Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti



Yüklə 2,2 Mb.
səhifə15/43
tarix26.10.2017
ölçüsü2,2 Mb.
#14113
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   43

Soğuk kış yelinde, ahırda, acı sabun köpüğü.

Alicik yirmi yaşma kadar böylece Selvi Ananın evine kaçtı geldi, kaçtı geldi. Selvi Ana onu azarlamadı, ona darılma-dı, küsmedi, her şeyi olağan kabul ediyordu. Bu çocuğun bir aradığı, bir derdi vardı ama, söylemiyordu. Belki derdini kendisi de bilmiyordu. Selvi Ana ona derdini bir kerecik olsun sormadı. Böyle kaçıp nereye gidiyor, nereden geliyorsun, demedi. Çocuk isterse, içinden gelirse yaşadıklarını, varsa dertlerini söylerdi. Söylemiyorsa kendi bileceği işti.

Alicik yirmi yaşındayken bir iyice yitti gitti, bir daha da dönmedi.

217

Yıllar sonra Alicik, çok güzel giyinmiş, cebinde para aoiu, yanında da güzel mi güzel, sarışın, mavi gözlü, sağlıklı bir göçmen kızıyla çıktı geldi. Gene o çınarın altına oturdu. Belini de ağacın kaim, üç adam elele tutuşsa çeviremez gövdesine dayadı. Karısı da onun yanına, çınarın altına, yeni, pırıl pırıl giyitleriy. le toprağın üstüne oturdu. Alicik böyle istiyordu. Şimdi görecekler onu, Selvi Anaya haber verecekler. Selvi Ana gene başıma gelen nedir bu keçelin elinden, diye koşarak gelecek. Gene kan, irin, yara, kurt, çapak, dökülen buruş buruş deri görecek.



«Ulan sen kimsin? Nerede Alicik?»

«Alicik benim Ana!»

Ana durup kalacak. Sevincinden iki gözü iki çeşme. Boynuna sarılacak. «Çok şükür, çok şükür,» diyecek. «Allahm bu güzel gününe de. Aliciğim adam olmuş, çok şükür.»

«Bu da avradım Ana.» .

Ana ona da sarılacak kucaklayacak, öpecek.

«İşte benim yiğit anam bu, kan. Biz taş deliğinden çıkmış

değiliz.»

Ana eve götürecek onları sevinç içinde. Güzel gözleri hep gülen, yumuşak, kaş altından hep bakıp gülerek, gözleriyle, beğendim gelini, beğendim, diyerek. Bir toy düğün gibi şölen çekerek. Bir koyun kurban ederek, koyunun kanını gelinle güveyin alınlarına çalarak. Ellerini kana bulayıp başparmağını çınarın köküne, gövdesine yapıştırarak...

«Sana bir saat, gümüş köstekli. Rahmetli babamdan kaldı. Sana da bir altın bilezik, beşibiryerde.»

Nasııl, benim kimsem yokmuymuş! Çınarın altında öğleye kadar beklediler, gözlerini Selvi Ananın konağına dikip. Sıcak çöktü. Ne gelen var, ne giden. Eskiden ne çok insan gelirdi çınara. Ne olmuş onlara, çocuklara? Çocuklar hiç eksik olmazlardı çınarın altından. Ayağa kalktı, bozulmuş, kırılmış-«Kalk avrat,» dedi, ölü bir sesle. Sesi toprakta yiterek, toprağa çökerek, bir tortu gibi. Korkarak avlu kapısını açtı. Nar ağacının altındaki mermer taş ağarıyordu sıcakta, güneşte. Nar ç>

218

çeKiermaen uguıtuıar geliyordu. Kanatlan titriyen arılar vızıldıyorlardı, yoğun. Tandırda bir kadın eğilip kalka kalka ekmek yapıştırıyordu. Alicik tandır kokusunu ciğerinde duydu. Çabuk çabuk yürüdüler tandırın oraya.



Alicik bağırır gibi, sesi çın çın, ölgün yaz öğlesinde... İçindeki küsüm büyüyerekten, acılı, korkak, ürkek belki de, gölgesi ayaklarının ucuna düşmüş, koyu. Toprağı oymuş. «Selvi Ana nerde, Selvi Ana?» Kadın şaşkın, azıcık doğrulmuş. Bu tandıra Selvi Anadan başka kimse ekmek vuramazdı. Güzel yüzü eğilip kalka kalka, ter içinde ışılayan. «Selvi Ana nerde, Selvi Ana.»

«Selvi Ana öldü.»

Yol tozukuyor, Garbi yeli. Kel Alicik, kostak kostak. Sanki kimse evlenmemiş, görgüsüz. Tabancasını çeker de adam ekmek yediği konağa kurşun sıkar mı? Ne kadar kurşunu varsa, insan ekmek yediği sofraya sıkar mı? Nankör, ekmeksiz. Sevincinden delirmiş. Gider de insan mezarlığa, at gibi koca mezarlığı koşarak, at gibi, koşu atı gibi, arkasından avradı, kızın dili bir karış dışarıda, yetiş yetişebilirsen kel görgüsüze, koşar mı? Sonra da gidip mezarlığın içinde, adam olan kendini yerden yere vurur mu?

Karanlık gecede çınann yapraklan durgun, kıpırtısız.

«Selvi Ana öldü.»

«Ne yapalım, gidelim avrat.»

«Ne dedi Mustafa Bey?»

«Güldü.»


«Başka bir şey demedi mi?».

«Çok çok güldükten, bir iyice kasıklarını tuta tuta güldükten sonra, beklerim dedi. Ömrü yeterse gelecek güze de, daha öteki, daha öteki güze de beklerim, dedi. Bir de gene çok güldü. Dedi ki söyle Dervişe, Bey demedi, o kadar korkmasın.»

«Başka?»

219


«Korkunun girdiği beden çürük ağaç gövdesinden Deter olur, çınar da olsa.» «Sen ne dedin?» «Sen bilirsin Mustafa Ağa, dedim, kimin nasıl kimden

korktuğunu.»

«Demek bekleyecek?»

«Bin yıl yaşasam da beklerim,» dedi. «Şu yeryüzünde kalmış tek düşmanımı bir kere olsun görmeden öteki dünyaya gitmeyeceğim. »

«Gidecek,» dedi Derviş Bey. «Çünkü güz gelmeden, o gidecek. Usandım, bıktım, yeter artık.»

«Yeter artık,» dedi sevinçle Alicik.

\

22

220



Sarı yağmur, güney yanı ışıklanarak, açılıp, turunculaşıp, solarak, ışık gibi bir yanı açılıp yıldırdayarak yağıyordu. Kara-kız Hatun yaşlı, büzülmüş, zayıf, iki elinin parmaklan biribiri-ne geçmiş, karnının üstünde, ak başörtüsü altındaki erkeksi kalın kaşları, iri ela gözleri büyüyerek, bir çizgi olmuş, buruş buruş dudaklarıyla sedirin üstüne oturmuş, yüzünü Anavarza kayalıklarına dikmiş öylecene duruyordu. îkide birde de ağıt söyler gibi sağma soluna ığranıyordu. ince sivri çenesi büyük ela gözlerini daha büyütüyor, ilk bakışta yalnız gözleri gözüküyordu. Ne yüzü, ne elleri, ne uzun boynu, ne yumulmuş gövdesi, gözleri açılmış kederli öfkeli ıslak, ipiltide ayna gibi, gözleri gözüküyordu. Kırpmadan, dimdik, özlemli bakıyordu.

Sarı balçık, sünger gibi, yapışmış, erimiş altın gibi, yeşil, yoğun mersin çalılarına, yapraklarına bulanmış, öfkede, ağıtta, hep gecede, tanyerleri ışırken, çığlıklarda, ölümde, sarı balçık-lardaki kanda, kurumuş otlarda mersin kokusu... Islak, kan köpüklü... Acı, kekremsi. Yoğun yeşili kekremsi.

Ve ağıt söylenirken, Murtaza Bey daha gömülmemiş, sapsarı ölüsü ak çarşafların, melefelerin altında... Sararmış, ince, uzun ayaklan, terlemiş. Kara, uzun, yeşile çalan saçları, ak, sarı bedenden, alından, melefeden dışarıya uğramış. Sallanan, o kadından o kadına geçen ağıt, durmayan, kısılmayan, çın çın

221


öten, sesten sese değişen, uçan, paramparça olan, doıcuıer, aie- ı samayan, durulaşmış, nerede başlayıp, nerede biteceği bilinen. Tek düzende, seslerin renginin değiştirdiği yalnız. Uzun, uzak yollarda, çöllerde, dağlarda, biltekmil talanlarda, hiç bitmeyen, yüzyıllarca durmadan sürmüş bir yolculukta, ak melefeler, kırmızı kilimler, nakışlı keçeler, kıl çadırlar altında, ulu Derhnevi ocakları başında, sarı ayaklar, uzanmış, sarı alınlardan fışkırmış kara perçemler. Hep öldürülmüş, köpürmüş kanlı, köpürmüş sağrılı, uzun çığlıklar, uzun ağıtlar, hep biribirine benzeyen, seslerin renginin ayırdığı enginli yüksekli... Horasan elleri, Arabistan çölleri, biribirlerine düşmüşler. Doğanın yasası, durmadan, durmadan konup göçmeler. Ayağını bastığın toprak bugün yurdundur. Bugün uğruna kan döktüğün, uzun, yüzlerce yıllık ağıtlarını tek düzüye durmadan çığlıkcasma uzattığın, ıyıp kesmediğin, bu toprak parçası yurdundur. Yarın değil. Adını bile bilemediğin, akıp gittiğin, bu akar su kadar bile eğleneme-diğin, ağıtlarım, destanlarını, türkülerini, hikâyelerini taşıdığın, bir daha anımsamadığın, otu varsa, yağması varsa, südü yoğurdu, karakılçık besleyici buğdayı bolsa unutamadığın bu toprak bugün seninse yarın kimsenin olmadığı, dilden dile bereketinin, ekşi armudunun, yabanıl kokulu elmasının yıllarca söylendiği, dilden dile geldiği, nakışlı, küçücük sandık diplerini, çıngıraklı, küçük heybeleri, çuvalları açınca, yüzüne ılık, birikmiş, yoğun bir yaban elması kokusunun, yoğun bir yaban gülü, kurumuş, yoğun bir salep çiçeği kokusunun buğulanıp savrulduğu... Sonra kan, ölüm, gerilmiş pazuların çektiği yayların gerildiği terkeşler, sağraklar, oklar, kara barut kokusu, kan... Uzun, ak, güzel başörtüler, ağıtlar.

Karakız Hatun ağlamadı Murtaza Beyin ölüsü üstünde, ölünün üstüne atılıp öpmedi, kucaklamadı, yanaklarını yüzünü yırtmadı, saçlarını yolmadı, yakasını parçalamadı, oğlunun kanlı giyitlerini bağrına basıp halay çeker gibi ince, alışılmış, dertli bir ığralanmayla ağıt söylemedi. Oğluna yakılan ağıtları duyma di, ak melefe altındaki sararmış ayaklan, kara perçemi görmedi.

222

ieşu sıneKier DalJcımadı sarı sıcakta, çelikleşerekten. San yağmur dinmiyordu. Karakız Hatun dudaklarını bitiştirmiş susuyordu. Kımıldamadan, iri açılmış ela gözleri donuk, kırpmadan, kansızcasına, dudakları bitişmiş, belli belirsiz bir çizgi köşede oturdu kaldı. Bağdaş kur-jnuş, dar omuzları, yumulmuş gövdesi, hiç konuşmadı. Görmedi duymadı. Yemedi içmedi, dua etmedi. Öç duymadı, söğmedi, yerinmedi. Olmaz, demedi, düşünmedi. Dudakları bir çizgi, kavuşmuş sıkı sıkıya, gittikçe büyüyen, canılaşan, camlaşırken koyulaşan gözlerle bakmadı. Gittikçe kocamanlaşan.



Akyollu Mustafa Bey anasının yüzüne bakamadı, onu bir kere olsun Murtaza Beyden sonra göremedi. Hiç kimseye, karısına, çocuklarına, kardeşlerine, yanaşmalarına, hiç kimseye anam nasıldır, diye soramadı. Biliyordu. Hep böyle olurdu anası, çocukluğundan bu yana. Neden sonra, yeniden doğmuş gibi, hiç bir şey olmamış gibi uyanırdı. Uyanır, konağın içinde oradan oraya birkaç gün yürür, donmuş, görmeyen, kıpırdamadan yürür, sonra da Anavarza kayalıklarına kadar tek başına ala şafak atarken yürür, orada işlenmiş, mor çiçekli ak mermerin üstüne oturur düşünürdü.

Yerdi içerdi, duyardı, ağlardı, ağıt söylerdi ovaya, düşünürdü, görürdü, düşlerdi.

Ve yabanıl atlar geçerdi ovadan... Anavarza at oynağı... Eski Türkmenin yurdu. Binboğanm mor sümbüUü pınarları yaylağı, Anavarzanm çiçeği adam boyunda yazıları kışlağı. Kana belenmiş gömleği, kıyman aşiretler kıyman, kıyman hay zalım-lar kıyman kör karının bir değneği... Yenilmişlik, hep yenilmiş-lik... Türkmen hep yenildi. Kökünden koptu, kökünü kuruttu, bin yıl önce, iki bin yıl önce, kökünü kuruttu, kökü yoktu, kök tutamadı. Uzun ağıtlar, soylu atlar, koyun, keçi sürüleri, kavallar, terkeşler, oklar, yaylar, uzun, ak bayrak. Barışta, döğüşte, toyda düğünde, utkuda, yenilgide uzun ak sancaklar, bir de tuğlar. Görkemsiz... Sade, gösterişsiz... Hep yenilgiler. Hep ağıtlar. Ben de sana oğul demem yıkmayınca konakları, sarayları,.

223


şehirleri, memleketleri... Ben üe sana oguı uuuuu, ~ö... »,w_ mem... Kalmayanı düzeltmek, ölüyü diriltmek... Ölümde sürüp gidebilmek, tükenmemek için... Varolmakta diretmek için ölümü, öldürmeyi tanık tutmak, öldürmeyi, öldürmeyi tanık tutmak... Kanı tanık tutmak... Ben öpmeğe kıyamazdım, bele-mişler kızıl kana... Gideni ölümde yaşatmak... Yıkıp yerle bir etmek... Uzun boylu oğlanlar. Kara perçemler, aydınlık bir su gibi çimeni yeşil gözler, sağrısı güneşli atlar, altı ay gece, altı ay gündüz koşan, güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar. Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar doludizginler, ölmeyi kabul etmenin mutlu erginliğinde, varolmayı tanıklamasında, güvencesinde, ölümde, öldürülmede, sonsuz varlığa kavuşmanın konurluğunda, korkusuzluğunda.

Memeleri sızlardı sonra da Karakız Hatunun. Memeleri yanardı. Yaşlı, ölmüş, sönmüş memeleri. Gözleri bir yangında gibi olurdu. Anavarza kayalıkları mor lekeli, kurumuş, yeşil yosunu mavileşen, mor kayalıkları sıcakta koygun, kurumuş kekik

kokulu...

Ağıtlar gelirdi Anavarza ovasında, kayalıklarından toprağa sinmiş, koygun, ince, bin yıl öteden gelir gibi. Hep yitirmiş. Bir daha, kıyamete kadar yerine gelmeyecek, bomboş. Hüzün dolu. Karakız Hatun tekmil soyuna söylerdi, oturur toprağın ucuna, binlerce, yüzbinlerce öldürülmüşe, kanı köpürerek akmışa, Horasandan çıkmışa, başını çöle, Kafkas dağlarına, ulu denizlere vurmuşa, kırfacan gibi kırılmışa, ölülerinin nerede kaldığı bi-• linmemişe, milyonlarca köpürmüş kana, yeşil sinek üşüşmüşe ağıdını söylerdi. Ve başkaldırmaya, Osmanlı kırgınına, vefasızlığa, yenilgiye, Kozanoğluna, Sarıalioğluna, Payashoğluna, Ca-dıoğluna, Türkmen'in yetmiş iki boyunun perişanlığına, tükenişine, gurbetine ağıdmı söylerdi. En sonunda kendi ölüsüne, Ana-varzanm kayalığına, bitmez tükenmez toprağın ucuna diz çöküp ağıdmı vurulmuş kocasına, talanda ölüsü düşmanda kalmış dedesine, kardeşlerine, hep vurularak öldürülmüş soyuna ağıdını söylerdi.

224

T „ ^,__„—____^«u «51UCUİ uıııcıo uuşeraı. mr şeyi tüketmemek, t>ir şeylerden vazgeçmemek için tükenmiş, töresini vitirmi? unutmuş Türkmen ağıtlarına sarılırdı Karakız Hatun. Abuhayat gibi. Dirilişi, varoluşu ağıtlardan umarak... Derviş Beyin Murtaza Beyi öldürmesinden, Mustafa Beyin de Derviş Beyi öldürmesinden umarak yaşamayı. Karşı koyarak. Direnerek. Direnişini yerli, kökleneceği bir toprakta bir ağıda, azıcık İcana bağlayarak.



Mustafa Bey anasından kaçıyordu. Bugünlerde onun gözüne gözükmemek gerekti. Bir yakalarsa... Evden çok erken çı-kr, Ç°k §ec geliyordu.

Bir sabah, daha ıhırcık karanlık, Mustafa Bey konağın içinde yordamlarken önüne ince uzun, azıcık sallanan bir karartı çıktı. Ak başörtüsü alacakaranlıkta şavkıyordu. Mustafa Bey ne yapacağını, bu karartıdan nasıl kurtulacağını düşünür, hiç bir şey yapamazken... Karartı önünde bir sağa bir sola ığranırken, Mustafa Bey dili damağına yapışmış, ağzı kurumuş, onun ne diyeceğini bilirken gene de bir yolunu bulamazken kurtulmanın, belli belirsiz, çok yürekten, derinden, sıcak, ıhırcık karanlığın, çatlayan tomurcuğun sesini duyuran ıssızlığında bıçak gibi kesen bir ses geldi:

«Oğlum Mustafa Bey,» dedi ses, okşayıcı, yüreklendirici, «daha öldüremedin mi onu? Öldüremezsin ya... Hiç ele geçer mi o? Biz geçeriz iki günde ele. Biz öldürülürüz oğlum, Mustafa Bey. Kaplanların yiğeni Mustafa Bey. Elin adamı gelir bizi ulu konağımızın içinde öldürür. Elin adamı şeytanın kardaşı olmuş. Onları yakalamak zor.»

Sustu. Öyle karşılıklı durakaldılar. Kıpırdamadılar. Bu %]e ne kadar sürdü belli değil. Birden ses:

«Mustafa Bey!» diye patladı. «Öldür onu! Öldür onu! Faz-la uzatma. Günüm yaklaştı. Öldür onu da gözüm açık gitme-Sın- Öldür onu da dağ gibi, suna gibi yiğidim Murtazanın anası

225


F: 15

öteki dünyaya yernik gitmesin. Olur mu AKyouu imu*...».» ^^, Tez günde öldür onu. Ya da, sana da ağıt yaka yaka, Anavarza kayalıklarının dibinde ölümü itler parçalasınlar, öldür onu! öl, düremezsen, öcümü yerde koyarsan, senin de acına... Öldür

onu!»

Gittikçe kabardı, uzadı, yoğunlaştı karartı, sonra sustu duruldu, söndü, soldu. Nasıl yitip gittiğini Mustafa Bey de göremedi.



23

226


İbrahim Ibo için ne diyorsun Hamdi? Alçak bir adamdır. Derviş Beyin bacısının da oğulluğudur. Ne yapalım öyleyse Hamdi? Ona hiç güvenilmez. Bu çiftlikte olmasaydı o, çoktan biz Dervişi öldürmüştük. Konağımızda büyüdü Hamdi, o da senin gibi. Bize bir kötülüğü dokunur mu onun? Aman ha aman ha dokunmaz mı hiç? Kim yaktı, kim, kim yaktı, kiiim, Dervişin konağım, tarlalarını sen el içine çıkamayasm, alnı açık geze-meyesin diye. Ibo, ibrahim Ibo yakmadı mı? Derviş ona, senin birinci, has adamına yaptırmadı mı? Yooo, dur orada, hele hele dur orada. Dur canım, sen deli misin? Ben söylemedim mi ona? Yak şu herifin konağını da dışarı çıksın diye... Yak şu herifin tarlalarını da kudursun diye... Biz söylemedik mi ibrahim Ibo-ya? Ne diyorsun, ayıp ettin Hamdi. Peki Hamdi sen yardım etmedin mi ibrahim îboya? De ne susuyorsun, söylesene Hamdi? Deli misin sen? Ben, ben Hamdi, ne sandın Hamdi, Derviş öfkeli dedim, öyle değil mi Heko? Silah arkadaşlarım. Hey Koca Mestan hey, sözünden dönmeyen. Sen genç olmalıymışm, sen. Sen razı gelmedin, sana yakışmaz düşman konağı yakmak, fakir fıkaranm ekinini tutuşturmak, dedin. Bir sen söyledin. Ben ne dedim, alçaklık ettin, Mestanın, Koca Mestanın dışında, konak yanarken Derviş çıkar, ben de onu tutar kaçırırım, vurur kaçırırım, öldürür kaçırırım. Işık, duman bulutu, Anavarza, düz

227 -


ova, kayalıklar tepeden tırnağa yalımların ışığıyla yuuuyuı. kjWİI harmanlar, ekinler, ortada yanan, çatırdayan kocaman konak,. Derviş Bey, konağın içinde yanıyor, yanıyor, eyvah yanıyor, tüh yanıyor. Hamdı, Hamdi, iyi etmedik, Hamdı yanıyor. Heko yanıyor. Anama, anama söylemeyin konağın yakıldığım, yaktığımızı. .. Hamdi, Hamdi alçaklık ettik. Uzun boylu, telaşsız, durgun yangının içinden çıkıyor. Ağır ağır iniyor merdivenleri. Tükürür gibi duruyor gecenin oyuğunda, aydınlığın önünde, kırmızı yalımların önünde. Boyu uzuyor, habire uzuyor. Habire gölgesi kapkara geceye düşüyor. Sallanıyor geceyi oymuş aydınlığın üstünde, iki yanma, ellerini alnına götürüyor, iki elini al-nma, sallanıyor. Sofanın ucunda... Bir ara kıpkırmızı yalım oluyor her yam sallanıyor, uzun bir yalımla birlikte göğe doğru uzuyor. Terliyormuymuş Hamdi, doğru mu? Kim söyledi? Sabaha kadar terliyormuş Beyim, boğuluyormuş. Korkudan delle-niyormuş. Aklını çıvdırmış Beyim, öldürmemek daha iyi onu Beyim. Sofa çatırdıyor. Yalımlar dört yanım aldı, terliyor, yalımların ortasında, karanlığın ortasında, uzamış. Gözleri, kirpikleri ışılıyor. Işılıyor. Dur Hamdi, sıkma kurşunu. Şimdi inecek, ibrahim Ibo, huğlara da, tekmil köye de ateş verin. Aaah, Muharrem, alçak. Seni öldüreceğim, öldüreceğim. Yanında bir köpek gibi. Yel esiyor, esen yelde yalımlar uzayıp uzayıp kopuyor, yalımlar bulutlar gibi kopup uçuyor. Merdivenlerden iniyor. Merdiven çöktü. Karanlık. Al getir Hamdi. Nereden geliyor bu kurşunlar? Durma Heko, merdivenlere, döşen kurşunu, döşen kurşunu... Gün doğuyor. Usul usul tütüyor ortalık. Mor kayalıklar tütüyor. Kapkara, is içinde, örde kesmiş ova, kocaman konak kömür olmuş, inceden, ıslak tütüyor. Al at sündü. Atın üstüne yumulmuş, at kuyruğunu dikmiş, kılları saçaklanı-yor, uzun saçlar gibi yelde uçuyor gerilmiş, tel tel... Haydi çocuklar, binin atlara. Söğütlünün oraya vurdu. Şu Mahir Kabak-çıoğlu da bir alçak. Onu öldürmeli. Boyuna toprak alıyor. Bu kadar Darayı nereden buluyor? Dön Mestan dön, dön Mestan dön... Dön Hamdi dön, baksana altındaki ata, yetişebilir mı-

228


sin? Altındaki atı ona arkadaşı Arap Şeyhi göndermiş tâ Urfa-dan, soylu bir atmış. Düldül soyu. Şuradan, Hamdi, işte şuradan, usulca, şu geçidi tutalım, söğütlünün geçidini. Geri dönerken buradan geçecek. Ben bilmem mi? Buradan geçecek. Bilirim. Her zaman dönerken buradan geçer. Uzadı gitti, ovanın ortasında sünmüş bir, uzamış bir karartı, kurşun gibi akıyor, top güllesi gibi. Ceyhan suyuna aşağı uçuyor. Şu bataklık kokusu insanın kusacağım getiriyor. Dur Hamdi, inin atlardan, inin, inin, inin atlardan. Onu yakalamalıyım. Şu benim yaptığım alçaklık. Künbilir beni ne sanıyor? Alçak, sözsüz, konak yakan, tarla tutuşturan, eşeğini dövemeyip de semerini döven. Dünya bozuldu. Tüfek icat oldu mertlik bozuldu. Bozulur bozulsun. Yatın çalının içine. Yatın ulan. Çalılar kıpırdamasın.

Bir atlı daha çıktı yanan konağın, kömürünün, tüten dumanın içinden. O da ovaya sündü, uzadı. Bir üçüncü, bir dördüncü. .. Nereye gidiyor bunlar Hamdi? Sen söyle İbrahim Ibo. Beylerine gidiyorlar. Beyleri Derviş Beyin ardınca gidiyorlar. Sıktırmadın bana, sıktırmadın kurşunu. Neye yaradı evini yaktığımız, ne işe yaradı Bey... Hiç bir işe yaramadı. Ateşten çıktı, kömürün karasından, dumanından, duman ağır ağır kalkıyor. Güneş altında tüten ova gümüş rengini aldı. Güneş dumanları sildi aldı götürdü. Güneş emiyor ovayı, dumanlan. Atlılar gözükmez oldular. Bu kimin aklı, tarlaları, konağı yakmak? ibrahim Ibo söyle, söyle alçak söyle! O benim evimi yakmaz değil mi? Yakmaz Beyim. Kasabadaki konağını da, yayladaki evini de, tekmil köylülerini de yaksak, o bizim bir çöpümüzü bile yakmaz. Bizim alçaklığımız yanımıza kaldı, Derviş çok üzülecek. Benim düşmanım bu hale gelmiş diyerekten, hem de ışık sızmaz, her yanı kum torbalarıyla kapatılmış odasının içinde ölüm terlemesinde, ölümden ödü koparken, yazık yazık, yazık Mus-tafaya diyecek. Belki bugün, belki yarın gelip şuraya dikilecek, 'Şte geldim, bu alçalmağa değmez, vur beni, vur beni, diyerek avazı çıktığı kadar bağıracak, ibrahim Ibo, İbrahim Ibo, kim yaptırdı bu deliliği bana, nasıl ettim de razı oldum. Konak ne

229

zaman bitecek Hamdi? Bitti Beyim. Dün gördüm, içerde marangozlar, işlemeleri gövünmüş bir ceviz sandığı onarıyorlarclı. Kozanoğlu Ahmet Paşa onlara sürgüne gitmeden önce armağan etmiş. Çıngıraklı bir sandık. İçi yanık tahta, ekşi yaban elması kokuyor. İyi etmedik, iyi etmedik, iyi etmedik Hamdi. İbrahim Ibo, alçak... Dur Ibo, dur bekle, sana bir çift sözüm var. Atlılara ne oldu? Güneş kızdırıyor. Sarıca arılar azdılar. Kamışlığın içi yanıyor. Ağır, yapış yapış, sıcak. Soluk alınmıyor. Öteden, bataklığın bu ucundan ovayı bir yangın önüne katmış geliyor. Kamışlar, kurumuş sazlar, otlar, çalılar, cilpirtüer, karaçalılar doludizgin, yangını çoğaltıyorlar.



Hamdi:

«İyi biliyorum ki Ağam, bugün bu geçitten geçecek. Ürkek bir cerene benziyor. Korkuyor. Korkup terliyor, terleyip korkuyor. Az sonra gözükür. Gece karanlığında, daha ilk akşamda fırladı konaktan. Atını öyle sürüyordu ki, altındaki at bir topak oluyor, sonra upuzun uzuyor, uğunuyordu. Arkasından fırlayan atlılarla durmadan arayı açıyordu. Atının ayakları çırpmıyordu. Ben hesap ettim, günlerden bu yana, bugün buradan geçecek. Hiç mümkünü çaresi yok, buradan, yanımızdan, tüfeğimizin altından geçecek. İşte o zamaiı, ya Allah 'bize verecek ya ona. O da üç kişi. Biz dört kişiyiz, o üç kişi. Biz pusudayız, o

açıkta.»

«Demek gelecek Hamdi?»

«Gelecek Beyim.»

Akçasaz bataklığından sesler geliyordu. Uzun boyunlu, uzun bacaklı, kanatlı, uzun gövdeli, som mavide, güneşte, gölgede, ıhırcık karanlıkta, yıldız ışığında mavisi bin türlü maviye dönüşen kuşların, iri, kırmızı, yanardöner mavi, sarı, başparmak büyüklüğünde kuyruklarını savurarak, binlerce, saydam, ışık damarlı kanatlarıyla uğuldayarak uçuşan arılan, kepezlerinden teller dökülen göçmen kuşları, pembe balıikçılları, iri, güneşte genişleyen kanatlarıyla, binbir renkte, benekte titreşen gözleriy-

230

ıe ]celet>eKJen, çakalları, kurbağalan, yaban domuzları, ok yı-lanlan> kaplumbağalarıyla bataklar fokurduyordu. Gün kızdır-dıkÇa bataklığın fokurtusu daha artıyordu. Mustafa Bey bu ba-taklığ1 avucunun içi gibi bilirdi. Derviş de bilirdi. Bataklık günün her saatinde başka fokurdar, başka uğuldar. Sabahları sessizdir. Ortalarından arada bir kopma fokurtusu duyulur. İnler gibi sesler gelir derinlerden. Gün atarken kıyamet kopar, her sey biribirine girer, karışır, çoğalır, bir âner bir kalkar ortala kamışların, çiçeklerin, ağaçların, sazların, kuşların, binbir böceğin her birisi bir yerden ses verir. Gün ışığı bile ses verir. Gün kızdınnca da koyu bir buğuda, buğunun içinde bataklık erirken, tüm canlılar cansızlar biterken, arkadaki Anavarza kayalıkları fougünün ardında bulanık solar, incelirken bataklık çok derinden sarsılarak soluklanır fokurdar.



Top çalılığın ardına, kamış kökünün dibine yatmışlar, mavzerlerini tümseğin üstüne yatırmışlar bekliyorlardı.

Anam, diyordu Mustafa Bey, benim anam, Karakız Hatun, hiç bir zaman böyle olmamıştı. Arılar uğulduyor. Bataklığın so-luklanışından yer sarsılıyor. Ölmeden, ölmeden, ölmeden, Mur-taza Beyin yerine bir Sarıoğlunun ölüsünü görmek istiyor. Onu bekliyor. Gözlerinin altı çökmüş. O bir şey değil. Çok insan gözlerinden ölmez. Gözlerinin kıyısı kırışsa da, gözbebekleri ışıltısını, canını yitirse de, gene de cana benzer bir şeyler kain*. Belki kirpiklerini kırpmasında, belki kaşını kaldırmasında... Gözlerinin içi buruş buruş olsa da... İnsanlar ellerinden ölmeğe başlarlar. Akyollu Hatunu Karakız ellerinden ölmüş. Uzamış, sarı, buruş buruş, kıpırdamayan, küsmüş eller. Elleri ölmüş dayanıyor Karakız Hatun, oğlunun öcünü, oğlunun canının karşılığını bekliyor Karakız Hatun. Ölürüm daha önce diyerek, elleri ölmüş, ağır ağır çarpan, belli belirsiz, yüreğinin üstünde. Bu '? uzadı. Derviş Bey olmazsa bir başka Sanoğlu canı olmaz mı? Derviş Bey de benim Mehmet Alimi öldürmez mi, ben onun oğ-lunu Öldürünce. Gülümsedi.

231
Traktör delisi Mehmet Ali. Her gün bir renk traKtor getirt yor kapıya. Gidiyormuş acantaya, sabahtan akşama kadar sevdalı gibi o traktör senin, bu traktör benim okşuyormuş. Bizim oğlan Mehmet Ali kız okşar gibi traktör okşuyormuş. Sonra da babam selâm söyledi bana şu traktörü ver diyormuş acantaya. Biniyormuş traktöre, sürüyormuş çiftliğe.

Mehmet Ali yeni traktörüyle bütün çiftliği, Anavarza ovasını, Anavarza ovası köylüklerini usanmcaya, yoruluncaya kadar bir hafta, on gün dolanır.

«Bu kadar traktörü ne yapacaksın Mehmet Ali? Bak, bütün avlu traktörle doldu. Ne yapacaksın bu kadar traktörü?»


Yüklə 2,2 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   43




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin