elde ettikleri ürünlerin sahibi oluyorlar. Doğa’yı-çevreyi bireysel olarak işleyerek ürünü oluşturdukları için bu üretim faaliyeti bireysel bir faaliyet olmuş oluyor. Bu bireysel üreticiler, bütün bu işleri yaparken kullandıkları üretim araçlarının ve bu arada toprağın da “sahibi” oluyorlar.
Bu “bireysel üreticiler”in “ben’i”-benliği, doğanın karşısında, onu işlerken kullandıkları üretim araçlarıyla birlikte oluştuğu içindir ki, birey, tıpkı benim elim, benim ayağım der gibi, bu üretim araçlarının da “sahibi” olarak varoluyor. Üretim araçları, birey için, onun vücudunun-motor sisteminin bir uzantısı konumunda oluyor. Birey, doğayla etkileşirken bunu kendi bireysel emeğiyle gerçekleştirdiği için, üretim faaliyeti ona göre “bireysel” olmuş oluyor. Elde edilen ürün bir sentez olduğu halde, sistemin dominant unsuru olarak birey ona da “sahip” çıkıyor. Olayın görünen ve “birey” tarafından algılanan yanı böyle. Aslında “bireyin” “varoluş” gerekçesi de bu “görünen yan”!
İşin aslına gelince, işin aslı şu: Birey tarafından öyle algılansa bile, aslında bireysel üretim diye birşey yoktur. Üretim faaliyeti, tek bir birey tarafından yapılıyor olsa bile, özünde gene de toplumsal bir olaydır. Çünkü, ürünü işlerken bireyin kullandığı bilgi toplumsaldır. Ama bu bilgi tek tek insanların beyninde muhafaza edildiği için, daha sonra birey ona sahip çıkıyor. Toplumsal olarak üretilmiş olan ve toplumsal olarak sahip olunan bilgi “bireyin bilgisi” haline dönüşüyor. Ve bütün bunlar, “farkında olmadan”, son derece tabii bir evrim süreci içinde gerçekleşiyor. Çünkü, ilkel komünde sahip olma bilinci-duygusu yoktur. Komün üyeleri bireysel emekleriyle üretebilir hale gelince oluşuyor “ben” olayı. Komün malına sahip çıkma-mülkiyet bilinci-duygusu da bununla birlikte doğuyor.
Özetlersek, üretim aslında her zaman toplumsal bir olaydır. Çünkü insanın kendisi toplumsal bir varlıktır. Ama, insanlar doğa’yı “bireysel emekleriyle” işleyerek üretebilir hale gelince, bu süreç içinde, üretim araçlarına ve ürettikleri ürüne sahip çıkarak, “ben” olarak, birey olarak da “varoluyorlar-gerçekleşiyorlar”.
Ancak, sınıflı toplumun ürünü olan birey, kendini, varlığı kendinden menkul objektif-mutlak bir gerçek olarak gördüğü için, varoluşunun izafiliğine ilişkin bu yazılanları anlayamaz! Anlar hale geldiği zaman da zaten sınıflı toplumun bireyi olmaktan çıkmaya başlıyor demektir. İşte bu yüzdendir ki, modern komünal topluma geçiş, ancak gelişmiş, kendini bilerek toplumsal varlığın içinde tekrar yok olmaya başlamış bireylerle olacaktır. İlkel komünde “birey” diye birşey yoktu demiştik, modern komünal toplum ise, kendi bireysel varlığının bilincine vararak (kendini bilerek) kendi “varlığında” yok olan insanlardan oluşacaktır.
Şimdi, geliyoruz tekrar Marx’ın sözüne, “kapitalizmin temel çelişkisi, üretim araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişkidir”e. Buradaki, “üretimin toplumsal karakteri”yle ne anlaşıldığını, ne anlaşılması gerektiğini açıklamaya çalışıyorduk:
Marx’a göre, yukardaki örnekte “bireysel üretici” diye andığımız o çoban, ya da çiftçi, ya da günümüzde tek başına işyeri sahibi olan bir insan, işi büyütüpte, yanında çalıştırmak için başka insanları da işe aldığı zaman, yapılan üretim artık “bireysel” olmaktan çıkmış, toplumsal bir iş-üretim haline gelmiş oluyor. Marks’ın “üretimin toplumsal karakterinden” bahsederken altını çizdiği gerçek budur. Çünkü bu durumda, üretim faaliyeti sadece işyeri sahibinin bireysel emeğiyle değil, onunla birlikte orada çalışan bütün insanların kollektif faaliyetiyle de, “toplumsal olarak” yapılmış oluyor. Bu andan itibaren, yani bir kişi bile olsa işçi “çalıştırmaya” başlanıldığı andan itibaren, üretimin toplumsal karakteriyle üretim araçlarına-ve ürüne- bireysel olarak sahip çıkma arasındaki çelişki sistemin temel çelişkisi olarak ortaya çıkıyor. Çünkü, yapılan iş, üretim faaliyeti toplumsal olduğu halde, üretim araçlarının mülkiyeti bireysel olarak kalıyor.
İşte, Marx’a göre, sistemi devrime götüren, işçi sınıfını burjuvaziyi altetmeye götüren temel çelişki budur. Bu çelişki, üretimin yoğunlaşmasıyla-tekelci kapitalizmle birlikte daha da keskinleşir. Öyle olur ki, birgün, üreten insanlar, yani işçiler burjuvaziyi ortadan kaldırarak üretimin toplumsal karakterine uygun yeni bir üretim ilişkileri sistemini kurarlar ve bu çelişkiyi de bu şekilde çözmüş olurlar. Üretim araçlarının mülkiyetinin bütün üretenlere-topluma ait olduğu yeni bir toplum, modern komünal bir toplum doğmuş olur! Marksist devrim anlayışı budur.
Bir soru: Bugün çok sık raslanılan bir olayı ele alalım, ve örneğin, bin kişinin çalıştığı bir fabrikada işçilerin yarısının işten çıkarıldığını, onların yerine robotların kullanılmaya başlandığını düşünelim. Bu rakamı arttırabiliriz de. Örneğin Toyota’nın ürettiği Lexus marka otomobilleri birkaç işçinin dışında tamamen robotlar üretiyormuş. Şimdi bu, üretimin toplumsallaşması yönünde bir gelişme midir, yoksa tersi yönde mi? Olayı biraz daha abartarak şöyle de formüle edebiliriz: Eskiden, 19-20.yy’larda, 10000 kişinin çalıştığı bir fabrikanın 2025 yılında tek bir işçiyle çalıştığını, geri kalan bütün işleri robotların yaptığını düşünelim. Nasıl değerlendireceğiz bu gelişmeyi? Üretim toplumsallaşmakta mıdır, yoksa gittikçe bireyselleşmekte midir? Eğer “toplumsallaşmadan”, “yoğunlaşmadan” kasıt, üretimin gittikçe artan sayılarda işçiler tarafından yapılmasıysa, bu durumda üretim toplumsallaş-mıyor, gittikçe bireyselleşiyor demektir! Ki bu da, üretici güçler geliştikçe kapitalizmin “temel çelişkisini” kendi kendine çözdüğünün ve kendini ölümsüzleştirdiğinin ispatı olurdu!!
Dostları ilə paylaş: |