Sanat ve Estetik Anlayış
Tasavvuf, aynı zamanda çok büyük bir coğrafyanın
klasik dönem şiir anlayışlarını şekillendiren en önemli estetik
fenomenlerden biridir. Yayıldığı coğrafyalarda halkın her
kesiminden taraftarlar ve ilgililer bulan bu mistik cereyan bir
yandan renkli ve cazibeli dünyası ile entelektüel çevrelerde yankı
bulurken, diğer yanda da kendi müessese ve eğitim kurumlarında
daha çok didaktik hüviyeti ön planda olan bir edebî tarzın
oluşmasına vesile olmuştur.
Genellikle tekke ve çevresinde oluşan bu tasavvufî karakterli
Türk şiiri şairlerinin aynı asırlarda ve aynı coğrafyada yaşayan
diğer sanatkârlardan ayrılan en önemli özellikleri, kendi bediî
26
ihtiyaçlarını gidermekten ziyade tasavvufu anlatmak ve öğretmek
amacıyla şiir yazmalarıdır. Özellikle divan şairlerinde olan estetik
endişe ve sanat gösterisi kaygısı tekke şairleri için söz konusu
değildir.
Tasavvufî Türk şiiri; nazım şekli, nazım birimi ve vezin
açısından hem saz şiiri hem de divan şiiri ile ortaklıklar taşır.
Daha doğru bir ifade ile mutasavvıf şairler teknik bakımdan
belli kurallara uygunluktan ziyade samimiyetin peşindedirler.
Kullandıkları sade dil ile halkın büyük kesimini oluşturan orta ve
düşük tahsilli insanları hedef okuyucu kitlesi olarak belirlemişlerdir.
Okuyanın dikkatini ve gönlünü cezbetmek için kimi zaman
hece, kimi zaman aruz ve kimi zamansa aruza yakın hece vezni
kullanırlar. Cezbe halinde söylenilmiş ruhanî bir hava taşıyan bu
şiirlerde hece eksiklikleri, vezin aksaklıkları, kelime tekrarları vb.
teknik kusurlara rastlanılmasına rağmen, nasıl söylendiği değil
ne söylendiği ve niçin söylendiği önemsendiğinden halk arasında
kabul görür. Yazılan manzumeler tabiî bir yekparelik arz eder.
Mutasavvıfların şiirle olan yakınlıklarında Kur’an’ın önemli
bir etken olduğu söylenmişti. Onların şiir yazmak için ilk büyük
örnek telâkki ettikleri Kur’an-ı Kerim’de “Şairlere gelince, onlara
da sapıklar uyar” (Şuarâ 26/224) buyrulduğu hatırlanırsa, hem
sûfî şairlerin şiir anlayışı hem de onların yazdıklarına nasıl
yaklaşılması gerektiği daha açık görülebilir. Mutasavvıflar âdeta,
gönülden kabul ettikleri Tanrı inancını bildirmek ve yaymak
amacıyla yazdıkları manzumelerin şiir olmadığını, şiirin sanat
kaygısıyla ve malayani konularda yazılan mısralara deneceğini
düşünürler. Bu nedenle şiiri alabildiğine rahat ve kayıtsız
söylerler. Zira amaçlan, şiir yazmaktan çok meramlarını ifade
etmektir. Dolayısıyla tasavvufî şiir; kapılarını, teknik ve retorik
değerlendirmelerden ziyade tematik ve terminolojik yaklaşımlara
açar. Nitekim bu durum tasavvufun, hemen her şeyin içi, özü ve
manasıyla ilgilenen harcıâlem anlayışına da son derece uygundur.
Yine bu şiirin kendine mahsus bir lirizmi vardır. Divan
şiirindeki teslimiyet ve saz şiirindeki mağduriyetin yerini bu şiirde
çok hassas dengelerle birbirine bağlanmış olan tevekkül ve arayış
27
almıştır. İlâhî bir sevgi ve sevgilinin anlatıldığı manzumelerde,
âşık-maşuk resmiyetinden öte bir samimiyet hissedilir. Hatta kimi
türlerde bu samimiyet, diğer geleneklerde görülemeyecek bir
tarzda âşığın maşuka naz ve sitem etmesine dönüşür.
Anadolu’daki tasavvufî yapılanmanın gösterdiği gelişim
özellikleri tasavvufî şiir geleneğine de aynen yansımıştır. Şöhretli
bir pirin etrafında toplanan talebeler, son derece öznel ve
öğretici merkezli bir formasyon olan tasavvuf eğitimlerinden
sonra, pirlerinin geleneğini devam ettirirler. Bu anlayış şiir için
de geçerlidir. Zira şiir, tekkelerde sıradan bir edebî faaliyet değil,
aynı zamanda bir eğitim aracıdır. Şeyhler, eğitim sırasında daha
önceki mutasavvıfların şiirlerinden açıklama (şerh), benzerini
yazma (tanzir), belli bir makam dâhilinde okuma (gülbank, ayin)
vb. usullerle fiilen yararlandıkları gibi, aldıkları eğitimin bir gereği
olarak kendileri de şiir söylerler. Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî,
Eşrefoğlu Rumî ve Niyazî-i Mısrî gibi şöhret ve tesirleri tarikat
taassubunu aşmış olan mutasavvıfların şiirleri hemen bütün tekke
mensuplarınca bilinir ve okunur.
(Ömür Ceylan, Böyle Buyurdu Sûfî, s. 42-45 İstanbul, 2005)
|