Toplumsal sistem gerçekliĞİ


KURTULUŞ SAVAŞI, YENİ DEVLET VE SİVİL TOPLUM



Yüklə 2,28 Mb.
səhifə95/133
tarix18.03.2018
ölçüsü2,28 Mb.
#45872
1   ...   91   92   93   94   95   96   97   98   ...   133

KURTULUŞ SAVAŞI, YENİ DEVLET VE SİVİL TOPLUM

Önümüzdeki tablo şudur: Osmanlı parçalanmıştır, elde sadece parçalar vardır. Bunlar da üç tanedir. Birincisi, Anadolu’nun Osmanlı artığı “Türk” “Yönetilenleri”, çeşitli nüanslarıyla geleneksel “İslamcı kesim”. İkincisi, Yönetilenlerin diğer bir kısmı olarak “Kürtler”. Üçüncüsü de, Osmanlının Yönetenlerinden-Osmanlı Devlet sınıfından arta kalan, Atatürk’ün önderli-ğindeki Batıcı, “asker sivil” kesim. Batılı emperyalist güçlerin dikte ettirdikleri çözüm ortadaydı: “Herkes kendi yolunda gitsin”! Bu ne demekti? Kürtler doğuda, Türkler de Orta Anadolu’da ayrı birer devlet kuracaklardı, geri kalan Anadolu da emperyalist güçler arasında paylaşılacaktı. Sevr anlaşmasının özü buydu.


Ne oldu sonra? Mustafa Kemal’in önderliğindeki Batıcı asker sivil zümre, Osmanlı devlet geleneğine, elindeki Osmanlı artığı örgütlü asker gücüne, tabi bir de uluslararası konjonktüre dayanarak, İslâmcı Anadolu halkının-Reaya’nın- diğer iki kesimini-Türkleri ve Kürtleri de biraraya getirerek, işgalci düşman kuvvetlerine karşı bir Kurtuluş Savaşı’nı örgütledi ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Olay budur.
Birincisi şu: Kurtuluş Savaşımız, kesinlikle bir “ulusal kurtuluş savaşı” falan değildir! Değildir, çünkü o dönemde, Osmanlı’nın içinde ulusal kurtuluş savaşı verecek kadar gelişmiş bir Türk-ya da Kürt- milli burjuvazisi-Türk ya da Kürt ulusu- diye birşey yoktu! Kurtuluş Savaşımız ve onun sonrasında kurulan Cumhuriyet, Osmanlıdan geri kalan bütün diri unsurların Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşan yeni durum karşısında yaşamı devam ettirmeye yönelik kollektif reaksiyonu-aksiyonudur. Başka alternatif olmadığı için yapılan bir uzlaşmayı temel alır, yani fiili bir durumdur. Yönetilenlerin Osmanlı Devlet sınıfı artıklarını dışlayarak tek başlarına bir devlet kurmaları söz konusu olamazdı! Çünkü onlar yüzyıllardır sadece güdülmeyi öğrenmişlerdi. Osmanlı sistemi kendi içinde kendi inkârını yaratarak kendini üretebilen bir sistem değildi. Yeni yeni gelişmeye başlayan Anadolu sivil toplumu ve eşraf da daha henüz öyle henüz daha yeni tipte bir örgütlenmeye öncülük edecek güçte falan değildi. Kürtler ise, bir Osmanlı tebaa’sı olarak, genellikle halâ aşiret ilişkileri içerisinde yaşıyorlardı; ayrı bir sivil toplum haline gelerek, bir ulusal bilinç geliştirme, ayrı bir ulus devlet kurma noktasında değildiler. Aslında bu dönemde Türkler ne kadar Türkseler, Kürtler de o kadar Kürttüler! Bu nedenle, onlar da bu uzlaşmanın içinde yer almışlar, Kurtuluş Savaşı’na katılmışlardır!
Bu dönemde ortaya çıkan ayaklanmalar, dışardan bakınca, daha çok Osmanlının içindeki geleneksel isyanlara benziyordu. Ama işin içinde bu kez dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesinde Osmanlı’nın parçalanması projesi vardı tabi. İngilizler de el altından bu tür isyanları destekliyorlardı. Hatta çoğunu bizzat kendileri örgütlüyorlardı.110 Dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesinde Osmanlı’nın yeri kalmamıştı artık. Bu nedenle, Osmanlı’dan geriye kalan güçler için, yaşamı devam ettirme mücadelesinde tek bir seçenek kalıyordu geriye: Bir Osmanlı Paşası olan Mustafa Kemal’in önderliğindeki, Osmanlı Devlet Sınıfı içinde yetişmiş, devlet ve devlet kurma geleneğine-bilgisine sahip, üstelik son yüz elli yıllık Batılılaşma sürecinin de ürünü olan kadronun bu işi örgütlemesi..Tek çözüm yolu bu idi, yaşamı devam ettirme mücadelesinde objektif durum bunu gerekli kılıyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna ilişkin tartışmalar (neden demokratik bir devlet olarak kurulmamışta, neden adına Türklerin ve Kürtlerin demokratik cumhuriyeti denmemişte vb.) günümüze ilişkin düşüncelerin duygusal projeksiyonlar şeklinde geçmişe uzatılmasıdır ve tarihi bu türden duygusal tepkilerle açıklama çabalarıdır. Önce şu gerçeği görelim, Türkiye Cumhuriyeti objektif bir durumdur-oluşumdur. Ve tarihte ne olmuşsa başka türlüsü olamayacağı için olmuştur. Bunun iyisi kötüsü tartışılmaz! Olan, objektif bir gerçek olarak ele alınır ve açıklanmaya çalışılır. Neden böyle olmuştur, nasıl olmuştur, bu devlet neden demokratik bir cumhuriyet olarak kurulamamıştır, Kürt sorunu o zaman neden “çözülememiştir”, Kemalist asker sivil kadronun dünya görüşü, devlet anlayışı vb. bunlar tartışılabilir. Bunun ötesinde şu da tartışılabilir: Denebilir ki, “aradan geçen seksen senenin de gösterdiği gibi, o zaman başka türlüsü olamayacağı için ortaya çıkan bu sistem kendini üretebilen bir sistem değildir, insanları zorla birarada tutan bir hapisanedir, bu yüzden de tarihin bu hatası düzeltilmelidir, bu hapisane parçalanmalıdır”! Bu bir görüştür. Adına “Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı” diyebileceğimiz bir görüştür. İçerde ve dışarda bu görüşü savunan birçok kişiler de vardır. Ama bu görüşün tartışılabilmesi için de önce olayın duygusal reaksiyon düzeyinden çıkarılıp bilimsel bir platformda ele alınması gerekir. Eğer tartışılacak olan şey sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini üretebilen bir sistem olup olmadığı ise, benim bu konudaki düşüncem açıktır: Bu çalışma boyunca açıklamaya çalıştığım gibi, Türkiye Cumhuriyeti hernekadar Osmanlının devamı olarak kurulmuşsa da, aradan geçen zaman içinde bu sistem bir biçimde kendi inkârını yaratmayı da başarmıştır ve bugün demokratik cumhuriyet haline dönüşme aşamasına gelmiştir. “Devlet düşmanlığıyla” Devletin diyalektik inkârını savunmak ayrı şeylerdir. Bu noktanın altını çizelim..
Evet, yeni devlet, batılılaşma konsepti içinde bir Osmanlı kolonisi111 olarak doğmuştur. Yani öyle hemen bir toplumsal DNA değişimi olayı falan söz konusu değildir burada! Devlet gene aynı Devletti, Devlet Sınıfı ve Yönetilenlerden oluşuyordu. Ama, batılılaşma yanlılarının yüzyılı aşkın süredir hayal ettikleri bir “yeniden doğuştu” bu tabi! Osmanlının, özünde değişmeden, yeni bir kimlikle yeniden doğuşuydu! Batılılaşma sürecinin, Batıcılık ideolojisinin kesin zaferiydi! Osmanlının toplumsal DNA’ları bundan böyle Batılı bir biçim içinde işlevini yerine getirecekti!.
“Özünde değişmeden” diyoruz, peki başka türlüsü mümkün müydü? Hayır değildi. Toplum ve devlet tarihsel olarak oluşan gerçekliklerdir. Tarihsel olarak oluşan toplumsal bir bilginin maddeleşmesidir bunlar. Toplumsal DNA-bilgi- dediğimiz şey, insanların kendi kendilerini üretmeleri süreci içinde oluşur ve ancak üretim süreci içinde, yeni üretim-varoluş ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla değişikliğe uğrayabilir . Bu nedenle, yeni devletin, Cumhuriyet’in, eskinin devamı olması doğaldır. Bu, Mustafa Kemal’in, yeni devleti örgütlemek için Anadolu’ya geçerken Sultan’ın bilgisi dahilinde hareket ediyor olması olayının da ötesinde, insanların iradelerinden bağımsız bir gerçektir. Her halukârda, Sultanın bilgisi dahilinde olsa da olmasa da, o ve beraberindekiler Osmanlı devlet geleneğinin-kültürünün birer taşıyıcısıydılar ve kurulacak yeni devlet de zorunlu olarak Osmanlının devamı olacaktı.
Burada tartışma konusu olan şey, bunun sanki böyle değilmiş gibi sunulmasından kaynaklanmaktadır! Yani, sanki gökten zembille inmişti bu yeni Devlet! Cumhuriyet kuşakları, kendi tarihleriyle bağlantıları kesilerek, bu bilinçle yetiştirildiler. Osmanlıyı kötüleyerek, onu yok sayarak Osmanlılıktan kurtulacağını sandı Cumhuriyetin yeni egemenleri. Geçmişlerini, geldikleri yeri inkâr ederek yeni bir kimliğe sahip olabileceklerini sandılar. Özünde değişmeden, tarihi reddetmek anlamında mekanik bir inkârın onları ve daha sonra ortaya çıkacak yeni nesilleri kişilik bunalımına sürükleyebileceğini göremediler.
İlk Meclis yeni devletin temelinde yatan uzlaşmayı yansıtır. Aşağı yukarı bütün kurucu unsurlar vardır onun içinde. Yani nisbeten demokratik bir oluşumu temsil eder. Ama bu durum uzun sürmez. Osmanlıdan miras kalan “parçalanma” korkusu ve “Devleti koruma” içgüdüsü yeni Devlet sınıfını da yönetmeye başlar.
“Türk Kurtuluş Savaşı sırasında (1920-1922) merkez-çevre ikiliği, ulusal direnme hareketinin yönetici organı olan Büyük Millet Meclisi’nde bir kez daha ortaya çıkar. Burada Kemalistler, görevlerinden alınmış memur sınıfı üyelerinin liderliğinde bulunan ve genellikle eşrafın partisi olan dağınık bir grupla mücadele etmek durumundadırlar. Bu grup, “ikinci grup” diye bilinir. Meclis’te, kendilerine daha büyük ve yeni biraraya gelmiş bir topluluğun da katılmasıyla daha sonra bunların sayısı artar. Bunlar, milletvekili seçimi, askerler, dinsel öğretim ve dinsel uygulama konularında çok ilginç bir dizi siyaset ileri sürüyorlardı. Seçimlerde milletvekili olarak adaylığını koyacak kişinin seçim bölgesinde beş yıl oturmasını istediler; askerleri denetim altına almaya çalıştılar ve jandarmaların halkı soyduğunu ileri sürerek jandarma kuvvetlerini İçişleri Bakanlığı’na bağlamaya çalıştılar, din okulları aracılığıyla eğitim yapmayı kuvvetle desteklediler, içki kullanımını yasaklayan bir yasa onaylattılar.. Her iki taraf da halk için çalıştığını ileri sürüyordu. Ama İkinci Grup için bu söz, merkeziyetçilikten kurtulma ve ekonomik liberalizm anlamını taşıyordu; Kemalistler için ise, plebisitçi demokrasi ve devletin “aradaki” grupları ortadan kaldırması gerektiği anlamına geliyordu”.
“Kurtuluş Savaşının bitmesi ve Kemalistlerin zafer kazanmasıyla siyasete el koymak daha kolaylaştı. İkna etmek için gözdağı vermeye başvurulduğu kadar, usta taktikler de kullanıldı. Kemalistlerin partisi olan Halk Partisi, üyelerini başarıyla disiplin altına aldı. Etkinlikleri 1925 teki Kürt ayaklanması ile aynı zamana rastlayan yeni bir parti (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) kurulunca, hükümete iki yıllık süre için geniş yetkiler tanıyan, Takriri Sükun Yasası kabul edildi. Yeni parti ile ayaklanma arasında bir ilinti olmadığı halde (yeni muhalefet merkeziyetçilikten kurtulma özlemlerini temsil ediyordu), yeni parti, dinsel gericilik ile ilintileri olduğu söylenilerek aynı yıl kapatıldı; gerçekten de ayaklanmanın ana tema’sı, Kürtlükten çok bu olmuştu”112.
“Bu partinin kapatılmasının temel amacı, siyasal rakipleri tasfiye etmek gibi görünmekle birlikte, kararın uygulanmasının hangi bağlam içinde gerçekleştirildiğini de vurgulamak gerekir. Kurtuluş Savaşı’ndan önce ve bu savaş sırasında görülen ve bir kâbusu andıran bölünmeler, sarsıcı etkiler yapmıştı ve Kürt ayaklanması bunları su yüzüne çıkardı”.
“Siyasal partileri, taşraları ve dinsel gericiliği biribirine bağlayan ikinci bir sarsılma da 1930 da ortaya çıktı. O sırada Kemalizme karşıt birçok gurubun kuvvetle desteklediği çok partili siyaset konusunda yapılan deney (Serbest Cumhuriyet Fırkası) Menemen kasabasında küçük “Patrona” tipinden bir ayaklanmayla sonuçlandı. Çevrenin temel yeri olan taşra, Cumhuriyetin laik amaçlarına hıyanetle bir kez daha özdeşleştirildi”.

“Atatürk’ün ölümünden sonra, 1946 da üçüncü kez önemli bir muhalefet partisi kurulduğunda, Halk Partisi’nin yaptığı uyarı karakteristiktir. “Destek bulmak için taşra kasabalarına, ya da köylerine gitmeyin; ulusal birliğimiz sabote edilmiş olur”[16].


Yeni devletin, Cumhuriyet’in, toplumsal DNA ları, yani yapısal özellikleri bakımından Osmanlının devamı olduğunu söylemiştik. Evet, eski Osmanlı teb’alarının çoğu ayrılıp gitmişlerdi. Cumhuriyet bunlardan kurtulmuştu bir yerde! Devleti “parçalanmaktan kurtarmak için” daha az neden kalmıştı! Ama, gene de sorun bitmedi! Bitmedi, çünkü sorun yapısaldı. Yapı modern değildi. Antika yapı muhafaza edilerek, bu yapıya uygun bir içerik oluşturulmaya çalışıldığından sorunlar bitmiyordu. Herşeyden önce Kürt meselesi vardı yeni devletin başında. Kapitalizmin az buçuk geliştiği, belirli bir ulusal bilince ulaşan bütün öteki halklar alıp başlarını gitmişlerdi; ama Kürtler duruyordu işte. Yeni devlet onları da içine alarak kurulmuştu. Nasıl çözecekti bu sorunu Cumhuriyet? Akla gelen ilk yöntem eski Osmanlı yöntemiydi. İsyanı bastırırsın, elebaşılarını asarsın, olay biter! İlerde gene sorun çıkarsa gene aynı yöntemleri uygularsın. Çünkü yapılabilecek başka birşey yoktu. Osmanlı artığı yapı başka bir çözümü kaldıramazdı.
Ama sorun sadece Kürtlerle de bitmiyordu. Osmanlının baş belası olan “İslâmcı çevre”de gene aynı çevre olarak yerinde duruyordu! Kısacası, bir avuç asker-sivil bürokratın dışında herkes potansiyel “düşmandı” bu devlete! Ve Devlet karar verdi: yeni bir teb’a (“memleket”) oluşturacaktı kendisine! Yani, yeni bir halk!. Tornadan çıkarılır gibi yeni nesiller türetilecek, amaca bu şekilde ulaşılacaktı!
Bu amaca ulaşmak için herşey yapıldı. Cumhuriyet’e yeni kuşaklar yetiştirmek için bütün eğitim sistemi ona göre düzenlendi. Devletin yarattığı bu akvaryumun içinde hayattan, kendi tarihinden kopuk bir nesil yetiştirilmeye çalışıldı.
“Cumhuriyetin resmi tutumu, Anadolu’nun dama tahtasına benzeyen yapısını, hiç sözünü etmeden reddetmekti. Cumhuriyet ideolojisinin benimsettirildiği kuşaklar da böylece, yerel, dinsel ve etnik grupları, Türkiye’nin karanlık çağlarından kalma gereksiz kalıntılar olarak görüp reddettiler. Karşılaştıklarında, birer kalıntı olarak davrandılar onlara. Böylece Merkez, Büyük Eşitleştirici rolünde Çevrenin yeniden karşısına çıktı, bu da merkezin kasvetli ve sert görünümünü bir kez daha sergiledi. Kemalist ideolojinin yalınkatlığı, bu gerçeklerin aydınlığında ele alınmalıdır. Atatürk, siyasal harekete geçirme yoluyla, ya da toplumsal yapıya ilişkin köklü değişiklikler aracılığıyla başaramadığı şeyi, ideoloji ile yapmaya çalışıyordu. İdeolojiye aktarılan çok ağır bir yüktü bu da. Zaten ayrılıkçı olarak kendisinden kuşku duyulan kırsal alan, bu siyasetlerle merkeze daha fazla yaklaştırılmış olmadı. Küçük, ama sürekli bir gelişme konusunda dikkate değer bir yatkınlık gösteren çevre, kentlerin refahının kendi sırtından sağlandığını, nutuklarla avutulduğunu, ama dinsel kültürünün mutluluğundan yoksun bırakıldığını görebiliyordu. Bundan ötürü yerel eşrafın, köylüyü elinden tutmasına ve devletin de çevrenin birliğini parçalayamamasına şaşmamak gerekir”.[16]

Yüklə 2,28 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   91   92   93   94   95   96   97   98   ...   133




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin