Toplumsal sistem gerçekliĞİ


BİR DEVLETİN ÖMRÜ NE KADARDIR



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə46/133
tarix18.03.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#45872
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   ...   133

BİR DEVLETİN ÖMRÜ NE KADARDIR

„Bir devletin ömrünün çoğunlukla üç batın (yüzyirmi yıl) müddetini geçmeyeceğini kaydetmemizin sebebi şudur: Devleti kuran ilk nesil göçebelik kılık ve kabalığını, dar yaşayış, bahadırlık, atılganlık ve yırtıcı hayvan gibi saldırganlık, ululuk ve şeref gibi göçebelik alışkanlık ve tabiatını, yani asabiyyetin şiddet ve kudretini muhafaza eder ve kılıçlarının çalım yerleri keskin olur, diğer kavimler onlara yenilirler. İkinci batın’a (nesil) gelince, o batın devlet sahibi olmak ve bolluk ve refah içinde yaşamak sonucunda göçebelik halini bırakarak yerleşik hayata alışır, darlıktan kurtularak bolluk ve genişliğe kavuşur, bu nesil ululuk ve şerefi ortaklaşmaktan mahrum edilir. Bunlar bir tek şahısta toplanırlar. Bu da diğerlerini devleti korumak konusunda tembelleştirir.. Fakat bu nesil devleti kuran ilk nesli idrak edip, onların hallerini, yücelik ve kudretlerini, ululuk için çalıştıklarını, nelere katlanmış olduklarını gözleri ile gördükleri için bu özelliklerden bir kısmını kaybetmiş olsalar da gene de, asabiyyet ve şerefi büsbütün bırakmazlar. Üçüncü batın’a gelince, bunlar göçebelik çağını büsbütün unutmuşlardır, hakirliğe katlanmaya, lezzet ve nimetler içinde yaşamaya alıştıkları ve bu hayatın en tekamül etmiş derecesine yükseldikleri için, bunlarda asabiyyet büsbütün kaybolur. Bunlar, düşman üzerlerine yürüdüğünde ona karşı koymaktan acizdirler. Bundan dolayı devletin başında bulunan hükümdar kölelerini çoğaltır. Tanrı büsbütün yıkılmasını irade edinceye kadar devlet bu hali üzere devam eder“[10].


DEVLETİN KURULUŞ EVRELERİ

„Bir devletin başında bulunan kimse kendi kavminin kendisine arka olmasıyla, onların kuvvet ve yardımıyla devlet kurabilir. Hükümdar, devletine karşı isyan edenlerin güçlerini bunların yardımıyla kırar. Memleketin ülke ve bölgelerinin idaresine onları memur eder. Vezirlerini onlar arasından seçer, vergileri bunlar vasıtasıyla toplar. Çünkü hükümdarın galebe çalmasına bunlar yardım etmişlerdir. Bunlar devlette hükümdarın ortaklarıdırlar, devletin bütün önemli işlerini onunla paylaşırlar. Devlet ilk evresinde iken hal böyledir”39.


