PAZAR MEKANİZMASININ GELİŞİMİ, EŞRAFIN YENİ ROLÜ VE DEVLET
“19.yy’ın sonunda, piyasa malları, Anadolu’nun daha fazla gelişmiş bazı bölgelerine girmeye başladı. Her çeşit ve her kökenden eşraf, ekonomik işlere gittikçe daha fazla ilgi duymaya başladığından, yerel eşrafın daha önceki etki temeli de yavaş yavaş değişime uğradı. Bu bakımdan, taşra çevresinin üst katmanı, birlik olmasa da, bir tekdüzelik edinmeye başladı. Bu tekdüzeliğin bir yüzü, eşrafın etkinliğinin yeni odak noktasıydı, öteki yüzü ise, karşıt gücün (devlet) yeniden her yerde ortaya çıkması oldu. Yani devlet çevreye daha derinlemesine girmeye başlamıştı. Bu gelişmeler, daha önceki çatışmanın ögelerini kapsayan bir yeni karşı karşıya gelme içinde, tarafları merkez-çevre kopukluğu içine yerleştirdi, ama bu çatışmanın niteliğini de bir ölçüde dönüşüme uğratarak”.
“Eşraf bakımından bu dönüşüm, koruyuculuğun işlemeye başladığı yeni alan içinde yoğunlaştı. Koruyuculuk, ya da, koruma ve korunan ilişkileri, çoktandır Osmanlı siyasasının içine sızmıştı; ama 19. yy’ın yarısından sonra gerçekleşen yapısal dönüşümler tüm görüntüyü değiştirdi. Örneğin, Osmanlı, uyruklarını yurttaş yapmak için, onlara yeni yükümlülükler (vergiler, askerlik hizmeti, çeşitli tescil kuralları) kabul ettirerek, ve tabi yeni yararlar da sağlayarak (yollar, adaletin kurala bağlanması, toprak tescili), devleti çevreye yaklaştırma konusunda 19.yy’daki reformcu mimarların gösterdiği kararlılıkla, çevredeki bireylerin yönetim ve adalet süreci ile daha yakın ilişki içine girmelerini sağladı. Bu merkezci yönetim sisteminin (1864’te uygulanmaya başlanmıştır) çevreye yavaş yavaş sızmasından önce eşraf, yerel valilerle birlikte çalışan yerel olarak seçilmiş kurullar aracılığıyla, yönetime bir hareket iletim kuşağı gibi hizmet ediyordu. Zamanla değişikliğe uğramasına rağmen bu rol, 19.yy boyunca devam etti ve böylece eşraf, alt sınıflar (köylüler) ile resmi görevliler arasında daha apaçık görünen bir eklem haline geldi”.
“Devletin ekonomi üzerinde halâ sürdürdüğü denetimden ötürü eşrafın ekonomik alandaki yeni etkinlikleri, bu etkinliklerin önem kazandığı yerlerde, eşraf ile resmi görevliler arasında bir ikinci bağın kurulmasına yol açtı. Ayrıca Osmanlı yönetim sisteminde, 1876 dan sonra görev yerlerinin sayısı önemli ölçüde arttığı için, orta ve aşağı dereceden memurlar, paralarını düzensiz bir biçimde alıyorlardı. Böylece eşraf, resmi görevlilerle bir ortakyaşarlık ilişkisine girdi ve rüşvet verme yeni boyutlar kazandı. Bu, eşrafın koruduğu kişilere hizmet sağlaması zorunluğundan olduğu kadar, kendi çıkarını geliştirmesi zorunluğundan da doğuyordu. Bu yeni eşraf katmanı arasında, taşra din adamları da sayılabilir. Bunların çoğu, mülk sahibiydi ve yerel etkili kişiler arasında yer alıyorlardı. Ama alt sınıflar üzerindeki etkileri ve dayanakları din ve eğitimle uğraşmalarının sonucuydu. Gittikçe güçlenen laikleşme hareketi karşısında bu din adamları çevre ile daha açık bir biçimde yakın ilişki kurdular”.
“Jön Türk devriminin 1908’de başarı kazanmasıyla eşraf, Osmanlı siyasal partilerinin saflarında ve mecliste görünmeye başladı. Etkilerini izleyebileceğimiz her yerde bunların yönetimde merkezilikten kurtulmayı ve kültür üzerinde yerel denetimi savunduklarını görüyoruz..Güçlü eşrafla uzlaşmak zorunda kalmasına rağmen Osmanlı devlet adamı, onların gerçek özerklik kazanmasını benimseyemiyordu. Geleneksel bürokratın düşünüş ve davranış tarzının özüydü bu. Ama 19.yy da Türkiye’de bürokrasi de değişim geçiriyordu. Bu yy’ın sonlarında Osmanlı bürokrasisinin mirasa dayanan, ya da Padişah kökenli diyebileceğimiz özellikleri, bir akılcı bürokrasiye yerini bırakıyordu”[16].
Devlet sınıfı içinde oluşan “Batıcı” reformcu kanat, kendine kitle temeli yaratmak için, önce eğitimden işe başlıyor. Yeni kadrolar yetiştiriliyor. Devletin uyruklarını vatandaş haline getirmek için, Devletle birey arasında yeni tipte ilişkiler geliştirilmeye çalışılıyor. Yeni kurumlar oluşturuluyor. Amaçları, daha önce de belirttiğimiz gibi, eski yapı üzerinde, onu değiştirmeden düzeltmeler yaparak “yeni” tipte bir toplum yaratmak; “Batıcı, modern, çağdaş” bir Devlet Sınıfı ve buna bağlı olarak da, yeni tipte bir “vatandaş” kitlesi yaratmaktı! Ama bu arada bir de eşraf vardı ortada! Hem ondan vazgeçemiyorlar, vatandaşla devlet arasında onu bir tür bağlantı kayışı gibi kullanmak istiyorlardı, hem de ondan ürküyorlar, onun kendilerinden bağımsız, mahalli bir güç olarak ortaya çıkmasını istemiyorlardı. Eşraf da uyanıktı ama! O da, hem Devletle birlikte çalışıyordu (başka türlü varolamazdı çünkü), ama hem de aynı zamanda, rüşvet yoluyla mahalli memurları satın alarak kendi etkinlik alanını genişletmeye çalışıyordu. Burada rüşvetin çok önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Sivil toplumun oluşmasında, merkeze, Devlete karşı savaşta, Osmanlı-Türk usulü bir mücadele yöntemi olarak ortaya çıkıyor rüşvet! Batı’da kentler ve burjuvazi, feodallere karşı açıktan savaşarak kendilerini kabul ettirmişlerdi. Ama onların belirli bir tüzel kişiliği vardı. Yani onlar bir taraftı. Osmanlı’da ve Türkiye’de ise, Devlet buna olanak vermediği için, kendini kabul ettirme sürecinde, burjuvalaşma sürecinde rüşvet devreye giriyor ve eşraf, savaşamadığı Devleti adım adım kemirerek, satın alarak kendi alanını genişletiyor105.
İTTİHAT TERAKKİ VE SAVAŞA GİREREK DEVLETİ KURTARMA
“Okul görmüş yeni bürokratların Sultanla aralarının açık olmasının bir başka nedeni de, bunların modern bir devlet kurma konusundaki sabırsızlıklarıydı. Sultanın, adım adım ilerlemeye dayanan ve kimi zaman da ürkekçe olan yaklaşımına oranla onlar ulus-devletin çok daha kısa zamanda kurulması gerektiğini düşünüyorlardı.106 Bu ulusçu bürokratların sabırsızlığının bir nedeni de, ulusalcı ideolojilerin Osmanlı İmparatorluğu içinde yayılmasıydı. Bu fikirler, resmi Osmanlı düşünce dünyasının bir bölümünü etkiledi ve daha önceki reformcularda görülmeyen bir ödün vermezlik yarattı. 1885 ten sonra başkentin modernci çevrelerinde etkili hale gelmiş olan ve bilimi hakikatin mihenk taşı olarak kabul eden “yeni bilim” görüşü bu davranışa çok iyi uyuyordu kuşkusuz. Böylece, Osmanlıların eski “din ve devleti koruma” sloganı, Jön Türklerin, “İttihat ve Terakki”nin (bilimi hakikatin mihenk taşı olarak kabul etme) sloganıyla cilalanıp parlatılmış olarak yeniden ortaya çıkıyordu. Jön Türk devriminden sonra Sultanı da sahneden uzaklaştıran bu yeni reformcular, taşra esnafını, geleneksel bürokratların ve hatta daha önceki reformcuların gördüğünden de daha kötü insanlar olarak görüyorlardı. Jön Türk meclisinde eşrafın merkeziyetçilikten kurtulmayı öngören ve daha az askeri denetimi amaçlayan yasa tasarıları, ayrılıkçı akımların gerçek bir tehdit gibi görünmeye başladığı sırada onları gerçekten kuşkulanılacak kimseler durumuna soktu”[16].107
Kapitalizm-sömürgecilik geliştikçe Osmanlıya bağlı topraklarda “milliyetçi” akımlar da gelişiyordu. Heryerde ayrılıkçı hareketler ortaya çıkmıştı. Osmanlı reformcuları, Batıcıları ise, hem kendilerini yeni bir dünyaya, “bilime bağlı olarak” görüyorlardı, ama hem de, bütün bu gelişmeleri, bunların altında yatan süreçleri tam olarak göremiyorlardı! Onların kafasında halâ, ulus devlet haline gelerek Osmanlı devletini kurtarmak düşüncesi yatıyordu. Kendi varlıklarını özgür bireyler olarak üretemiyorlardı. Halâ, Devlet varsa vardı herşey. Reformculuk, Batıcılık, bütün bunların hepsi Devletin varlığıyla birlikte anlam kazanan şeylerdi onlar için. Öyle ya, Devlet parçalandıktan sonra, Devleti kurtaramadıktan sonra, reformculuk neye yarayacaktı ki! Onlar reform olayını, ve ulus devlet haline gelmeyi, çağdışı “Devleti kurtarma” anlayışıyla birleştirerek, bu iki uzlaşmaz düşünceyi bir bütün haline getirerek benimsiyorlardı. Ve bu yüzden de acele ediyorlardı. İmparatorluk parçalanmadan, diğerlerinden daha önce davranıp, İmparatorluğun bütününde bir “reform” gerçekleştirerek, bir Osmanlılık bilinci yaratmaya, herkesi bunun içinde eriterek, parçalanmanın önünü bu şekilde kesmeye çalışıyorlardı108. Ama bu arada, İmparatorluğu birarada tutabilmek için büyük paylaşım savaşının içinde bir taraf olarak yer almak da lazımdı. Çünkü, parçalanarak yok olmaktansa, bir tarafın himayesine girerek, taraf olmanın verdiği güçle bütünü ayakta tutmak mümkün olabilirdi. Yani öyle, bir sivil toplum yaratmak, aşağıdan yukarıya üretici güçleri geliştirerek reformları hayata geçirmek falan yoktu kafalarında! Tam tersine, onlar için, Devletin parçalanmaya çalışıldığı böyle bir ortamda, “sivil toplum” demek içerden de “parçalanmak”, “ihanet” demekti! “Tam birliğe ihtiyaç duyulduğu anda” Devletin gücüne indirilen darbeydi bu! Devleti içerden çökertme girişimiydi. Bu yüzden de, azıcık palazlanan ve bir sivil toplum gücü haline gelmeye çalışan eşrafın karşısına dikilindi109.
İşte, İttihat ve Terakkicilerin, İmparatorluğu Almanya’nın yanında Birinci Dünya şavaşı’na sokuşlarının altında yatan düşünceler bunlardır: Bir an önce “reformları yapmak” gerekiyordu, ama ipin ucu da kaçmak üzereydi; ancak dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesine katılarak, bu şekilde parçalanmayı önlemek ve “Devleti kurtarmak” mümkündü! Başka yolu kalmamıştı. Dünyanın bu yeniden paylaşılması mücadelesinde, ancak Almanya saflarında savaşa girerek ve savaştan galip çıkarak Devleti kurtarmak mümkün olabilirdi! Böyle düşünüyordu İttihatçılar. Ya Devlet başta kalacaktı, ya da kuzgun leşte! Ve savaş kaybedildi. İttihat Terakki macerasıyla birlikte Osmanlı da bitti! Bitti mi gerçekten?
Dostları ilə paylaş: |