OSMANLI VE SİVİL TOPLUM-OSMANLIDA NEDEN SİVİL TOPLUM OLUŞMADI
“Sivil toplum” kavramı, feodal toplumun bağrında gelişen kapitalist toplumu tanımlarken ortaya çıkmıştır. Bir yanda, belirli bir üretim ilişkisi zemininde işleyen, adına feodalizm dediğimiz bir sistem vardır. Bunun yanı sıra da, bu sistemin içinde, onun kendini üretmesi sonucunda ortaya çıkan başka bir sistem. Ama çocuk henüz ana rahminde olduğu için, varolan sistemden ayrı bir varlığı (resmi bir varlığı) yoktur onun. Bunun için de, bu toplum, henüz daha objektif anlamda toplum olmayan potansiyel bir toplumdur, “sivil” bir toplumdur. Yani, feodal sistemin içinde potansiyel-sivil bir toplumdan bahsettiğimiz zaman, bu toplum (kent toplumu) henüz daha bizim anladığımız anlamda bağımsız-kapitalist bir toplum anlamına gelmez. Toplum içinde toplum olarak algılamak lazımdır onu! Mevcut olanın bir parçasıdır o da son tahlilde. Ama bir embriyonun annenin parçası olması gibidir bu. Örneğin, annenin kolu, bacağı, diğer organları da sistem olarak onun (annenin) organizmasının birer parçasıdır, ancak embriyo bu türden bir parça değildir sistemin içinde. Ayrı bir DNA yapısı olan, fakat henüz daha anneden, annenin organizmasından ayrı bir varlık olarak oluşmadığı-varolmadığı için de, onun bir parçası sayılan bir geçiş sistemidir.
Daha ileriki bölümlerde, kapitalizmden bilgi toplumuna geçişi açıklarken de kullanacağız bu “sivil toplum” kavramını. Bu durumda da gene esas olan, mevcut toplumun içinde oluşan yeni topluma-bilgi toplumuna ait güçlerdir. Bir cümleyle ifade etmek gerekirse, sivil toplum, her durumda, mevcut toplumun inkârı olarak onun içinde gelişen yeni toplumun güçlerdir demek gerekir.
Bu nedenle, bir toplumun sistem olarak kendi içindeki sınıf mücadeleleriyle (A ile B arasındaki mücadelelerle), o toplumu temsil eden egemen sınıfla (A), sivil toplum güçleri (ab) arasındaki mücadeleleri biribirine karıştırmamak gerekir. Örneğin, feodal toplumda sistemin kendi içindeki sınıf mücadeleleri, feodal sınıfla (A) köylüler-serfler (B) arasındaki mücadelelerdir. Bu mücadeleler feodal üretim ilişkilerinden kaynaklanır. Sistemin kendi içindeki evrimi, yani reformlar süreci, bu mücadelelerin gelişmesiyle oluşur. Bu anlamda sınıf mücadeleleri reformlar sürecinin iç dinamiğidir. Ama bir de, mevcut sistemi, feodalizmi temsil eden sınıfla (A), kent toplumu, yani sivil toplum güçleri (ab) arasındaki mücadeleler vardır feodal toplumun içinde. Bu durumda mücadele, feodal sistemin kendi sınırları içindeki bir “sınıf mücadelesi” olmanın çok ötesine taşmakta, var olanla, onun içinde gelişen ve geleceği temsil eden toplumun güçleri arasındaki mücadele haline gelmektedir. Çünkü bu mücadelede sivil toplum güçlerinin (ab’nin) kazanacağı her yeni mevzi, feodal toplumun içindeki embriyonun biraz daha büyümesi anlamına gelecektir. Devrim dediğimiz doğma olayı ise bu sürecin sonucunda gerçekleşir. Eskinin içinde sivil toplum (ab) olarak gelişen çocuk, yeni toplum (ab sistemi) olarak doğar.
Ortaçağ Avrupa’sında, feodal toplumun bağrında sivil toplumun oluşumunu ve gelişimini daha önce yeteri kadar inceledik. Şu an bizim için sorun Osmanlı. Ortaçağ Avrupa’sında, feodal toplumun bağrında bir sivil toplum gelişiyor da, neden Osmanlı toplumunun içinde gelişemiyor, bunu incelemek istiyoruz.
Şerif Mardin bu konuyu bütün yönleriyle ele alıyor. Biraz sonra biz de o noktaları tek tek ele alacağız. Ama önce, asıl önemli olandan (gözden kaçan işin özünden) başlamak istiyoruz. Osmanlının niteliksel olarak neden doğurgan bir sistem olmadığının altını çizmek istiyoruz. Mardin hocanın dediği gibi, tamam, “İslam ikinci yapıları kabul etmiyor”, “merkezi devlet ikinci yapılara tüzel kişilik tanımıyor”, bunların hepsi doğru, ama meselenin özü değil bunlar. İşin esasını bir toplumun kendi kendini üretmesi süreci oluşturuyor. Bu nedenle,toplumsal bir sistem için kendini üretmek demek ne anlama geliyor oradan başlayalım:
Barbarlığın orta aşamasını ele alalım. Göçebe bir toplum burada söz konusu olan. Daha önce de yeteri kadar inceledik bu toplumu. Soru şu: Bu toplum neden bir toplumdur? Yani bu sistem neden bir sistemdir? Hayvan yetiştirici çobanların oluşturduğu bu sistem, biribirlerine kan-ilişkisiyle (ki buna kan-bilgi sistemi demiştik) bağlı elementlerden oluşuyor. Kendi içinde kan bağıyla birarada duran sistem, doğayla etkileşmesinde de bu “bilgi”yi kullanıyor. Doğa-toplum sisteminin bilgisi “hayvan yetiştiriciliği”-çobanlık bilgisi. Bu bilgiye sahip çıkan toplum, bunu kendi içindeki kan-bilgi sistemiyle birlikte harmanlayarak çevreyi işliyor. Olayın İnformasyon İşleme Teorisi açısından açıklaması bu.
Bu işi yaparken de, üretim süreci içinde yeni bilgiler üretmeye başlıyor. Bunlar tarımsal faaliyete ilişkin bilgilerdir. Ve sonra ne oluyor, yavaş yavaş eski toplumun içinde bazı insanlar toprağa yerleşmeye, tarımsal faaliyete başlıyorlar. Eski-çoban aşiretin de işine geliyor bu. Bu nedenle onlar da bu insanları destekliyorlar. Çünkü, kışın hayvan yemi vs. ihtiyaçlarını bunlar sağlıyor. Ama sadece bu da değil. Tarımsal faaliyetle uğraşanlar, zamanla, ürettikleri fazla ürünleri ihtiyaçları olan başka ürünlerle değiştirmeye de başlıyorlar. Bunun için de uygun bir yerde bir pazaryeri oluşturuluyor.
İşte antik kent örgütlenmesine, kent toplumuna giden yol budur. Ticaret başladıktan sonra, bu, beraberinde zenginliği de getiriyor ve derken çevredeki eski çoban yoldaşlarla bunların araları açılmaya başlıyor. Çatışmalar oluyor vs. Başlangıçta eski aşiretin içinde bir sivil toplum olarak gelişen bu yeni toplum, daha sonra rüştünü ispat ederek, eski kabuğunu kırıp kent toplumu haline geliyor.
Sonra, bu sürecin, yani toplumsal olarak kendini üretme sürecinin, köleci toplumla birlikte tıkandığını, işlemez hale geldiğini görüyoruz. Yani köleci toplum artık kendi içinde bir sivil toplum oluşturamıyor. Neden? Çünkü iç dinamiği yok! Nedir iç dinamik? Toplumun içindeki üretici güçlerin kendi varlıklarını üretmeleri çabasıdır. Neden yok bu köleci toplumda? Çünkü köleci toplum, köleyi sisteme dahil bir insan üretici gücü olarak kabul etmiyor. Köle bir üretim aracı! Böyle olunca da, kölenin üretim faaliyeti, bir kazmanın-küreğin faaliyeti durumuna indirgeniyor. Köle, kendi varlığını üretemiyor üretim faaliyetinin içinde. Bu durum, bilgi üretimini ve üretilecek olan yeni bilgilere sahip çıkarak, yeni üretim tekniklerinin-biçimlerinin geliştirilmesini de engelliyor.
Osmanlı toplumu ise üretime endekslenmiş bir toplum değil! Böyle bir toplumun ortaya çıkış nedeni “fütuhat”. İnsanlar bu fütuhat sürecinin içinde biraraya gelmişler. Ve bu hedefe yönelik olarak örgütlenmişler, bir toplum haline gelmişler. Toprak düzenlerinin esasını askere lojistik destek sağlamak oluşturuyor. Böyle bir sistemin kendini üretmesi demek, yeni askeri teknikler-silahlar keşfederek, fütuhat’ı daha üst düzeylerde yapabilmesi demek! Ama, “fütuhat” denilen bu varoluş bilgisi-gerekçesi mutlak birşey değil ki! Belirli bir tarihsel döneme özgü bir olay bu. O tarihsel dönem kapanınca fütuhat da bitiyor! İşte Osmanlı’nın kendi içinde bir sivil toplum oluşturamamasının esas nedeni budur. Toplumun üretici gücü olan insan unsuru üretime göre değil, fütuhata göre örgütlendiği için toplum kendini üretemiyor.
Osmanlı sisteminde üretim faaliyetiyle uğraşmak küçültücü bir çabaydı. İster köylü olsun, ister tüccar, ya da esnaf, bunlar ikinci sınıf insanlardı. Birinci sınıf insanlar ise askerlerdi. Bu nedenledir ki, esas faaliyeti fütuhat olan askerin dışındaki bütün diğer insanlara “Reaya” denilmiştir. Reaya demek sürü demekti. Çoban kimdi peki, askerler! “Devletin asıl sahipleri”, “devleti kuranlar” ve yaşatanlar askerlerdi!
Toplum, tek bir hedefe kilitlenerek, bir ordu gibi örgütlenmişti. Nasıl ki bir ordunun içinde askeri disiplin esastır, toplumda da böyle olmak zorundaydı. Tek komutan, tek ordu! Osmanlı olayı budur. Sen tutupta bu sistemin içinde “ikinci yapılar” oluşturacaksın! Böyle birşeyi ancak “bölücü hainler” düşünebilirlerdi, bunların da “katli vacipti”!.
Ortaçağ Avrupasında ise feodal beyin kendisi kuruyor o “ikinci yapıları”-“kent’i. “Ben böyle bir Pazar kuruyorum ey ahali, gelin buraya, bak size şu şu şu hakları tanıyacağım” diye bir de reklamını yapıyor bu işin! O da bunu kendi çıkarı için yapıyor tabi! Kent kurulup da iyi işlerse, ondan vergi alacak, ticaretin genişlemesinden o da yararlanacak! Feodallerin hesapları da bunlar.
Osmanlı’nın dünyası ise bambaşka! Ticaret falan bunlar yan faaliyetler! Varsın diğerleri üreterek, ticaret yaparak zenginleşsinler, elinde güçlü bir ordu olduktan sonra, nasıl olsa bu zenginlikler sana ait olacak, Osmanlı’da mantık bu!
Şimdi sıkı durun, çünkü aşağıdaki satırlar Osmanlı gerçeğini bütün yönleriyle apaçık ortaya seriyor!
“Ortaçağ Batı’sının tersine, padişahla köylüler arasına hiçbir feodal yetki girmiyor-du..Padişah’ın şehirlerde “uyruklarının babası” olma anlayışı, lonca zanaatları karşısında ticareti elverişsiz bir duruma sokuyordu. Batı’da feodal beyler ve krallar çoğunlukla esnaftan çok tüccarları destekledikleri halde, Osmanlı devletinde durum tersine idi. Devlet, loncaları, tüccarların tekelci davranışlarına karşı koruduğu gibi, daha da önemlisi, şehirlere tüzel kişilik ve bağımsız hükümet olma yetkisi tanımayarak, tüccar kapitalist oligarşilerin kurulmasını önlemiştir.. Batı’da olduğu gibi, şehirlere ayrıcalıklar tanımanın yararlarını kabul etmek söz konusu olmadığı gibi, ticaret azaldıkça yeni pazarlar aramayı teşvik de yoktu. Ne Portekiz’in Gemici Kral Hanri’sinin bir Osmanlı benzeri, ne de Kraliçe Elizabeth’in Levant Company koruyuculuğu ile örneklenen tutumunun bir karşılığı yoktu. Ticareti arttırmak amacıyla hiçbir merkantilist siyaset düşünülmedi..Türk ticaret siyaseti, ithalata %3 vergi koyarken, ihracata %12 vergi koyduğu için eleştirilmiştir. Gümrük vergileri gelir kaynağı olarak kullanılmıyordu. Daha çok gelire ihtiyaç duyulunca hükümet yeni vergiler koyma, ya da paranın değerini düşürme yoluna gidiyordu”.
“Devletin, toprak üzerindeki kontrolü sayesinde iktisadi hayatta daha da etkili bir görevi vardı. Nazari olarak, ekilebilir bütün arazi padişaha ait olup, uyruklar ancak intifa (tasarruf) hakkına sahiptiler. Toprak önceleri Sipahilere dağıtılıyor, onlar da dirliklerindeki köylülerden vergileri toplayıp, karşılığında savaş zamanında asker sağlıyorlardı. Daha sonra bu gibi topraklar en çok arttırana, yani iltizama verilmeye başlandı. İktisadi hayat durgunlaşmaya başlayınca, bu haklar ticaretten ya da pazar için üretimden çok daha kârlı oldular. Tam mülkiyet hakkı edinmiş olanlar bile, 17. yy dan sonra ellerindeki topraklarda tarımı modernleştireceklerine, iltizam haklarına talip oldular. Piyasanın yerini büyük ölçüde devlet ayrıcalıkları sağlayacak olan nüfuzlu ilişkiler uğrunda rekabet aldı. Patrimonyal bürokrasi üyelerinin “arpalık” sisteminin devamında hayati çıkarları vardı ve ticaret yoluyla kazanç elde eden arkadaşlarını kınamaktan hiçbir zaman geri durmadılar. İş hayatında “yeni usuller” (ticaret vs gibi), Devletin gücünü kemiren yenilikler olarak yerilirdi. Son derece ilginçtir ki, Devlet gerilerken ve gelir ihtiyacı son derece artmışken bile, Osmanlı devlet adamları hiçbir zaman ciddi olarak “arpalık” sistemini terkedip, potansiyel yeni vergi geliri kaynağı olarak tarımda özel teşebbüsü teşvik etmeyi düşünmediler..Siyasetin zorunlu, yakınlığın da mümkün kıldığı hallerde, devlet son kalan dirlikleri de sahiplerinin elinden alıverdi. Toprağın kullanılışını kontrol etmek konusundaki bu ısrar Osmanlı hükümetinin temel ilkelerini en çok açıklayan işaretlerden biridir”.
“18.yy da Rumeli ve Anadolu’da diğer bir gelişme, Batılı kentlerin elde ettikleri özerk gücün benzerini ortaya çıkarabilirdi. Bu, ayanın çıkışıdır. İmparatorluğun başından beri ayan ve eşraf diye bilinen mahalli nüfuz sahipleri vardı. Artık bunlar, gitgide devlet hizmetinde olanlardan çıkıyordu ve ayan sözü devlette askeri ya da dinsel bir görev yapmalarıyla tanınmış ailelerin üyeleri için kullanılır olmuştu. Geçmişte bu ailelerden bazıları mülk olarak elde ettikleri toprağı işleyerek zengin olmuşlardı. Fakat 18. yy da bu sınıfın gayretleri üretici teşebbüslerden mültezimliğe çevrildi. Bunlar, nakit para karşılığında devlet topraklarını elde ettiler; fakat asıl kazançları, ömür boyunca tanınan ve devletin onayladığı diğer bir haktı, ikinci derecede diğer mültezimlere sattıkları iltizam haklarıydı. Bunların devlet görevlileri yüksek memurlarla ilişkilerini sıklaştırmaları çıkarları gereğiydi. Böylece, burjuvalaşma süreci, pek Osmanlı olan bir yöne çevrilmiş oluyordu86..Ayanların, devletin artık geçindirmeye gücü yetmediği birçok savaşçılardan bazılarını maiyetlerine alarak, bunlara askeri bir görev yüklemelerine müsaade edildi. Savaş zamanında askerler devlet hizmetine çağrılabilirdi ve vergiden de muaftılar. Böylece, şatafat ve insan gücüne yapılan bol keseden harcamalarla, her ayanın kapısı Osmanlı Hükümetinin küçük birer kopyası haline geldi..Bütün bu sürecin en dikkate değer yanı, henüz doğmuş ve piyasaya yönelmiş bulunan bir zümrenin (ayanların) bu gibi yeni yönlere atılacağına, küçük çapta olarak devletin çizgilerini geliştirmeye itilmiş olmasıdır. Şunu da belirtmek önemlidir ki, mültezimlerin servetleri diğer bütün Osmanlı bürokratlarınınki gibi, ölümlerinde müsadere edilebilirdi”[16]. İşte Osmanlı gerçeği budur!..
Dostları ilə paylaş: |