YÖNETİLENLERİN İSYANI
Özellikle 17.yy.dan sonra, esnaf sık sık ayaklanırdı. Örneğin Patrona halil isyanı(1730), bu isyanlardan biridir. Bu durumda dükkanlar kapatılır, istekler Kadıya, hükümet yetkililerine iletilerek bir süre bunların yerine getirilmesi için çaba sarfedilirdi; bazan da tabi daha ileri gidilerek kan döküldüğü de olurdu, ama sonuçta yukardan gelen emre, padişah kararına uyulurdu.
Müthiş birşey! Ortaçağ Avrupa’sında, Kent Toplumu’nun bir unsuru olarak bağımsız bir gelişme süreci izleyen Loncalar, Osmanlı’da, bağırıp çağırsalar da, isyan da etseler, bir adım daha ileri gidemiyorlar ve son tahlilde, devletin ekonomiyi denetlemesinin bir aracı durumunda kalıyorlar. Kendi içlerindeki o disiplin, o yüksek örgütlenme düzeyi, bunlar hep boşa gidiyor, devletin örgüt üzerindeki kontrolünü kolaylaştırıyor ancak!
Osmanlı sistemi, biribirinin üzerine monte edilmiş iki sistemdir sanki! En yukarda “seçkinler” toplumu adını verebileceğimiz yönetenler sınıfı, yani “Devlet Sınıfı” vardır, bunun altında da “güdülenler”, yani Yönetilenler. Bu sistemlerin herikisi de kendi içinde örgütlüdür, yani belirli alt sistemlerden oluşurlar. Ama bu alt sistemlerin, her iki durumda da, bağımsız varlıkları-tüzel kişilikleri yoktur. Hep, en yukardaki “gücün” boyunlarına taktığı yularla hareket ediyorlar! Bunun ne anlama geldiğini esnaf örgütlerinde açıkça görüyoruz. Boyunlarına geçirilmiş bulunan devlet yularının çektiği yere gitmek zorundalar. Gitmeyince de “isyan” deniyor bunun adına. Bir saman alevi gibi parlıyorlar, sonra da hiçbir iz bırakmadan sönüp gidiyorlar..
Ortaçağ Kentleriyle feodaller arasında da anlaşmazlıklar oluyordu. Ama burada hep, anlaşmazlığa taraf olan iki unsur vardı ortada. Sonunda bir çözüm-uzlaşma olduğu zaman da, bu en fazla tarafların biribirlerine karşı olan konumları üzerinde etkili oluyordu. Yani biri güçlenirken diğeri güç kaybetmiş oluyordu. Ama Osmanlı esnaf isyanlarında (sistemin içindeki bütün isyanlarda da böyledir bu) sonuç hep önceden belliydi. Esnafın hiçbir zaman bir tüzel kişiliğe sahip olması söz konusu değildi burada. Sistemin içindeki, bir tür “hak arama” mekanizmasıydı bu isyanlar. Hak nerdeydi peki? Padişah’ta! Yani en fazla, Padişah’ın ne derece etkileneceği belirliyordu isyanın sonucunu. Şerif Mardin bu durumu o kadar güzel açıklıyor ki başka hiçbirşey söylemeye gerek kalmıyor:
“Batı’da burjuva (kentli) haklarını senyöre karşı yaptığı mücadelelerle elde etmiştir. Ona göre hak alınır, verilmez. Fakat bu anlayış Doğu şehirlerinde hiçbir şekilde yoktur. Hak meşru olarak devletindir. Allah’ın başında bulunduğu devletin tanıdığı paydır. Bunun tersini iddia eden kimseler, zaman zaman ortaya çıkmıştır. İslami şehirlerde isyanlar çoktur. Fakat, devletin dışında meşru olarak siyasal güç kaynağı olan gruplar bulunmadığı için, mücadele sonucunda elde edilen üstünlükler bir sınıf, etat veya parleman’a maledilemez”[16].
Babadan oğula geçen merkezi yönetimlerde “hukuk ve mahkeme sorunları yönetim sorunları haline gelirken, feodalizm de bunun tersi doğrudur”. Yani, “yönetim sorunları hukuk sorunları haline gelir. Osmanlı Devleti’nde mahkemeler yönetim için İngiltere’dekinden daha az gerekliydi” ve “kişisel olmayan hukuk kuralları gelişmemişti”. “Kadı adaleti herzaman baştaydı. Yönetici otorite çok defa mahkemeleri atlatıyordu. Kişisel olmayan (yani herkes için) hukuk kurallarının yokluğunda, dengeleyici bir mekanizma, şikayetlerini söylemek üzere fertlere Padişah’a çıkma imkanını tanıyordu. Bu mekanizmalar da işlemeyince, sonuç tipik Osmanlı ihtilali oluyordu: Birikmiş hoşnutsuzlukların doğurduğu ve tavizler elde etmeye yönelmiş bir saman alevi, yoksa Avrupa’da olduğu üzere kurumlaşmış ayrıcalıklı zümrelerin gerçek çatışması değil”[16].
Örneğin, “Celali İsyanlarını” ele alalım. “Celali İsyanları olarak anılan ayaklanmalar, aslında köylü ayaklanmaları değildir. İltizam sistemi (Kesim Düzeni) dolayısıyla topraklarını mültezimlere kaptırma durumunda olan Sipahiler’in, gene aynı şekilde, mültezim zulmünden rahatsız olan köylüleri de yanlarına alarak başlattıkları, devlete karşı hak arama isyanıdır bunlar. Burada ilginç olan nokta şudur ki, köylüler hiçbir zaman bu “köylü isyanlarının” başını çeken durumunda olmamışlardır! Onlar önce hep, önderlik edenlerin resmi bir ünvana sahip olup olmadıklarına bakmışlar, “eğer elebaşı devlet görevlisi olduğunu kanıtlayamazsa, hiçbir şekilde onun yanısıra ayaklanmaya katılmamışlardır”[16].
Bu nokta çok önemli. Köylü son derece akıllı davranıyor. Boşuna “çarıklı erkanı harp” dememişler bizim köylüye! Amacı bağcıyı dövmek değil, üzümü yemek. Çünkü, birincisi, bağcıyı dövemeyeceğini, dövse de eline birşey geçmeyeceğini çok iyi biliyor; yerine koyabileceği bir alternatif yok. Asırların “devlet” deneyimi ona bunu öğretmiş. İsyanın devlete, devlet düzenine karşı olmadığını ortaya koyması lazım daha işin başında! Yoksa ağzıyla kuş tutsa bir yere varamaz! Bu nedenle, ancak bir Sipahi, ya da devlet görevlisinin başı çekmesi durumunda giriyor işin içine. Çünkü bu durumda devlete verilen mesaj açık. Devlete karşı olunmadığı, bunun bir “hak arama” mücadelesi olduğu mesajı veriliyor. Baştaki eski devlet memuru da işin güvencesi oluyor. Halâ bugün bile, sıradan bir “hak arama” mücadelesinde halkımız hep Türk Bayrağı önde yürür, sonra da gider önce bir Atatürk büstünde saygı duruşu yapar, İstiklâl Marşı okur; neden diye hiş düşündünüz mü?
SINIF MÜCADELESİ NEDİR-OSMANLIDA SINIF MÜCADELELERİ
Sınıf mücadelesi nedir önce onu görelim: Yukardaki şekil bir AB sisteminin (bu bir toplum olabilir, canlı bir organizma olabilir) kendi kendisini nasıl ürettiğinin resmidir [4]. Burada İ, dışardan-çevreden gelen etkiyi-madde-enerji-informasyonu temsil ediyor. Ü’de ürünü.
Sistemin nasıl işlediğine gelince: Dışardan-çevreden gelen-alınan- ham madde-madde-enerji-informasyon- AB’ye ulaştığı an mekanizma işlemeye başlıyor. AB sistemi İ’yi alır. AB’nin içinde, sistem merkezini temsil ettiği için dominant konumda olan kutup (yani A) gelen bu informasyonu sistemin sahip olduğu bilgiyle değerlendirerek onun nasıl işleneceğine dair bir üretim modeli oluşturur. Sonra da bunu sistemin motor gücü B’ye ileterek, hazırlanan bu üretim modelinin gerçekleştirilmesini-ürün haline dönüştürülmesini sağlar. Ü (ürün) ortaya çıkar. Peki sonra ne olur?
Yukardaki şekilden de anlaşılacağı gibi Ü(ürün) bir sentezdir. İ-AB etkileşmesinin sonucudur. Buradaki İ, madde-enerji-informasyon olarak çevreden gelen-alınan ham maddeyi, AB de bu ham maddeyi işleyen sistemi temsil ediyor. Bu sistem, A: beyin ve B: organlardan oluşan bir organizma da olabilir, A: işveren, B: işçilerden oluşan bir fabrika da. Üretim mekanizması, genel olarak sistem bilimi açısından aynıdır. Çevreden ham madde gelir. AB sisteminde dominant olan kutup eldeki bilgiyle bunu değerlendirerek bir üretim modeli hazırlar, sistemin motor gücü B’ de bunu gerçekleştirerek Ü-ürünün ortaya çıkmasını sağlar. Peki sonra ne olur?
İ’yi, yani ham maddeyi bir yana bırakırsak, Ü-ürün A ve B arasındaki etkileşmenin, kollektif çalışmanın sonucu-sentez- olduğu halde, AB sisteminde mevcut durumu, yani sistem merkezini temsil ettiği için dominant kutup statüsünde olan A, sistem adına ona tek başına sahip çıkar [4]. Aynen işverenlerin-burjuvazinin-ürüne sahip çıkmaları gibi! Aslında ürün bir sentezdir, yani bir çocuk gibidir. Onun babası işverense, annesi de işçilerdir! Ama hayır, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip oldukları için işverenler o “benimdir” diyerekten ürüne de sahip çıkarlar.
A ve B arasındaki etkileşme sonucunda bir ürünün-Ü ortaya çıkmasının sistem bilimi açısından anlamı, AB sisteminin ve onun içindeki üretici güçlerin (yani, iç dinamiği oluşturan unsurlar olarak A ve B’nin) sistemin kendi içindeki evrimi sürecinde bir durumdan bir üst duruma çıkmaları, yani gelişmeleridir. Bu yüzden, normal koşullarda, bir üst basamağa çıkar çıkmaz A ile B arasındaki ilişkiler yeni duruma uygun olarak yenilenir. Örneğin, işçilerin çalışma koşulları biraz daha düzeltilir, ücretleri biraz daha arttırılır, ekonomik hakların yanı sıra demokratik haklar vs.de gelişirler.. Sistemin kendi içindeki evrimi sürecinin mantığı budur. Ama işler pratikte kendiliğinden böyle teryağından kıl çeker gibi yürümez! Nedenine gelince?
AB sisteminin kendi içindeki evrimi sürecini basamaklara ayıralım (pratikte bu zaten böyledir): 1,2,.. olsun bunlar. Dışardan İ’nin gelipte üretimin başladığı o ilk basamağı-ilk durumu- da 1 nolu basamak olarak ifade edelim. Ü-ürünün oluşması demek, sistemin 1 nolu basamaktan 2 nolu basamağa geçmesi demektir. Normal işleyiş bunu gerektirir. Ama A bunu istemez, buna engel olur! Çünkü o, 1 nolu basamağı, yani 1 nolu basamaktaki denge halini temsil etmektedir. Bir termostatı getiriniz gözünüzün önüne. Termostatın görevi sistemin belirli bir denge halini muhafaza etmek değil midir; işte, sistem merkezini temsil ettiği için, belirli bir anda mevcut olan dengeyi temsil eden A’nın durumu-fonksiyonu da buna benzer. O, yani A, mevcut dengeyi-sistemi temsil eden kutup olarak, hem dışardan gelen etkinin (bunu İ olarak ifade ettik) sisteme alınmasını sağlayarak kendisi mevcut dengenin bozulmasına yol açmış olur (inkâr), hem de daha sonra bu etki-madde-enerji-informasyon-işlenipte ortaya bir ürün çıkınca, normal olarak sistemin 1’den 2’ye geçmesi gerekirken, mevcut dengeyi muhafaza eden kutup rolünü oynayarak bu geçişe engel olur-karşı çıkar (burjuvazinin muhafazakârlığı). Ürünün, mevcut sistemin-yani A ve B’nin birlikte yarattıkları bir çocuk olduğunu söylemiştik. A, bu çocuğun babasıysa, B’de onun anasıdır. Ancak, mevcut durumu temsil eden A, onun (çocuğun) doğmasına bir türlü izin vermemektedir (daha doğrusu, doğmuş bulunan çocuğa bir ad konmasına, onun tanınmasına izin vermemektedir). Çünkü çocuğun doğması, onun bağımsız kişiliğinin tanınması demek sistemin 1’den 2’ye çıkması demektir. Bu ise, A ve B’nin, onun bir sentez olan kimliğini tanıyarak Ü-ürünün varlığında yok olmaları anlamına gelir. Normal olarak, A ve B çocuğu-ürünü doğurduktan sonra, sistem 1’ den 2’ ye çıkınca, onlar da bu yeni duruma uygun olarak yeni bir ilişki içine girecekler, A2 ve B2 şeklinde kendilerini yeniden üretmiş olacaklardır. Üretici güçlerin gelişmesi-sistemin gelişmesi-sürecinin diyalektiği budur. Her durumda, önce mevcut dengeyi temsil eden kutup A onu inkâr eder, sonra da B, onun bu inkârını inkâr ederek sistemin kendini yeniden üretmesine neden olur. İşleyişin mantığı budur. Ama işte, A’nın “mevcut durumu” temsil etme konumu-termostat fonksiyonu- bu işleyişi bozuyor, engelliyor. Ve sınıf mücadelesi de zaten tam bu noktada sistemin imdadına yetişiyor!
Sistemin motor gücü B, bu durumda hemen frene basar ve A’ya der ki: “Dur”! “Haksızlık yapıyorsun, sistemin kendi kendini üretmesi sürecini tıkıyorsun”! B, A’ya “Haksızlık yapıyorsun” der, çünkü bu noktadan itibaren B’nin vereceği mücadele aynı zamanda bir “Hak arama mücadelesidir”. “Hak” nerededir peki? A der ki, “Hak sistem merkezindeki sıfır noktasındadır ve onu da ben temsil ediyorum”! Ama B olaya daha farklı bakmaktadır. O da der ki: Artık durum değişmiştir. Ortada sistemin durum değişikliğine neden olacak bir ürün vardır. Bu nedenle, sistemin senin temsil ettiğin 1 nolu basamaktan 2 nolu basamağa çıkması gerekir. Bu durumda Hak da artık bu yeni denge halinin merkezindeki (yeni merkezde) sıfır noktasında bulunmaktadır. B, tıpkı bir anne gibi, yeni merkezi (yeni sıfırı, yani Hak’kı) doğurmaya çalıştığı çocukla birlikte kendi içinde taşıdığı için Hakkı temsil etmektedir. Bu yüzden de onun mücadelesi “Haklı” bir mücadeledir. Bu durumda A “Haksızdır”, çünkü o, eski duruma ilişkin eski merkeze yapışmış kalmıştır. Artık inkâr olmuş-kendini yeniden üretmiş sistemi eski halinde tutmak istemektedir. Ürünün oluşumuyla birlikte bir üst basamağa çıkılıp orada yeni bir denge durumuna ve Hakka ulaşılması gerekirken, A bunu engellemektedir. Eski denge yok olmuştur, ama A’nın inadından dolayı bir türlü yeni bir denge de kurulamamaktadır. İşte A, pratik olarak, eski dengeyi savunmak adına bu dengesizlik durumunu savunur hale düştüğü içindir ki “Haksız” durumdadır. Onun muhafaza etmeye çalıştığı “durum” artık üretici güçlerin gönüllü olarak içinde yer aldıkları bir durum değildir. Böyle bir durum artık ancak zor kullanarak muhafaza edilebilir.
İşte sınıf mücadelesi tam bu noktada ortaya çıkıyor. Bu mücadelede B Haklıdır, çünkü o ürünle birlikte potansiyel olarak oluşan yeni bir dengeyi savunmaktadır. Yeni (yani ürün, yani 2 nolu denge durumu) eskinin içinde (yani 1 nolu durumun içinde) oluşmuştur; ama A onun doğumuna engel olmaktadır. B, sınıf mücadelesiyle sistemin tıkanan yolunu açar. Sistemin bir üst seviyeye çıkışını sağlar. A ve B arasında yeni duruma uygun yeni ilişkiler kurulur. Sistem 1’den 2’ye çıkarak bir basamak daha gelişmiştir. Aynı süreç 2’den 3’e çıkışta vs. de tekrarlanır. Üretici güçlerin gelişmesi sürecinin-inkârın inkârı mekanizmasının- diyalektiği budur. Görüldüğü gibi, sınıf mücadelesi bu süreçte itici güç, ya da doğuma yardımcı olan ebe-doğum doktoru- rolü oynamaktadır. Hiç sınıf mücadelesi olmasaydı sistem gelişemezdi, çocuk ana rahminde ölür kalırdı. Nitekim köleci sistemlerin kendi kendini üretememesinin ve sonra da dağılmasının nedeni budur. Alın bir eski Greeek, Roma Medeniyetlerini, bir Osmanlıyı. Bu sistemler neden kendi kendilerini üretemediler? “Köle insan yerine konmuyor muydu, o bir “üretim aleti” statüsünde miydi”. Evet, bütün bunların hepsi doğrudur. Sistem tek kanatlı bir kuş gibidir bu durumda. “Baba” rolünü oynamaya aday olanlar bellidir, ama çocuğa hamile kalıp onu doğuracak bir “ana” yoktur ortada, nasıl çocuk yapacaktı, doğuracaktı bu sistemler!!..
Öte yandan, “sınıf mücadelesi” genel bir kavramdır. Bu yüzden de ona farklı anlamlar yüklenebilir. Biraz açalım: B’nin A’ya karşı vereceği mücadelenin esası-özü- ne olmalıdır?
İşte geldik kritik soruya! Bu noktada iki şey olabilir:
Birincisi, B’nin kendi varlığını-fonksiyonunu- A’ya karşı bir reaksiyon olarak gerçekleştirmesi ve bu reaksiyonla özdeşleşerek A’nın karşısında yer almasıdır. A, “mevcut durumu ben temsil ediyorum” mu diyor, B de der ki, “hayır, asıl üreten benim, sen sadece Haksız bir şekilde ürüne el koyuyorsun, yani bir asalaksın, benim aslında sana ihtiyacım yok, sen olmadan da yürür işler, bu yüzden de seni devre dışı bırakıp artık ben kendim yöneteceğim sistemi! Bu reaksiyon, B’nin kendi nefsiyle “kendisi için bir sınıf” olarak ortaya çıkmasıdır. Bu durumda amaç açıktır: A’yı ve onun temsil ettiği sistemi yok ederek kendi düzenini kuracaktır o da (yani B de)! Şartlar uygun olur da gücü yeter hale gelirse de yapar bunu! Aynen 1917’de olduğu gibi! “Proletarya devrimi” gerçekleşir, sistem tersine çevrilir vs. Sonuç ortadadır..
İkinci durumda ise B, öfkesini kontrol altına alarak, tıkanıklığın toplumsal gelişme sürecinin diyalektiğiyle ilgili olduğunu kavrar; kendi varlığının ve fonksiyonunun sadece bir reaksiyondan ibaret olmadığını görür; amacın bağcıyı dövmek olmadığını, yeni bir duruma geçişi yönetmek olduğunu anlar. Bir sistemin evriminin, kendini yeniden üretmesinin, onun içindeki motor güç unsurlarının sistemin dominant kutbunu altederek onun yerine geçmelerinden ibaret olmadığını, bir durumdan daha ileri bir başka duruma geçişin, ancak, yeni duruma ilişkin unsurların eskinin-yani varolanın- içinde gelişerek ortaya çıkmalarıyla mümkün olabileceğini fark eder. Sistemin doğurgan-motor gücü olarak onun görevinin bu süreci yönetmek olduğunu, dominant kutba karşı verilecek sınıf mücadeleleriyle bu geçişin kolaylaştırılması olduğunu anlar. İşte size iki “sınıf mücadelesi”-“zıtların mücadelesi” anlayışı, iki dünya görüşü!
Devrim, yani bir üst düzeye sıçrama, AB sisteminin içinde A’nın karşıtı olan kutbun (yani B’nin) A’yı altederek-onu yok ederek-kendi iktidarını kurması-kendi sistemini oluşturması-olayı değildir! Dünyanın hiçbir yerinde de, hiçbir devirde bu tür bir devrim olmamıştır84. Ne köleci toplumdan feodal topluma, ne de feodal toplumdan kapitalist topluma bu şekilde bir reaksiyonla geçilmemiştir! Devrim, eskinin içinde gelişip, olgunlaşan yeniye ait güçlerin gerçekleştirebilecekleri bir olaydır. Ama, eskinin içindeki “karşıt kutup” (yani B), yeni doğacak olan bebeğe hamile olduğu için, onu kendi ana rahminde taşıdığı için, sanki bu geçişi sağlayan, gerçekleştiren oymuş gibi görünür!..Çocuk henüz ortalıkta görünmediğinden, annenin kendisi bile, kerametin kendinde olduğunu sanır! Aslında haksız da değildir bunda! Çünkü “çözümü” gerçekten de o taşımaktadır. Ama bu taşıma-temsil yetkisinin, kendisinden dolayı değil de, karnında taşıdığı bebekten dolayı onda olduğunu, o dahil, mevcut sistemin içinde kimse anlayamaz ! [4]...
Şimdi tekrar Osmanlıya dönüyoruz ve onun neden kendi kendini üretemediğini daha yakından ele almak istiyoruz.
Bilindiği gibi, sistem kavramı evrensel bir kavramdır. Çünkü herşey bir sistemdir bu evrende. Bir termostat da bir sistemdir, elektrik süpürgesi de, köleci bir toplum da, bunların hepsi birer sistemdir. Bu nedenle, önce, “nasıl bir sistem” sorusuna cevap verilmelidir. Doğada yer alan mekanik bir sistem mi, yapay zeka ürünü bir sistem mi, bir atom gibi “cansız” bir sistem mi? Ama “canlı” olup da kendi kendini üretemeyen sistemler de vardır. Örneğin köleci sistem. Osmanlı’yı nereye koyacağız bunların arasında?
Bütün sistemler gibi, toplumlar da, son tahlilde maddeleşmiş-belirli bir yapı haline dönüşmüş bir bilgi oldukları için, sorunun cevabı, dönüp dolaşıp sistemin var oluş temelini oluşturan bilgiye gelip dayanıyor.
Osmanlı Toplumunun varlık nedeni olan, sistemin sahip olduğu esas bilgi fütuhattır. Yani sistem bu bilginin maddeleşmiş bir şeklidir. Çevreyle etkileşmesini bu bilgiyle yapıyor. Kendi içinde de bu bilgiye göre örgütlenmiş. Yapı, fonksiyon, herşey bu bilginin maddeleşmiş şeklinden ibaret. Böyle bir sistemin varlığını sürdürmesi, çevreyle olan etkileşmede esas varoluş fonksiyonunu yerine getirebilmesine bağlı. Yani fütuhat’a bağlı. Çünkü fütuhat, sistemin çevreyle etkileşme mekanizması aynı zamanda. Sistemin iç yapısı- Tımar Sistemi, Dirlik Düzeni vs. bunların hepsi de gene bu temel bilgiye, yani varoluş işlevine göre, ona bağlı olarak oluşmuşlar. Yani eğer sistem çevreyle etkileşmede bu fonksiyonunu yitiriverirse içerden dışarıya herşey biter. Olayın özü budur. Osmanlı sisteminin içindeki “sınıf mücadelelerini” ele alırken de, bu gerçek dikkate alınmalıdır.
17-18. yy’ lardan itibaren fütuhat’ın sona erişiyle birlikte Osmanlı sistemi de bitmiştir! Çünkü, sistemi var eden esas bilgi kendini üretememektedir artık; bu bilgi, yani fütuhat, tarihsel olarak belirli bir döneme aittir. Bu dönem sona erince, yani, fütuhatın maddi şartları ortadan kalkınca, o da gerçekliğini kaybediyor. Bilgi, durup dururken, ya da biz istediğimiz için kafamızda üretilen bir ürün değil ki! “Kendinde şey” bir gerçeklik değil ki bilgi!..İnsanların ve toplumların kendi kendilerini üretimi, onların çevreyle-doğa’yla etkileşmelerinin sonucu. Bilgi de bu sürecin içinde ortaya çıkıyor. Buna rağmen Osmanlı sisteminin kendini üretmeye devam etmesi demek, sırf Osmanlı istedi diye fütuhatın devam etmesi demekti!!
Osmanlı sisteminin esas bilgi temelinin fütuhat olduğunu söylemek, onun toplumsal DNA larının bu bilgiyle oluştuğunu söylemektir. “Üretici güç”, yani sistemin içindeki insan unsuru, bu esasa göre biçimlenmiştir. Sistemin varoluş amacı, esas işlevin (fütuhatın) yerine getirilmesidir! Bu yüzdendir ki, fütuhat bitince Dirlik Düzeni de bitmiştir. Bu andan itibaren Osmanlı sisteminin yaşaması, kendi kendini yeme-tüketme sürecinden başka birşey değildir.
Sistem kendi kendini nasıl yiyor-tüketiyor peki? Sistemi temsil eden merkezin taşrayı sömürmesi-tüketmesi olayıdır bu. Çünkü, o andan itibaren, sistem artık “ipe bağlı taş” örneğinde olduğu gibi, mekanik bir sistem haline gelmektedir. Sistemi içerde birarada tutan, merkezi zor’dur. Bu kuvvet-otorite azaldığı an sistem dağılır.
İşte bu yüzdendir ki, bu gerçeği yaşayarak hissettikleri içindir ki, merkezdekiler sürekli korku içindedirler. “Devleti kurtarma” çabalarının altında yatan da budur, bu korkudur. Taşra’nın, “devleti kurtarma” adına yapılan herşeye karşı çıkmasının nedeni de budur! Bütün o “Islahatçılar’ı”, “Reformcuları”, Jön Türkleri, Yeni Osmanlıları, İttihatçıları, “devleti kurtarmak” için çırpınan o “asker sivil aydınları” düşününüz, bunların bir türlü “kendilerini halka anlatamamalarının” nedeni budur! Aslında halk o kadar güzel anlıyor ki herşeyi! Halkın düşündüğü şu: Bunlar ne yapmak istiyor, “devleti kurtarmak”, yani devleti güçlendirmek. Ama halk istemiyor ki bunu! Çünkü onun için “Devlet” artık kan içici bir asalak! Halkın bütün istediği, kendisini sıkan, bitiren bu eskimiş kabuğun , bu eski toplumsal DNA yapısının kırılması, yok olması! Bunun yerine, yeni duruma uygun yeni bir bilgi-DNA sistemi arıyor halk. Ama bu da mümkün değil! Çünkü sistem kendi içinde bu değişimi gerçekleştirecek yeni bir bilgiyi-sivil toplumu- üretememiş. Bu nedenle, Osmanlı’nın içindeki bütün o isyanlar, Devlete karşı çıkmalar, sınıf mücadeleleri, bunların hepsi, sistemin kendi içindeki tepkiler-reaksiyonlar olarak boğulur giderler.
Dostları ilə paylaş: |