Toplumsal sistem gerçekliĞİ


POTANSİYEL BURJUVALAR DEVLETE BAĞLI DEREBEYLER HALİNE GETİRİLİYOR



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə89/133
tarix18.03.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#45872
1   ...   85   86   87   88   89   90   91   92   ...   133

POTANSİYEL BURJUVALAR DEVLETE BAĞLI DEREBEYLER HALİNE GETİRİLİYOR


Burada altı çizilmesi gereken en önemli olay, eşraf ve ayanın, tüccarın, yani ilerde burjuva haline dönüşebilecek potansiyel sivil toplum güçlerinin faaliyetlerinin üretim sürecinin dışına, tefeciliğe, mültezimliğe yönlendirilmiş olmasıdır. Bu korkunç birşey! Devlet kendisine muhalif olabilecek herşeyin önceden yolunu kesiyor. Tüccara, ayana diyor ki, sen bırak ticareti falan, toprağa yönel. Al sana şu kadar toprak, bana şu kadar para ver. Topladığın vergiler senin! Korkunç birşey! Ticaretin, üretimin riski var. Üstelik de devlet desteklemiyor bu türden faaliyetleri. Ama bu mültezimlik işi garantili. Arkasında devlet var87. Böylece, potansiyel bir kapitalistleşme sürecinin yolu kesildiği gibi, devlete bağlı bir derebeyi zümresi de yaratılmış oluyordu. Ama derebeyi deyince sakın bu Batı’daki feodallere falan benzetilmesin! Alakası yok!.

OSMANLI SİSTEMİ VE “İKİNCİ YAPILARIN” YOKLUĞU

“İslamiyetin beraberinde getirdiği bir diğer özellik de, toplum içinde örgütlenme şekillerinden bazılarını kabul etmeyişidir. Bunlar Durkheim’ın “ikinci yapı” adını verdiği kuruluşlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal yapı eksikliklerinden birinin de bu ikinci yapılar olduğunu göstermeye çalışacağım (aslında tabi, bu eksiklik sözü, Batı toplumlarına göre bir eksiklik oluyor, yoksa Osmanlının kendisine göre bir eksikliği falan yok! Tam tersine, onun sistemi için, “eksik” denilen bu yapılar zararlı, bölücü unsurlardır). İkincil yapıyla kastedilen, fertle devlet arasında kalan bazı kuruluşlardır. Bunlar hükümdarın çıkardığı veya namına çıkarılan kanunların yükümlülüklerinden muaftır. Kendilerine verilen bu ayrıcalıklara göre bu şahıslar ve guruplar “kendi otoritelerinin geçerli olduğu alanların sınırları dahilinde devletin hukuki yetkilerini kullanabilirler”. Roma İmparatorluğu’ndan gelen bu yetki devri usulüne göre, bu ayrıcalıklar önce kiliseye, sonra feodal beylere ve daha sonra da serbest şehirlere (kentlere), belediyelere tanınmıştır. Devlet tarafından meşru olarak kabul edilen bu birimlerin örgütlenmek, kendi kanunlarını çıkarmak, pazar mekanizmasına devleti müdahale ettirmemek gibi ayrıcalıkları vardır”[16]. İşte bütün meselenin özü burada! Osmanlı neden kapitalizme geçemedi, neden kendini üretemedi sorusunun cevabı da burada!

Bu konuyu daha önce incelediğimiz için daha fazla uzatmayacağız. Sadece bazı noktaların altını çizmemiz gerekiyor o kadar:

Cermenlerin “Lehswesen”inin ve bu temel üzerinde gelişen feodalizmin, Roma-Cermen etkileşmesinin ürünü olduğunu söylemiştik. Bu etkileşmenin Roma ayağındaki devlet kilise ikiliği, kilisenin, Roma devleti içinde, özerk-bağımsız bir kurum olarak varlığını kabul ettirmiş olması çok önemlidir. Aynı kilise, Cermen barbarları arasında da etkin bir güç haline geldiğinden, Cermenler Roma’yı fethettikten sonra kiliseye dokunmadılar. Bütün mal ve mülküyle (ki bu muazzam miktarları buluyordu) kilise başlıbaşına bir varlık olarak ortadaydı. Ruhunu kilise aracılığıyla Hıristiyanlığa kaptırmış bulunan Cermen fatihler, kiliseyi özerk bir kurum olarak tanımak zorunda kaldılar. Böylece, kilisenin varlığı, daha işin başında bir “ikinci yapı” olarak yeni oluşan Roma-Cermen İmparatorluğunun toplumsal DNA larına (bilgi temeline) girmiş oluyordu. Ama iş burada kalmadı. Yeni kurulan devletin yapısındaki bu ikilik ve Kral-Kilise rekabeti, bundan sonra olacak diğer bütün gelişmeleri de etkiledi. Başlangıç döneminde Osmanlının Dirlik Düzeni’ni andıran Cermen “Lehnswesen”inin en büyük farklılığı, Osmanlı’da Dirlikçinin-Sipahi’nin hiçbir bağımsız tüzel kişiliği bulunmayan bir devlet memuru olmasına karşılık, Batı’da bunun karşılığı olan “Vasall”ın (“Kronvasall”), kendisine bırakılan sınırlar dahilinde, belirli bir tüzel kişiliği olan, kendi adalet sistemine sahip, kendi kendini yöneten, gümrük vergileri koyabilen otonom bir güç olmasıdır. Kral-kilise çatışmasını fırsat bilen ve bu çatışmada krala karşı kiliseyi bir denge unsuru olarak kullanan Vasallar, sistem içinde kendi varlıklarını kabul ettirmeyi bilmişlerdir.

“İkinci yapıların Osmanlı İmparatorluğu’nda bir rol oynamamış olması bir raslantı değildir. Daha bilinmeyen ve araştırılması gereken bir sebepten dolayı88, bütün Ortadoğu’da ve bu arada İslami toplumlarda siyasi iktidarların “ikincil yapıları” tek başına meşru ve kuvvetli organizmalar olarak kabul etmediğini görmekteyiz. Bu özellik bilhassa şehirlerin örgütlenmesinde gözükmektedir. Şehir, Ortadoğu’da, Batı’da olduğu gibi bağımsız, siyasi bir güce sahip, kendi kanunlarını çıkaran ve özel mahkemeleri olan bir birim değildir89..İslam toplumlarında tüzel kişiliğe hiçbir zaman Roma’da tanındığı kadar geniş bir örgütlenme, meşruiyet ve hareket serbestisi tanınmamıştır. Tüzel kişiliğin gelişmemiş olması, insanların toplum hayatında, etrafında toplanıp kendi maksatları için büyük bir serbestlikle kullanabilecekleri kuruluşların olmayışı, diğer taraftan, dinsel bir örgütlenme ilkesinin zaten toplumun yapı unsurunda yer almış olması, İslami toplumlara çok özel bir şekil vermiştir..Devletle fert arasında “ikincil yapılar” bir tampon vazifesi göremeyince, ferdin bunların yerine geçecek bir sığınak araması gerekir. Batı’da “ikincil yapıların” yerine getirdikleri bu koruma fonksiyonunu, Doğu’da, bir taraftan “ümmet” yapısı, diğer taraftan da “ümmet” yapısına bağlı olarak, “tarikat” yapısı görmektedir”[16].

Bu konuyu da daha önce inceledik. Gene bir hatırlatma yaparsak, İslamiyet yukarı barbarlığın kahramanlık çağının ürünüdür. Ve sadece bir din değildir. İslam devletinin kuruluş ideolojisidir. Dünya ticaret yollarının bir yanda Roma, diğer yanda da Persler tarafından tutulmuş bulunduğu bir ortamda, var olabilmek için kendine yol açmak zorundadır İslam. Bu da onu fetihçi yapar. İslamiyetin bu fetihçi-Cihad ideolojisiyle, orta barbarlığın kahramanlık çağında bulunan Türklerin fetihçiliği arasında tam bir paralellik bulunur. Zaten, İslam Türk birliğinin belki de en önemli nedeni, bunların dünya görüşleri arasındaki bu paralelliktir.

Hıristiyanlık ise, Roma işgali altındaki topraklarda doğduğu için, tamamen farklı bir stratejiye sahiptir. Hıristiyanlıkta cihad-gaza yoktur. Fetihçilik yoktur. O, egemen bir devlete karşı, yüzyıllarca kendini kabul ettirme mücadelesi vererek geliştiği için “bu dünyanın” egemen güçlerine karşı siyasi bir rakip olarak ortaya çıkmamıştır, çıkamamıştır. O, daha çok, “öbür dünyayı” gündeme getirerek (bahane ederek), dolayılı bir şekilde, bu dünyadaki adaleti, eşitliği sağlamaya çalışmıştır. Siyasetin içindedir, ama siyasetle, bu dünya işleriyle pek fazla ilgilenmez görünür. Bu, onun varoluş biçiminden kaynaklanan, en temel özelliğidir. Bu dünyanın egemenlerini kardeşlik ve öbür dünya kozunu oynayarak dize getirmeye çalışır ve sonunda da bunda başarılı olur. Bu başarı onun, bağımsız otonom bir kurum olarak kabulünü de beraberinde getirir.

Roma Medeniyetiyle Hıristiyanlığın etkileşmesine gelince; bu da gene bir tür tarihsel devrim olayıdır. Ne, etkileşme öncesi Roma etkileşme sonrasındaki Romayla aynıdır, ne de Hıristiyanlık. Her iki taraf açısından da bir durumdan başka bir duruma geçilmiştir. Roma Hıristiyanlık etkileşmesi sonucunda ortaya çıkan “Roma”, bir tarihsel devrimden çıkmış yeni bir yapı gibidir. Hıristiyanlığın bu yeni Roma’ya en büyük armağanı ise, kendi varlığıyla birlikte, “ikincil yapılar” olur. Sistemin toplumsal DNA larına kazınır bu bilgi.

“Müslümanlıktaki “cemaat” anlayışı, Batı Avrupa’daki “ikincil yapıların” yerine geçen yapısal bir unsurdur. Kişi, belirli bir kuruluşun ayrıcalıkları arasına saklanacağına; cemaat içinde, birincil ilişkilere benzer, doğrudan duygusal bağların mevcudiyetinden destek bulur.. Din, burada, “ikinci yapılardaki” tüzel kişiliğin fonksiyonunu yerine getirir. Din, sığınılacak, kendinden kuvvet alınacak, meşru toplum eyleminin yapılarını tanımlayacak olan, koruyucu bir zırhtır..Dinin hem genel toplum kılavuzu rolü, hem bilgisel fonksiyonu Batı’daki toplumlardan daha gelişmiştir. Batı’da burjuvaların din dışı (secular) ideolojileri, çıkarlarının korunmasını sağlayan mythos’ları, eninde sonunda dinsel fikirlerle çatışır. Aydınlanma devrinin felsefesi bunun tipik bir örneğidir. Müslüman toplumunda ise rakip ideolojiler hemen hemen yoktur. Hemen hemen diyorum, çünkü devletin korunması ideolojisi bir dereceye kadar bağımsız bir ideolojik küme olarak çalışır”.

“Dinin İslam toplumunda ifa ettiği fonksiyonun en soyut ve sembolik, başka bir ifade ile ideolojik şekli, müminin kendini Allah’a tümüyle teslimiyeti fikrinde belirir. Bu teslimiyetin özel bir şekli insanın Şeriat’e teslimiyetidir. Teşekkül eden cemaatin başında bir idareci değil, Allah’ın kendisi mevcuttur. İslamiyeti kabul eden bir kabile başkanı Peygamber’e, “sen hükümdarımızsın” dediği zaman, Peygamber ona, “Hükümdar Allah’tır, ben değil” cevabını vermiştir”. İslamiyet, Allah’ın dolaysız idaresi, milletin üzerine gözlerini diken ilahın hükümranlığıdır. Diğer toplumlarda civitas, polis, devlet olarak bilinen birlik ve düzen ilkesi, İslamda Allah tarafından temsil edilir. Allah, ortak yarar uğruna çalışan en üst kuvvetin adıdır. Böylece, kamu hazinesi “Allah’ın hazinesi”, ordu “Allah’ın ordusu”, hatta, kamu görevlileri bile “Allah’ın memurlarıdır”[16].

Bu kadarı yeter! Olay apaçık ortada! Sınıflı topluma geçişin, yeni denge durumunun-düzenin bilgisi olarak doğan İslam dini, aynı zamanda da bir kahramanlık çağı ideolojisi olarak, bir devlet ideolojisidir. Bu iki süreç bir ve aynı şey haline gelmiştir İslam’da. Bu nedenle, yeni denge durumunu-düzeni temsil eden örgüt, yani devlet, doğal olarak, sistem merkezinde bulunan Allahın temsilcisi rolünü üstlenir. Allah ise, sadece mülkün, yani toprakların ve diğer üretim araçlarının gerçek sahibi değildir, o, aynı zamanda, bütün sistemin, toplumun ve insanların da sahibidir...

Bu “temsil” ve “sahip olma” kavramları kadar tehlikeli kavram yoktur insanlık tarihinde! Bu kavramların İslamın kuruluş dönemlerindeki anlamıyla, daha sonraki dönemde kazandıkları anlam arasındaki fark o kadar büyüktür ki, bunu, birey olarak kendi varlıklarını, sistem merkezindeki sıfır noktasının “varlığında” erimiş-“yok olmuş” kabul eden ülkücü Hulafa-i Radid’in dönemi insanlarıyla, daha sonraki Muaviyeler, Yezidler, Sultanlar, Padişahlar arasındaki farkla mukayese edebilirsiniz! Birisi, “herşey Allah’ındır, Allah’tandır, insanların varlığı izafidir” derken, toplumun varlığının sistem merkezindeki sıfır noktasında oluştuğunu anlatmak istiyor. Yani, ona göre, koordinat sisteminin merkezi sistemin merkezindeki sıfır noktasıdır. Tabi o bunu, bilimsel olarak değil, dinsel bir biçimde, metafizik yöntemlerle ifade ediyor. Diğeri ise, sınıflı toplumun birey’i. Onun koordinat sisteminin merkezi kendisi-birey-. O, kendi varlığını toplumsal varlıkla birlikte üretmiyor, toplumun varlığında yok olan bir bilince sahip değil. Birey olarak “kendinde şey” o! Bu yüzden de, din kurucunun sistem anlayışını, kendi bireyci anlayışına tercüme ederek anlıyor ve böyle uyguluyor : Toplumun, devletin gerçek sahibi Allah değil mi? Evet! Sultan da Allah’ı temsil etmiyor mu? Elbette! O halde, Sultan’ın ağzından çıkan Allah’ın sözüdür! Kişinin tanrılaşması böyle oluyor işte! Ve bu mantık, bu anlayış, Osmanlı’nın devlet anlayışıyla, fetihçi dünya görüşüyle tam bir uyum içinde. Yoksa Osmanlı, İslamın her dediğini yapan, körü kürüne dinci bir din devleti falan değil! Osmanlı, işine geldiği yerde ve geldiği kadar kullanıyor İslam’ı. Ama bunu da öyle mekanik olarak yapmıyor! İslamın Türklerle etkileşmesi böyle bir sentez oluşturuyor. Osmanlı budur. Yoksa, Osmanlı Devleti bir Şeriat devleti falan değildir! O, kendine özgü bir “İbni Haldun Devlet’idir”! Devlet herşeydir Osmanlı için. Onun içindir ki, zor durumda kaldımıydı ya, “Devlet başa kuzgun leşe” diye düşünür! “Devlet için” yapılan herşey mübahtır Osmanlı’da!..



Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   85   86   87   88   89   90   91   92   ...   133




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin