VE İBNİ HALDUN GÖÇEBELER-MEDENİLER
Orta barbarlıktan medeniyete geçişin; göçebe toplumların, barbarlığın yukarı aşamasını yaşamadan, tarihsel devrim yoluyla, devlet kurarak medeniyete-sınıflı topluma geçişlerinin diyalektiğini en güzel anlatan, hiç şüphesiz büyük İslam bigini İbni Haldun’dur. Onun büyüklüğü, olayları ve süreçleri sanki dün yaşanmış “duygusal deneyimler” gibi capcanlı anlatırken, aynı zamanda bunlardan evrensel sonuçlar da çıkarabilmesindedir. Bu nedenle o, Bilişsel Tarih Bilimi’nin kurucuları arasında yer alır. İbni Haldun’u dinliyoruz:
“Göçebelerin, vücutlarını koruyacak derecedeki nesnelerle geçindiklerini ve bundan fazlasını istihsalden aciz olduklarını, şehirde medeni hayat yaşayanların ise, daha geniş ve mükemmel bir surette yaşamak için gereken şeyleri istihsale önem verdiklerini anlatmıştık…Göçebelik, şehirlerin ve medeni hayatın aslıdır ve bütün insanların yerleşik hayat yaşamadan önce yaşadıkları ve geçirdikleri bir evredir.. Kişi ancak zaruri olan ihtiyacını temin ettikten sonra hayatta mükemmelliği ve genişliği arar. Bundan dolayı göçebenin gayesinin medenileşmek olduğunu ve onun medeniyete doğru yürüdüğünü görüyoruz”.
Göçebe aşiretlerde gentilice örgütlenmenin neden zorunlu olduğuna gelince, şöyle diyor İbni Haldun : “Nesepleri (soyları, yani aşiretleri, komünleri) başka başka olan kimseler arasında kardeşlik bağı bulunmadığı için, savaş zamanlarında başlarına felaket geldiğinde bunların hamiyetleri kaynamaz, bundan dolayı biribirleriyle yardımlaşmaları ve arka olmaları zayıf olur, herkes kendi hayatını korumayı düşünür; korkarak ve arkadaşlarını bırakarak savaş meydanından kaçar gider. Bundan dolayı bir soydan gelmeyenler (aynı komüne dahil olmayanlar) çöl ve sahralarda ( Arap göçebeleri anlatıyor) yaşamak imkanını bulamazlar. Çünkü bu gibiler sahralarda yaşadıkları taktirde diğer kavimlerin bir defada yutulan lokmaları olurlar”. Göçebelerin şehirlilere göre daha yiğit olduklarını anlatan İbni Haldun, bunun sebebini de şöyle açıklıyor: “şehirliler rahat döşeklerinde bolluklar ve nimetler içinde yan gelip yatarlar. Kendilerini idare işini memlekete hükmetmekte olan kişilere bırakmışlardır. Ancak dörtbir tartaftan çevrilen kale duvarları içinde nefislerini güven içinde sayarlar” [10]. Birisi, kendi varlığını toplumsal varlığın içinde, onunla birlikte üretiyor, birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için diyor, diğeri ise, her koyun kendi bacağından asılır mantığıyla kendisi için yaşıyor. Herhangibir tehlike anında diğerlerinin de kendisi gibi düşüneceğini bildiği için, kendini ancak surlarla çevrili kentlerin içinde güvenli hissediyor. Aradaki fark ortada! İbni Haldun bu gerçeğin altını çiziyor..
Olayı çok açık görebilmek lazım: Bir yanda, daha üstün üretim biçimine sahip medeniyet, yani toprağa yerleşmiş, tarımsal faaliyette bulunan, köle emeği sayesinde daha çok üreterek zenginleşen insanlar topluluğu; bunlar, üretimin bireysel karakterine uygun olarak bireyci, sadece kendisini düşünen, bu yüzden de, kaybedecek şeyleri olduğu için korkak insanlar haline gelmişler ve etrafı surlarla çevrili kentlerde oturuyorlar. Öte yanda da, medeniyetin yeşerdiği bu kentlerin etrafındaki kırsal alanlarda, halâ barbarlığın orta aşamasını yaşayan, göçebe-çoban aşiretler. Ve bunlar arasında biribirini tamamlayan birsürü ilişkiler var. Yani bunlar biribirlerine muhtaç durumdalar. “Medeni” insanların durumu açık. Bunların herbirisi köle sahibi “soylu-asil” kişiler durumundalar. Barbarlar ise, evet bunlar halâ aşiret ilişkileri içinde yaşıyorlar, gentilice yasalar halâ geçerlikte, halâ kendi varlıklarını büyük ölçüde toplumsal varlıkla birlikte, onun içinde üretebiliyorlar, ama bir noktayı da gözden kaçırmamak gerekiyor; artık bu “göçebe barbarlar da” eski saf komün insanı durumundan epey uzaklaşmış durumdalar. Medeniyetle ilişkileri içinde, “körle yatan şaşı kalkar” hesabı kendilerinden çok şey kaybetmiş durumdalar. Sınıflı toplum mikrobu bunların da içine girmiş. Gentilice kılıfı- kabuğu azıcık kaldırıverirseniz bunu hemen görüyorsunuz. İbni Haldun bu durumu çok güzel anlatıyor:
“Başkanlık, kuvvet, kudret ve galebe ile olduğundan, kudret ve galibiyeti temin etmek için belirli bir soydan gelen sülalenin diğer boy ve batınlara göre üstün ve kuvvetli olması gerekir. Ancak bu taktirde bu sülale bütün uruğa başkanlık edebilir”. Ne diyor İbni Haldun burada? Ne türden bir komün-gentilice örgütlenme-ilişkisi bu anlatılanlar? Gentilice kabuk görünürde yerli yerinde duruyor! İnsanlar bireysel olarak üretim-çobanlık yapsalar da, komünün koruyucu çerçevesi içinde olmadan kendi varlıklarını üretemeyeceklerini bildikleri için, bu kabuğa kimse dokunmuyor halâ. Bu bir. Ama sadece bu da değil. Yani sadece koruyuculuk meselesi de değil. Komünal varlık halâ egemen varoluş biçimi olarak görünüyor, çünkü bireysel olarak varolma bilinci henüz daha gelişmemiş, ama öte yandan, bütün bu insanları kucaklayan komünal varlığın kendisi çok başkalaşmış. Medeniyetlerle olan ilişkiler içinde sadece kendisini düşünen, kendisi için var olan bir tür komünal bireycilik aşamasına ulaşılmış. Bu insanlar artık sadece çobanlık yapıp üreterek ve ürünlerini kentlere götürüp değiştirerek kendi yağlarıyla kavrulmuyorlar. “Kuvvet-kudret” girmiş işin içine! Ne için kuvvet, kime karşı kuvvet? Zor faktörü ne için gerekli hale gelmiş? Önce medeniyetin karşısında kuvvetli olmak gerekiyor tabi. Buna bağlı olarak da diğer aşiretlere karşı. Ortada, medeniyet adı verilen, pırıl pırıl parlayan, hertürlü zenginliklerin kaynağı olan bir ışık var. Bunun etrafında da bunu paylaşamayan, bu ışığın nimetlerinden kim daha çok yararlanacak diye biribirlerine düşman olmuş barbarlar!
İşte, körle kalkanın neden şaşı olduğunun açıklaması! Gentilice örgütlenmenin kazandığı bu yeni biçimle bir İrokua gensini karşılaştırın, olay apaçık çıkar ortaya!
Ama bitmedi, bir de işin kölelere, köleciliğe ilişkin yanı var! Medeniyetle ilişkileri içinde sınıflı toplum mikrobunu almış olan bu barbarlar, adına köle demeseler bile (hademe, besleme, hizmetçi, evlatlık vs. dense bile) köleciliği de tanımaktadırlar artık. “Biz, gerçek şeref ve asaletin ancak asabiyet erbabına (aşiret ilişkileri içindeki insanlara), yani arkalarında kendilerine yardım edecek kuvvet ve şevket sahibi uruğ ve akrabaları olanlara mahsus olduğunu yukarda anlatmıştık. Arkalarında kudretli uruğ ve akrabaları olan şeref ve asalet sahipleri, kendi kavimlerinden olmayanları kendi terbiye ve hizmetlerine kabul ederler, veyahut da onlara yardım ederek onları himayeleri altına alırlar. Onları esir ederek ve satın alarak onlara sahip olabilecekleri gibi, onları azadederek kendilerine intisabettirebilirler de. Yukarıda anlattığımız vasıtalardan biriyle sahiplerine intisabedenlerin bu intisapları akrabalık yerini tutar, mensup oldukları kişilere yardım ve arka olmak hususunda sahiplerinin neseplerine mensup olanlar gibi sayılırlar, o nesepten gelmiş gibi onların neseplerine intisabederler. Tanrı elçisi:”Bir kavmin köle ve azatlısı o kavimdendir” hadisi ile buna işaret etmiştir.. Bunlar artık o sülalenin uyruk ve hademeleridir. Bunlardan birinin ata ve babalarından birçok kimse köle veyahut hademe olarak o sülalenin hizmetinde bulunmuş ise, onun şeref ve asaleti o nispette, diğer hademelerinkinden yüksek olur.. Yeni bir sülaleye intisaplarından dolayı kazanmış oldukları derece ve şerefleri ne kadar yüksek olursa olsun, herhalde mensup oldukları bu hanedanın şeref ve mevkiinden her bakımdan aşağı olması muhakkaktır”.[10] Yani, aşiretin asli üyeleri daima birinci sınıf insanlardır. Bunun dışındakiler ise ikinci sınıf insan oluyorlar. Dikkat edilirse buradaki “hademe”, “hizmetkar”, “besleme” vs. anlayışıyla, medeniyetin, örneğin bir Roma’nın köle anlayışı aynı değil. Arada nüans var. Medeniyet köleyi üretim aracı olarak görüyor, yani bir hayvanla, ya da sabanla aynı kategoride bir varlık köle. Orta barbarlıktan medeniyete geçmeye çalışan insanlar içinse “o bir insan”, ama ikinci sınıf bir insan! Olsun, gene de arada çok büyük bir fark var! Bu farkın ne derece büyük olduğunu o zaman yaşayan bir köleye sormak gerekirdi tabi! Onların cevabını, medeniyet kalesinin kapılarını içerden barbara açmalarından anlıyoruz! Buna karşılık fetihçi barbarlar da ele geçirdikleri medeniyet toprakları üzerinde yaşayan bütün köleleri “özgür insan” haline getirmişlerdir. Ama bu nasıl bir özgürlüktü o ayrı! Cermenlerin Romalı köleleri nasıl “özgürleştirdiğini” anlatırken göreceğiz bunu, ya da Osmanlı’nın “özgür Reayasının” ne olduğunu anlatırken göreceğiz. Biz şimdilik İbni Haldun’a dönüyoruz gene:
“Göçebe bir kavmin şehir ve kasabalarda yaşayan diğer uruğlardan daha bahadır (savaşçı) ve şecaatli (yiğit) olduğu şüphesizdir. Bunlar diğerlerine galebe çalarak, ellerindeki ülke ve yurtları o kavimlerin ellerinden çekip almaya muktedirdirler. Bir kavmin bahadırlık ve şecaati de zamanla değişir, göçebe kavimler bereketli, verimli bölgelerde yerleşerek nimetler içine daldıktan ve bolluğun adet ve itiyatlarına alıştıktan sonra, vahşilik ve göçebelikten uzaklaşarak, göçebelikteki alışkanlıklarını bırakmaları nisbetinde bahadırlık ve şecaatlerini de kaybederler”[10].
Dostları ilə paylaş: |