“Devlet ikinci evresinde bulunduğunda hükümdar kendi aşiretinden olan ve devleti birlikte kurdukları bütün bu insanları devlet işlerine ortak olmaktan uzaklaştırır, onları kendi istibdadı altına alarak ululuğu tek başına kendi şahsında toplar. Onlar da tabi bu durumda hükümdarın düşmanı olurlar. Hükümdar bu eski yol arkadaşlarının etkisinden korktuğu için devletin ve ordunun içini kendi neslinden olmayan birsürü yabancı insanla-köleyle doldurur. Daha önce kendi kavminden kişilerin yaptığı işleri onlara yaptırır. Vezirlik, komutanlık ve vergileri toplama gibi devletin önemli büyük mali işleri için onları seçer. Hükümdarın en yakın yardımcıları bunlar olduğu için, devletin büyük lakap ve dereceleri hükümdarın kendi kavmine verilmeden bunlara tahsis olunur. Bu hal devletin tabiatının bozulduğunu ve tedavisi kabul olmayan hastalığa tutulduğunu gösterir. Çünkü, galebe ve üstünlüğü kuvvet ve kudretiyle elde etmiş olan asabiyyet bozulmuş,40 hakir düşürülmüş, devlet adamlarının kalbleri kırılmış, bunlar sultana düşman kesilmişlerdir. Bunlar hükümdara karşı kin beslerler ve onun başına bir iş gelmesini beklerler. Bu durumda devletin bu hastalıktan iyileşmesi ve tekrar ayağa kalkması artık beklenemez“[10].
Göçebe orta barbarların kurduğu bütün fetihçi devletlerin diyalektiği aynıdır: Durma düşersin! Bu, onların varoluş şartları içinde ortaya çıkar. Bir tarihsel devrim gücü olarak var olan barbar ve onun kurduğu devlet ancak bu niteliğini koruduğu sürece varlığını sürdürür. Ama onun bu niteliğini koruması da sadece kendi isteğine bağlı birşey değildir. Tarihsel devrimi ortaya çıkaran objektif şartlar belirler barbarın görevinin sınırlarını. Bu sınırlara ulaşmak demek, fetihçiliğin maddi temellerinin tükenmesi demektir. Ki bu da, bir tür „askeri demokrasi“ olarak örgütlenmiş olan yapıyı temellerinden sarsar. Sistem, kent’ten çıkma yerleşik toplum geleneği üzerine kurulmadığı için, eski aşiret reisi-yeni hükümdar merkezin otoritesine dayanarak ayakta durmaktadır. Ama bu otoritenin kaynağı da fetihçiliktir. Devleti, „kötü üreticiye“-tebaasına muhtaç durumda bırakmayan diyalektik, fetih diyalektiğidir. Halk, ganimet sevdasıyla devletin peşinde gittiği sürece problem yoktur. Ama, fetih yolları tıkanır da, devlet halkına muhtaç hale gelirse, işte o zaman felakettir! Söz ayağa düşmeye başlıyor demektir ki, “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” hesabı, bu gidişin sonu ya yeni bir tarihsel „devrimdir“, ya da felâket!
İbni Haldun, bir durumdan bir başka duruma geçişin evrensel diyalektiğini, fetihçilik yoluyla devlet kurarak medeniyete-sınıflı topluma geçen barbarları anlatırken o kadar güzel ortaya koyuyor ki, fazla lâfa hiç gerek kalmıyor. Bütün bunları Bilişsel Tarih Bilimi terminolojisiyle formüle edip yolumuza devam edelim: İlk durum, barbarlığın orta aşaması; hayvancılıkla uğraşan, göçebe çoban bir aşiret var ortada. Sistem kendi içinde yeniye (son durum) hamile kalıyor; yeni, yani sınıflı toplumun güçleri, eskinin, yani varolanın içinde potansiyel olarak gelişiyorlar. Eski, hem yeniyi besleyip büyüten, onu koruyan, hem de mevcut durumu korumak için onunla çatışan durumunda. Ve sürecin belirli bir noktasında, yeni kendi ayaklarının üzerinde durur hale gelince, eskiyi, eski kabuğu kaldırıp atıveriyor sırtından! Dikkat ederseniz yeni eskinin inkârı burada. Eskiyle yeni arasındaki çatışma da iki ayrı sistem arasındaki çatışma. Yani, eskinin içinde gelişen yeni toplumun-sınıflı toplumun potansiyel güçleri eskinin bir parçası değil, onlar eskinin içinde oluşup gelişen başka bir sisteme ait güçler.

BARBARLIKTAN MEDENİYETE GEÇİŞİN İKİ BİÇİMİ

TOPLUMSAL HAFIZA-YA DA TOPLUMSAL GENETİK BİLİMİ

Tarımsal faaliyeti keşfetmiş, bireysel üretim yapan, insanı-köle- üretim aracı olarak kullanmayı öğrenmiş, barbarlığın yukarı aşamasında bulunan bir toplumu düşünüyoruz. Bunlar, etrafı surlarla çevrili, kent adı verilen yerleşim merkezlerinde toplu halde oturuyorlardı. Kentin etrafını kuşatan tarlalarda da köleler çalışırlardı. Kent içinde birlikte yaşayan kent üyesi “vatandaşlar”, her ne kadar, bireysel olarak üreten, özel mülkiyet sahibi (herşeyden önce köle sahibi) kişilerse de, bunların kendi aralarındaki ilişkiler, gene de, mevcut duruma uydurulmuş bir kan-gentilice- ilişkisiydi. Ortak çıkarların korunması, üretim aracı olarak yeni kölelerin temini gibi zorunluluklar onları birarada tutan temel ögeleri oluşturuyordu. Bu toplumu ayakta tutan en önemli özellik ise, onun üretim temelinde yükselmesidir. Kahramanlık çağına girildiği zaman, yani fetihçilik dönemi başladığı zaman bile kent toplumunun bu karakteri-yapısı hiç değişmemiştir. Köle sahibi özgür vatandaşların birliğidir kent. Daha sonra devlet yönetimi haline gelecek olan kent yönetimi de, önceleri kan anayasasına göre işleyen, sonra da, bir sınıf haline gelen bu „soylu“ insanların çıkarlarıyla toplumsal sorunlar arasındaki dengeleri ayarlayan bir mekanizmadan ibaretti.


Bütün bunlar nedir? Barbarlığın yukarı aşamasından kent’ten medeniyete geçmeye çalışan yerleşik bir toplumun kendi varlığını ürettiği koşulların toplamıdır. Tarımsal faaliyette bulunmak, bu işi yaparken kölelerin bir üretim aracı olarak kullanılması; kent adı verilen etrafı surlarla çevrili yerleşim alanlarında oturmak; ticaret yollarının denetimini elde tutmak ve yeni köleler elde etmek için gerektiği zaman savaşlar yürütmek; toplumsal ilişkileri objektif-verili koşullar içinde tutacak belirli kurum ve kurallar oluşturmak; bütün bunlar bu toplumun yaşam süreci içinde oluşan toplumsal bilgilerdir. Ve bunlar toplumsal hafızaya kayıtlı olarak muhafaza edilirler.
Aynı şekilde, barbarlığın orta aşamasında bulunan göçebe bir toplum için de bu böyledir. Yaşam koşulları, kendi aralarındaki ilişkiler, bu ilişkileri yönlendiren kan anayasası, çevreyle olan ilişkileri, ticaret kervancılığı, barbar-medeniyet ilişkileri vs. bütün bunların hepsi gene sistemin toplumsal hafızasına kayıtlı bilgiler olarak muhafaza edilirler.
Toplumsal hafızada kayıtlı olan bu bilgiler iki çeşittir. Birincisi, toplumsal varlığın başrolü oynadığı olayların ve süreçlerin, toplumsal-duygusal deneyimler şeklinde kaydedilmesiyle oluşan bilgilerdir. Bunlar, ilerde gerekli olduğu zaman, hafızadan aşağıya, çalışmabelleğine indirilip olayların ve süreçlerin değerlendirilmesinde, dışardan gelen yeni informasyonların işlenilmesinde sisteme ait bilgi dağarcığının unsurları olarak işe yararlar.
Bunun dışında, insan toplumu hayvandan-sürüden farklı olarak, bilgi üretebilen (bilişsel) bir varlıktır da. Kendi varlığını üretebilmek için çevreyle etkileşirken objektif bilgiler de üretir; ve sonra, bu bilgileri kullanarak kendini bir üst düzeyde yeniden üretir vs. Bu türden bilgiler de gene toplumsal hafızada kayıt altında tutulurlar.
İster duygusal deneyimler şeklinde oluşsunlar, ister bilişsel bilgi üretme süreci sonunda ortaya çıksınlar, insanların ve toplumların sahip oldukları bilgiler onların kendi varlıklarını üretmeleri sürecinin yapı taşlarıdır. Toplumsal varoluş instanzı, yani toplumsal varlığın temsili, çevreden gelen madde-enerji-informasyon sistemin içindeki bu bilgilerle işlenerek-işlenirken oluşturulur. Bunun dışında öyle, mutlak-varlığı kendinden menkul bir toplum-toplumsal varlık diye bir şey yoktur. Her durumda, toplumsal varlığı belirleyen şey, çevrenin etkilerine karşı koyarak varolabilmeyi sağlayan sistemin içindeki bilgidir. Sistemin içinde ne kadar bilgi varsa-depo edilmişse kendi varlığını da o kadar-ona göre üretebilirsin. Peki, ne kadar bilginin depo edilmiş olduğunu kim belirliyor? Kendi yaşadığın hayat! Bilgi, hayatı yaşarken üretilip depo ediliyor, bunun dışında, başka bir yerden getirilip hayatın içine sokulmuyor!41
Hayatı yaşıyorsun! Yaşadığın bu hayat bir merdiveni çıkmaya benziyor! Hep, bir basamaktan diğer bir basamağa geçiş aralığı, “yaşam” dediğimiz süreç! Bilişsel bilim terminolojisiyle de bunu, bir durumdan başka bir duruma geçiş süreci olarak ifade etmiştik.
Yol boyunca ortaya çıkan her durumu (state-zustand) bir yeniden oluşma-şekillenme istasyonu olarak düşünürsek, bir önceki sürecin içinde ortaya çıkan (potansiyel gerçeklik olarak oluşan) bilgilerin, her yeni durum oluştuğunda, bunun dış dünyayla etkileşmesini sağlayan bilgi deposu-hazinesi olarak gerçekleştiğini görürüz. Yani, bir sistemin çevreyle etkileşmesini ve kendini üretmesini sağlayan bilgi deposu-hazinesi ancak yeni bir durumun oluşmasıyla birlikte yenileniyor. Biz buna nitelik değişimi diyoruz. Bir durumdan bir başka duruma geçişten bahsederken de aslında söylemek istediğimiz budur. Bunun dışında, iki durum-iki farklı nitelik- arasında kalan süreç daima bir nicelik değişimi, aynı niteliğin kendi içindeki değişim-gelişme sürecidir.
Göçebe barbar bir kavim Ortaasya’dan kalkıp ta Anadolu’ya kadar geliyor. Buradaki diğer insanlarla-çevreyle etkileşiyor ve sonra da burada bir devlet kuruyor. Ya da, Mezepotamya’dan bir grup kopuyor, gidiyor antik Greek Medeniyetinin temellerini atıyor, veya antik Greek’lerden bir grup kopuyor, Anadolu kıyılarında bir koloni oluşturuyor. Her durumda, bu insanlar bir yerden başka bir yere göç ederek orada bir koloni oluşturup, kendi hayatlarını burada yeniden üretmeye çalışırlarken, daha önceki yaşamları boyunca sahip oldukları ve hafızalarında depo edilmiş halde bulunan bilgileri kullanırlar. Tıpkı, toprağa bir tohumu atarak ondan bir bitkiyi üretmeye benzer bu. Tohum, o bitkiye ilişkin bütün bilgilerin muhafaza edildiği bir hafızadan başka birşey değildir. Tohumla birlikte kendi kendisini üreten bilgidir. Aynı şey insanlar-toplumlar için de böyledir. Ve işte bu nedenledir ki, insanlar ve toplumlar kendi tarihlerinin ürünüdürler. Toprağa ekilen o tohum, nasıl ki, daha sonra oluşan bitkinin geçmişinin-tarihinin maddeleşmiş şekli olan belirli bir bilgi ise, aynı şekilde insan toplumları da tarihsel olarak oluşan belirli bir toplumsal bilginin ürünüdürler.
Evet, her yeniden üretimde, çevreyle etkileşime bağlı olarak nasıl “farklı” bir bitki ortaya çıkıyorsa, aynı şekilde toplumsal varlık da kendini her yeniden üretişinde toplum-çevre etkileşmesinin ürünü olan farklı bir toplumsal varlık ortaya çıkar. Ama esas nitelik değişmez. Örneğin, bir domates tohumundan, ektiğiniz toprağa göre farklı domatesler elde edebilirsiniz. Çevreye göre farklı olur sonuçlar. Bunun gibi, Ortaasya’da yaşayan göçebe bir kavmin yaşam tarzıyla, bunlar Anadolu’ya gelip yerleştikleri zaman buradaki yaşam biçimleri farklı olacaktır. Çünkü çevre farklıdır. Ama, şu ya da bu biçimde de olsa, o gene göçebe bir barbardır. Onun kurduğu devlet de, şöyle ya da böyle de olsa, özünde gene aynıdır.
Olayın Sistem Teorisi açısından açıklaması basit aslında: Bu evrende var olan herşey, karşılıklı etkileşme-ilişki içinde, bu ilişkiye-etkileşmeye bağımlı olarak, bunun ürünü olarak gerçekleşen izafi bir oluşumdur [4]. Ya da şöyle diyelim: Her çocuk kendi anne ve babası arasındaki etkileşmenin bir ürünüdür. Anne ve babaya ait bilgilerin (DNA’ların) etkileşmesi çocuğa ait DNA yı verir. Aynı baba farklı annelerden çocuklar yaparsa aynı DNA yapısı farklı annelerin DNA larıyla etkileşeceği için ortaya farklı çocuklar çıkar. Ama bunların hepsi de, belirli bir bilginin farklı şekillerde kendini gerçekleştirmesinden başka birşey değildir.
Toplumsal hafıza konusunu daha sonra tekrar ele alacağız. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulurken Osmanlı’dan devraldığımız miras, “devlet anlayışımız”, Ortaasya’dan Anadolu’ya gelen göçebe barbar atalarımızdan kalan mirastır. Bugün bile halâ tam olarak içinden çıkamadığımız tarihimiz, aynı tohumun farklı tarlalara ekile ekile günümüze kadar gelmiş şekli değil midir!

Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   42   43   44   45   46   47   48   49   ...   133




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin