Sürecin diyalektiğini şöyle formüle edelim: Batıcı Yöneticiler, kendilerine uygun yeni bir Yönetilenler tabanı yaratmak için yeni sivil toplum kurumları oluşturarak Yönetilenleri etkiliyorlar. Yönetilenler ise, bu etkileşme ortamının içinden (Merkez-Çevre çatışmasının içinden) yeni bir sentezin ortaya çıkması için sistemin ana rahmi rolünü oynuyorlar. Sonuç, Anadolu kapitalizmine temel teşkil edecek Anadolu sivil toplumunun ortaya çıkışıdır. Olayı daha açık hale getirebilmek için şekli hemen önümüze alalım:
Batıcı yönetici sınıf, bir tür “devlet kapitalizmi”yle birlikte, devlete bağlı “devletçi burjuvalardan” oluşan bir “kapitalizm” yaratmak istiyor aslında. Kendileri devletçi-bürokrat “burjuva”lar olacaklar (burjuva rolünü oynayan bürokratlar), bunun yanı sıra, gene devlete bağlı bazı burjuvalara da “kapitalist” olma izni verilecek, halk da, kuzu kuzu, devlete ait bu işyerlerinde, ya da “devletçi burjuvaların” “özel işletmelerinde” çalışan-üreten devletin “işçileri” olacak (işçi rolündeki Reaya’lar yani!)! Proje bu! Şöyle gösterelim:
Jön Türklerden Kemalistlere kadar bütün Batıcı Yönetici sınıf unsurlarının devlet anlayışı aslında Osmanlının devlet anlayışıdır. Yönetilenler gene bir sürü’dür (Reaya) bu anlayışın içinde. Ama Yönetenler “Batıcı” oldukları için, yani “Batıcılık” adı altında yeni bir elbise giydikleri için, aynı elbiseden Yönetilenlere de giydirerek, onların da kendileri gibi Devletçi-Batıcı “İşçi”, Devletçi-Batıcı “Tüccar”, Devletçi-Batıcı “Burjuva” vs. olmalarını istiyorlar! Yani, devletin esas yapısı bozulmadan herşey yeni bir biçim altında sürüp gidecek! Batıcı dünya görüşünün ve ikiyüz yıldır uygulanan buna uygun senaryoların esası budur. Sonuçlar ise apayrı.
Batı’dan aktararak o kadar modern yasalar çıkarıyorlar, medeni kanunlar, sendikalar kanunu, işçi haklarıyla ilgili düzenlemeler, 1960 Anayasası, “köylü efendimizdir” ilanı aşkları vs. ama bu “nankör”, “bu cahil”, bu “göbeğini kaşıyan halk”102 “bunları takdir etmesini bilmiyor” bir türlü ve gidip gene de o “gericileri” destekliyor, onlara oy veriyor! Yönetilenler, yani Çevre, yani halk, Yönetenlerin kendilerine biçtiği yeni elbiseyi giymek yerine, bu kez, Yönetenler-Yönetilenler, ya da Merkez-Çevre çelişkisiyle hareket ederek, kendi içinde, sistemin diyalektik inkârını yaratacak olan sivil toplum unsurlarını besliyorlar-yetiştiriyorlar. Yeni bir biçim altında Yönetenlere kulluk yapmak yerine, bu kez yeni bir sentezin yaratılmasında sistemin ana rahmi rolünü oynuyorlar. Batıcı asker sivil “ilerici aydınlarımızın” hiçbir zaman anlayamayacakları diyalektik gizlidir bunun altında! Yönetilenlerin Yönetenlere verdikleri cevap, alışılagelenin, “olması gerekenin”-“şimdiye kadar olanın” çok ötesindeydi bu sefer! Çünkü artık, arada sırada isyan etseler, yakıp yıksalar da, gene de “devlet babaya” toz kondurmayan o eski Yönetilenler gitmiş, onların yerine, tercihinini modern sivil toplumdan yana kullanan yeni tip insanlar türemişti.103 Peki ama bu noktaya nasıl gelinmişti?
OSMANLI’DA KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ
Şimdi tekrar Şerif Mardin’e dönüyoruz. İşin biraz ayrıntılarına girelim:
“Avrupa’da ticaret gelişirken, büyük ticari örgütler teşekkül ederken, Osmanlı İmparatorlu-ğu’nda iç ve dış ticaret önemini kaybetmişti. Avrupa 18. asrın sonlarından itibaren endüstri devrimi adını verdiğimiz bir oluşun içine girmişken, Osmanlı İmparatorluğu’nda aksine mevcut mamul eşya yapan iptidai müesseseler bile zamanla ortadan kalkmıştı. Osmanlı İmparatorluğu böylece yalnız hammadde kaynağı olarak fonksiyon görüyordu”[16].
Bütün bunları Namık Kemal de şöyle ifade ediyor: “Bir fabrikamız yok. Mülkümüzde san’at ne ileri gider? Bir şirket tesisine muvaffak olamadık. Ticaret böyle mi terakki bulur? Bir Müslüman bankası var mı? Beynimizde servet nasıl vücuda gelir? İyice bilmeliyiz ki, biz halâ, ecdadımız olan abalı kabalı Türklerin, mevki gibi, ahlâk gibi elimize geçen mirasları sayesinde yaşıyoruz”[16].
Olay açık, fazla uzatmaya hiç gerek yok! Osmanlı toplumu, üretime yönelik olarak örgütlenmiş bir sistem değildi! Osmanlı için ticaret küçümsenecek bir işti, ancak gayrı müslimlerin uğraşı olabilirdi! Toprakta çalışmak, üretmek ancak ikinci sınıf insanların, Reaya’nın işiydi! Büyük toprak sahibi olarak zengin olmanın yolu kapalıydı, çünkü Batıdaki anlamda özel mülkiyet yoktu! Esnafın durumunu da gördük! Ne kalıyordu geriye? Sistem kendi kendini bitiripte, “kurtuluş” için, denize düşenin yılana sarılması gibi “Batılılaşma”ya sarılınınca, o Batı da, sadece yenilikler olarak girmedi Osmanlıya, emperyalist bir güç olarak da girdi. Ve “yerli sanayi” diye, kırık dökük ne varsa onu da temizledi, yok etti. Osmanlıyı kendi ürünleri için bir pazar haline soktu. Bir de tabi, hammadde kaynağı. Kapitülasyonlar da buna eklenince, Osmanlı Batı’nın bir yarı-sömürgesi haline geldi.
EMPERYALİZM KAPİTALİZMİ GELİŞTİRİR Mİ
Şimdiye kadar, “Batılılaşma” düşüncesinin, ve bir ideoloji haline gelen Batıcılığın daha çok “Devleti kurtarma” fikrinden yola çıkılarak benimsendiği üzerinde durduk. Ama onun bir de, emperyalist kültürün, yaşam tarzının Osmanlının içindeki uzantısı olma yönü vardır. En azından geniş halk kitlelerinin gözünde böyledir bu. Halk, yani Yönetilenler açısından, “Devleti kurtarmak” için Batıcılık yapanlarla, Batı hayranlığından-işbirlikçiliğinden dolayı Batıcı olanlar arasında bir fark yoktur. Bunların her ikisi de Devlete, Devlet Sınıfına ait şeylerdir. Bu nedenle de, Devlet kadar halkın karşısındadırlar! Ama burada bizim için önemli olan şudur: Nasıl ki “Devlet kurtarıcı” Batıcılık, zamanla, kendi antitezi olarak bir sivil toplumun oluşmasına yol açtıysa, aynı şekilde, emperyalist Batılı güçlerle işbirliği yapanlar da, yani işbirlikçilik de, zamanla, kendi zıttına dönüşmüş, Osmanlı’da sivil toplumun-kapitalizmin gelişmesine yardımcı olmuştur.
Emperyalizm, yani sömürgecilik kapitalizmi geliştirir mi? Burada sömürgeciliğe methiye düzecek halimiz yok! Adı üstünde, emperyalistler hiçbir zaman bir ülkede kendilerine rakip olacak yerli-ulusal bir kapitalizmin gelişmesini istemezler. Bu açık! Onların istediği, ülkeyi bir sömürge olarak tutmak, kullanmaktır. Ülkenin hammaddelerini ucuza kapatacaklar, kendi ülkelerinde bunu ürün haline dönüştürerek sonra da sömürgelere pahalıya satacaklardır. Eski emperyalist sömürge mantığı budur104. Ama, tıpkı bizim Batıcı Devlet Sınıfının, hiç istemediği (ve hesapta da olmadığı) halde, kendi inkârı olarak bir sivil toplumu, Anadolu kapitalizmi potansiyelini yaratması gibi, emperyalistler de, zamanla, sömürge ülkelerde kendi diyalektik zıtları olarak yerli milli bir kapitalizm potansiyelinin oluşmasına yol açarlar; en azından istemeden buna yardımcı olurlar. Nasıl?
Emperyalistler, kendi mamul maddelerini satabilmek için, herşeyden önce bir pazar yaratmak, ya da varolan pazarı geliştirmek zorundadırlar. Bunun için de, insanları biribirine ve pazara yaklaştıracak-bağlayacak bazı yolların yapılması, asgari haberleşme olanaklarının bulunması gerekir. Bu arada, bütün bu gelişmelere bağlı olarak bir de, alıcıyla satıcı arasında “işbirlikçi”de olsa yerli bir tüccar sınıfı doğmaya başlar. Ama bu süreç tek yanlı işlemez. İnsanların yabancı malları alabilmeleri için ellerinde para olması gerekir. Bunun için kendi ürünlerini de bu pazarda satabilmeleri gerekecektir. Yani pazar, piyasa denilen olay, onun yaratılmasında rol oynayan emperyalistlerin istekleri doğrultusunda tek yönlü olarak işlemez. Sen yol yaparsın kendi malını satabilmek için, o yoldan köylü de gider pazara, o da kendi ürününü satar. Sen işbirlikçi tüccarını korumak için ona mülkiyet hakkı alırsın, birsürü yasaları çıkarttırırsın, aynı mülkiyet hakkı, aynı yasalar büyük toprak sahiplerinin, yerli-milli tüccarların doğuşuna da yol açar. Ve öyle olur ki, zamanla ülkede bir sivil toplum, bir kapitalistleşme potansiyeli oluşur. Feodaller de kentleri kurarken kendilerine bağlı yeni bir sömürü-gelir kaynağı yaratmayı düşünmüyorlar mıydı! Buna benzer bir şekilde, bu durumda da aynı rolü emperyalistler ve onların işbirlikçileri oynarlar. Pazar bilinciyle birlikte bir ulusal bilinç de gelişmeye başlar, sivil toplum böyle ortaya çıkar.
Dostları ilə paylaş: |