«Hidayet su!»
Hidayet hemen matarayı yetiştirdi.
«Sol elime, sol elime.»
Sol eliyle, gözlerini Mustafa Beyin yüzünden ayırmadan suyu sesli, lıkır lıkır içti. Matarayı Hidayete verirken Mustafa Beyin usulca dudaklarım yaladığını, bedeninden, tepeden tırnağa bir titremenin geçtiğini, derinin parça parça kararıp ürperdiğini gördü, kıvanç içinde gördü.
Şimdi Mustafa Beyin bedeni usul usul asıl rengini alıyor, kılların dibinden başlayarak belli belirsiz terliyordu. Az bir sürede, kırışık içinde kalmış, kırışıklıkları keskinleyip derinleşmiş alnı domur domur terledi. Ter çoğalarak, boncuklayarak baştan aşağı iniyordu. Az bir sürede bütün bedendeki terler boncukla-di. Sonra boncuklamış terler oluk oluk aşağı, yere akmağa başladı. Ayaklarının çevresi bir ter ıslaklığında yuvarlak karardı. Sonra birden bedendeki terler kurumağa başladı. Deri gerildi, buruştu, pörsüdü. Bir buğu altında kalmış, üşümüş gibi yumul-
553
¦uu. ousıu. laınız goz Kapaklarının altı durmadan, sonsuz bir devinmede oynuyordu.
Derviş Bey küçük bir kıpırdasa, bir çıt çıkarsa, biliyordu, Mustafa Beyin canına minnetti. O da durmadan oluk oluk terliyordu. Giyitleri yamyaş olmuş, çizmesinin içi ıpıslak, terle dolmuş, terler sırtından, pantalonundan, dizkapaklarından fışkırmıştı. Tabancayı tutan elinden toprağa şıp şıp ter damlıyor, terler daha ayaklarının altındaki yanan kayaya varmadan buğu oluveriyordu.
Sarı yağmur yağmağa başladı, birden bir sağanak indirdi geçti, sapsarı. Mor, kırmızı damarlı kayaları, güneşten yanıp kapkara kesilmiş toprağı, yalım yalım bozaran gökyüzünü, aşağıda bir kalay sıvısında yalbırdayarak akan Ceyhan ırmağını sarıya boyadı. Daha yeyni bir sağanak daha geldi geçti. Sonra yağmur usulladı, belli belirsiz, billur sarısında yağmaya başladı.
Mustafa Beyin sapsarı kesilmiş bedeni buruşuyordu. Rengi açılarak, solarak, kılların dibi domur olarak... Boyun damarları şişmiş, yüzü de kırış kırıştı. Gözleri ölü bir yuvarlak gibi kıpır kıpır, sıkı sıkıya yumulmuş kirpiklerinin ardında.
Derviş Bey şaşılacak bir şeyi andan ana izledi, gözle görülür, elle tutulur gibi Mustafa Beyin bütün bedeni, tepeden tırnağa usul usul katılaşıyordu. Kolay, diye aklından geçirdi Derviş Bey, çok kolay... Böyle gözleri kapalıyken, yiyip kurşunu ölmek. Baban da ölür böyle, yersin kurşunu tamam. Ne acı, ne sîzi, birden tamam. Alın da kaçan mı Mustafam, aslanım, yiğidim? Sen gözünü açmcaya kadar elimde tabanca bekleyeceğim... Gözünü açıp, tâ ki tabancanın soğuk namlusunu alnının ortasında duyuncaya... Bekleyeceğim, sen böyle karşımda, alnının namlu gelen yeri yara oluncaya kadar bekleyeceğim, ondan sonradır ki, şöyle erkekçe, göz göze öleceksin sen... Son deminde, korkunun, yalvarmanın menevişlediği o ela gözlerini göreceğim Mustafa. Akyollu, soylu düşmanım.
Kasılmış beden, alından başlayıp, şakaklardan, duruklardan terler inerek, omuzda, koltuk yörelerinde domurlayarak ter-
554
lemeğe, buruşuğu açılmağa başladı. Yumulmuş gözlerdeki yuvarlaklar da fırıl fırıl dönmeğe, hızla kıpırdamağa başladılar.
Derviş Bey bu ara onun gözlerini azıcık aralayıp yöreye, namluya baktığını sandı. Mustafa Beyin dudakları morarıyor-du. Bıyıkları sarkmış, yarı aralık ağzı bir üçgen olmuştu. Şişkin, küt, kapkara bir arı, inanılmaz bir telaş, bir gürültü vızıltıyla Mustafa Beyin başının yöresinde üç kere döndü, sonra aynı hızla havalandı, surun üstünde bir ileri bir geri, sonra kayalıklarda yitti gitti. Hızlı arı bir an Mustafa Beyi kendine getirmişti. Çekip gidince Mustafa Bey sonsuz, gerilmiş, tutanaksız, zavallı ölüm boşluğuna yeniden düşüp, tabancanm alnım oyan, yakan, acıtan namlusunu derisinde bazı soğuk, buz gibi, alnına donmuş demir yapışarak, bazı yanarak, yakarak duydu.
Gene bedende seyirmeler başladı. Bacaktan giren bir kıpırtı belden çıkıyor, belden giren kıpırtı kalçalarda bitiyor, beden kıpırdaşıp duruyordu.
An giderken Mustafa Bey gözlerini bir daha araladı, yüreği sıkışıyordu, bu kadar beklemeye dayanamıyordu. Namlunun ağzından çıkacak kurşunu her an bekliyordu. Ve kurşun gecikiyordu. Başı dönüyor, dizleri titriyor, yüreği göğsünde kopacak-mış gibi atıyor, ayağının altındaki toprak sarsılıyor, kayıyor kayıyor, yağlı, cilalanmış akıyor, bekliyordu. Soluğu durarak, çıkarak. Sık, sık, durma sık! Köpek, diye geçiriyordu içinden. Bunu içinden belki yüzlerce kez söyledi.
Önce ötede, kayanın ortasında bitmiş, altı top mavi, parlayan, her birisi bir yumruk kadar, en büyüğü uzamış, güneşe bulaşmış, ortalığı maviliyen kaya kengeri gördü. Altı top diken mavisi gözkapaklarının altında ışıklanarak, dönerek, mavisi kes-kinleşerek, yöresinde güneş halkaları, gökkuşağı renginde çoğalarak, ortasında dikenli yuvarlak, onun üstünde menevişli tabancanın ağzı karanlık, kuyulaşarak, çok ışık, çok diken diken mavi, çok karanlık kuyu ağzı, kuyu ağzını bekleyerek, bir çılgınlıkta, kuyuya bir delilikte atılmak isteyerek, kaskatı kesilip soluğu taşarak, içinden yıldırım gibi bir ağrının, keskin ustura ağzı
555
geçugı... yaresızuKte nuzunlenen, İtendi kendine acıyan, söğerek kahrolan, bekleyerek, ölümü, az sonra gelecek ölümü, soluğunu tutmuş beklemekte delilenerek, çabuklaşması için çareler araştırarak, bulamadan kasları delicesine katılaşıp soğuya-rak, yüreğinin kulağı sağır eden atışı birden durarak, bir boşluğa ustura ağzına düşer gibi paramparça düşerek, her parçada inanılmaz ağrılar duyarak, sonra mütevekkil, çözülmüş, terleyen, boyun eğmiş durarak, beklemekten hoşlanan, nerdeyse gülerek, gözlerini bir daha aralamak için canını verircesine isteyerek... Bekliyordu. Gözkapaklarının ardında güneş ışığı yanarak yoğunlaşıyor, turunculaşıyordu.
Gülüşe benzer, hıçkırığa, ayak sürtünmesine, kuş kanadı çırpınmasına benzer, bir uğultu içinde beliren bir ses geliyordu kulağına... Ses genişliyor, uzaklaşıp cılızlaşıyor, çoğalan, gözkapaklarının ardında yoğunlaşan ışıkla birlikte uğultu yaklaşıyor, fırtınalaşıyordu.
Derviş Bey Mustafamn bedeninin usul usul yorulup pörsü-düğünü, gücünü, dayanağını yitirdiğini anladı. Şimdi dayanamayıp gözlerini açacak, o da, kurşunu, gözlerinin içine baka baka, sıkacaktı, ölürken gözleri ne söyleyecekti? Hayasına baktı, büzülmüş, gittikçe, büzüldükçe kararmış, karnın altına, etin içine çekilmiş gitmiştir. Kendi de yoruluyordu. Böyle tetikte, elinde tabanca, bu gittikçe bastıran, kızdıran sıcağın alnında., kızgın, kırmızı demire dönmüş kayalıkların ortasında daha ne kadar dayanabilecekti? Bir su gibi terliyor, çizmeleri terle doluyor, giyitleri çıpıldak suya batmış gibi ıpıslak oluyor, sonra birden çatır çatır, deride, giyitlerde, çizmede ince, ak bir toz tabakası bırakarak, hemen kuruyordu.
Gün öğleye geliyor, tepesindeki güneş çivi gibi beynine işliyordu. Mustafa Beyin küçülmüş, utançtan öne doğru yumulup iki kat olmuş bedeni apak, dümdüz kesilmişti.
Üstten, çığlık çığlığa bir kuş sürüsü geçti, Mustafa Beyin bedeni sağa sola birkaç kere sallandı. Azıcık da terledi, sonra ter buğulanır gibi hemencecik kurudu.
556
Derviş Bey onun bedeninin sarsıldığını, yüreğinin, göğüs kafesini yırtarak dışarı fırlarcasma çarptığını gördü. Beden olduğu yerde sarsılıyor, öne arkaya kırılarak zıngırdıyordu.
Tiz sesiyle, kuzeydeki kayalıkta bir yılan öttü. Derviş Bey şaştı kaldı. Mustafa Bey birden, içinde yeşiller yanıp sönen, kaynaşan gözlerini açmış, bütün gücü gözlerine toplanmış, iğne ucu gibi bir ışığı gözbebeğinin ucunda toplayarak çelik ışıltısında ona bakıyordu. Mustafa Beyin gözlerini açması onu çok şaşırtmıştı ama, o, daha da çok onun bu gözlerindeki yürekli çelik ışıltısına şaşmıştı. Önce sevinir gibi oldu. Mustafa Bey cnun ölüm kusmağa hazırlanmış tabancasının karanlık ağzında, gerilmiş yüzünde, şaşırmış gözlerinde bir sevinç dalgasının bir an uçuşup sonra yittiğini gördü, o an o da sevindi. Bu uçuşan revinci Derviş Bey de onun yüzünde gördü, kendini toparladı, haydi, dedi, bitir şu işi, bas tetiğe... Tam alnı... Birden vazgeçti.
Ölümün geldiğini Dervişin yüzünden anlayan Mustafa Be yin gözleri birden ışıltısını yitirip saydamlaştı, büyüdü, apak, karasına kadar apak kesilip anlamsızlaştı. Yüzü de yıldı, önce karardı, soldu, acıya benzer bir karanlık geldi, sert, yüze çakıldı, bir an beklemede burun delikleri çırpındı, dudaklar kasıldı, incecik bir çizgi olup sonra açıldılar. Bu beklemede gene \üiek delicesine çarpmağa, beden zıngırdamağa başladı.
Derviş Bey ne yapacağını bilemeden, erindeki tabancanın namlusunun ağzı toprağa doğru düşmüş, bitkin öyle kalakaldı.
Mustafa Bey bunu görünce, az bir sürede zangırtısı kesildi, yüzünün soluk yerini canlı bir karartıya bıraktı. Kıvanca, bir anlık daha, bir an daha, yaşamakta olmanın sevincinde yüzü allak bullak olurken, Derviş Bey bunu anmda farkedip tabancasını doğrulttu, tam... Yüz gene, o anda soldu, keskinleşti, soldu, gözler saydam, buz gibi...
Kusmak geçti içinden Derviş Beyin, iğrendi bir şeylerden. Mustafa Bey de tıpkı onun gibi oldu, iğrendi. Ağzından kaygan, boz bir su akmağa, göğsünden aşağı süzülmeğe başladı.
557
^^¦^iPMHBMB
Mustafa Bey gülüyor, iyice, eremeke gülüyor, gözünü onun bedeninin bir yerine dikmiş gülüyor. Bayağı, bayağı dudakları gerilerek gülümsüyor. Gülümsüyor mu? Sevinçli mi? Tabanca gene doğruldu. Gülümsemeye korku karıştı, sonra bir hüzün, sonra bir yalvarma... Gözlerini bir yerine dikmiş, bir düğmeye, ceketinin düğmesine, yok yok, kıravat iğnesine, değil, kuşağına... Derviş Bey bir süre onun neye baktığını araştırdı, buldu Küçücük bir uğurböceği sol yakasına yapışmış, orada ölü gibi duruyordu. Derviş Bey araştırırken Mustafa Bey usul usul kendine gelmiş, gözlerini kırpıştırıyor, yalvarma, korku, acıma, acı duygularından sıyrılıyor, kendine geliyordu.
Derviş Bey dişini sıktı, kulakları uğuldadı, tabancasının sa-pındaki eli acıdı, sağa kaymış tabancayı alnın ortasından aldı, tam yüreğinin üstüne getirdi, Mustafamn gözleri tüm yalvarış kesildi. Derviş Bey bunu hiç beklemiyordu, şaşırdı, tetikteki parmağı gevşedi, bir tuhaf bakmış ki ona, Mustafa Bey utançla gözlerini yumdu, rengi de solukluktan kararmağa, kızarmağa geçti. Dayanamadı, kapar kapamaz da gözlerini açtı. Derviş Beyni sevinç içindeki utkulu yüzünü gördü. Kollarım indirmiş, yanına sarkıtmış, uykusunun tadım çıkarır bir haldeydi. Mustafa Bey gözlerini kapattı kapattı açtı. Kapattı açtı, Derviş Beyi karşısında dinlenmiş, öyle rahat ramrahat, işini bitirmiş, başarısını sağlamış bir insanın sonsuz mutluluğunda gördü. Yüzünde birden bir iğrenme, kinli bir gerilme, sertleşme oldu, gözleri gene menevişleyip dirildiler, canlı, o çelik ışıltı geldi gene, iğne ucu gibi gözbebeğinin ucuna kondu. Bekledi. Korkmadan ürkmeden, ölüm gibi, ölümü beklemeden, durgun, hiç bir şey olmuyormuş gibi. Bunu amnda gören Derviş Bey öfkesinden tepeden tırnağa titredi, tabancanın namlusunu hızla alnının ortasma getirdi, tetiğe çökecekken, yüzüne, gözlerine baktı, buna sonsuz şaşırdı. Vay anasım, yüzde, gözlerde herhangi bir değişiklik olmamıştı. Tabancasını indirdi, gülümsedi. Mustafa Beyin gözlerindeki o ışıltı öyle duruyordu. Yüzündeki hatlar keskinleşmiş, sert. Az önce tekmil çizgileri, derisi, diken diken olmuş saçları, sarkmış bıyıklan, bir yalvarış olup çıkmış gözleriyle, tekmil be-
558
deni, büzülmüş hayasıyla tüm yalvarış olup çıkmış Mustafa Bey,, değildi.
Bir kartal gökten aşağı fışıladı. Kırmızı dilleri dışarda on bir kocaman, sırtları yarılmış kaya kertenkelesi sur duvarına tırmanıp surun ötesine geçtiler. Kocaman, küt kapkara sırtı bin-bir san halkanın ışıltısında bir arı kulakları sağır eden uğultusu vızıltısıyla Mustafa Beyin başının yöresinde uzun bir süre döndü. Mustafa Beyin bir taş gibi donmuş kalmış yüzü. ışıltı içindeki çelikleşmiş, sevinçli kıvılcımlarla canlanmış gözleri değişmiyordu. Sıcağa, korkuya, ölüme, burnunun ucundaki ha çıktı, ha çıkacak kurşuna meydan okuyordu.
İnandı, diye düşündü Derviş Bey, öldürmeyeceğimi sanıyor, köpoğlu alçak köpek, şunun yürekliliğine bak! Öfkeden tüm bedeni gerildi, tabancayı kaldırdı, gözlerini yumdu ki... Edemedi, yumulu gözlerini tetiğe çökmeden önce açtı... Açtı ki... Mustafa Bey, o Mustafa Bey değil, bir hüzün, bir ağlama, düşkün, yıkılmış, dudakları sarkmış bıyıkları çenesinin altına inmiş, başı göğsüne düşmüş, bakışları yitmiş gitmiş. Derviş Beyin eli iniverdi. Bu inen eli Mustafa Bey gördü, tepeden tırnağa tekmil bedeni, yüzü, gözleri, saçları, elleri, ayağı, ak dişleriyle gülümseyen, belli belirsiz gülen, içten, damarlarına kadar, iliklerine işleyen bir sevinç içinde kaldı. Aynı sevince, yaşama, azıcık daha soluk alma sevincine katılmaktan Derviş Bey de kendini alamadı. Sonra birden kendine de Mustafa Beye de öfkelendi, bir an çaresiz, ne yapacağım bilemedi. Bu öfkeyi Mustafa Bey gördü, artık kurtuluş yoktu. Yıldırımla çarpılmışa döndü, bedeni birkaç kere zikzakla, sert kesildi doğruldu, kesildi doğruldu. Çaresizlikle kapalı gözlerini ikisi de aynı anda açtılar. Uzaklarda, gökten apak ışıklı bir bulut gölgesini kayalıklara yaymış, karanlık geçiyordu. Mustafa Beyin gözleri ak buluta takıldı, Derviş Bey de kendinde olmadan ak bulutu izlemeğe başladı. Bulut aktı gitti. Gölgesi ovayı, dereleri, hüyükleri, bataklığı, hamazlı, toz lu yolları yalayarak Torosa doğru vurdu. Yanmış, kavrulmuv keskin kokulu kekiklerde daha yeşil karınlı sinek kadar küçücük
559
I
arılar dolaşıyorlar, dallarda kalmış son kurumuş çiçeklere konup kalkıyorlar, inanılmaz bir gürültüyle uğulduyorlardı. Mustafa Bey kısılmış gözleriyle bütün bunları hayal meyal, çoğaltarak, soldurarak görüyor, duyuyordu. Ayağının dibindeki kaya-hkta kertenkeleler birikiyordu. Her birisinin kırmızı dilinde bir sinek, çırpınmayı unutmuş, öyle birikişiyorlardı. Kapkara, uzun bacaklı ve sırtı ak çizgilerle derin, parça parça bölünmüş bir örümcek, üç kaya arasına ve bir kesme çalısına gerdiği ağının köşesinde kımıltısız duruyor, ağına dolmuş büyüklü küçüklü çırpınan sinekleri, arıları bekliyordu. Durgun, güvenli, bir eski zaman sultanı kadar konur. Bir uçtan bir uca bir çarşaf gibi kaim tellerle gerilmiş ağı sağlamdı. Anavarza kayalıklarında esen, tozu dumana katan sert yellere bana mısın demiyordu.
Kolu yorulan, ne yapacağım bilemeden, bir tuhaf bir düş içine giren, gözleri örümcekten, sineklerden, gittikçe büyüyen, mavisi usturalasan yumruk yumruk kenger dikenlerinden, Mustafa Beyin hayasına, hayasından büzülen gözlerine, tırnaklarının uçlarına kadar terleyen, saçlarından bıyıklarına gidip gelen, gidip geldikçe çaresizleşen Derviş Bey birden yürümeğe başladı. Bir deli öfkede, Mustafa Beyin üstündeki taşm düzlüğünden surun köşesine kadar gidip sert dönüyor, gidip dönüyordu. Mustafa Beyin çaresiz gözleri de ona bağlanmış gibi, aynı hızla onun gidip gelişlerini, yüzünün, ellerinin, ayaklarının, kabarıp inen sırtının, büyüyüp küçülen, bir hoş açılıp kapanan, be-leren gözlerini en küçük ayrıntısına kadar, gözlerinin içine işlen-mişcesine izliyordu. Ayaklarını, adımlarım atarken, kopmuş ayaklar gibi, sanki bedenden ayrılıp bir daha dönemeyeceklermiş gibi atıyordu. Şöyle fırlatıp fırlatıp, tabancalı elini kirli bir şeye dokunmuş da arıtamamışcasına sallıyor, silkiyordu. Gözleri kapanıp açılıyor, kapanıp açılıyordu. Yüzü derin kırışıklıklar içinde kalmış, bir açılıyor, bir kapanıyor, bir an mutlu, rahat bir yüz oluyor, kırışıklıklar gerginliğini yitiriyor, derken birden kapamyor, korkunç keskin, yüzlerce kırışıkla kapanıyor, öfkeden kuduruyor, az sonra Mustafa Bey bu yüzde inceden bir sevincin uçuştuğu-
560
nu görüyor, ister istemez o da onunla seviniyor, sonra yüz kapanınca, o da kapanıyordu. Derviş Bey gidip gelirken tarifsiz bir korkuya kapılıyor, korkudan, kendinden geçiyor, bir ölüm boşluğunda çırpınıyor, damarlarındaki kan tekmil boşalıyor, sonsuzluğun uçsuzluğunda gidiyor, gidiyor, duracak yer bulamayıp bir çırpınmanın yokluğuna düşüyor, birden aynı duygu içine Mustafa Bey de kendisini kapıp koyveriyordu.
İkisinin de, köşeden Mustafa Beyin önüne gidip gelen, yürüyüşü gittikçe hızlanan, gittikçe bir uğuntuya yaklaşan Derviş Beyin, onu gözleriyle izleyerek, başı dönen, yaşadığı tekmil duyguları yaşayan Mustafa Beyin dizleri titriyordu. Derviş Bey birden durdu. Mustafa Beyin gözleri de durdu. Saydam, büyümüş, bir noktaya dikildiler. Derviş Bey bir kendi titreyen dizlerine, bir Mustafa Beyin dizlerine baktı.
Ustura gibi, diken diken sivrilmiş san yağmur, birden, faşşş diye indirdi.
Gülümsedi. Mustafa Bey de dalkavukça gülümsedi. Bütün cinleri tepesine sıçradı, elindeki tabancanın sapını sıktı. Avucu-na kan oturdu. Sarı, ustura gibi yağmur maviye, kenger çiçeklerinin diken diken, tüten, savrulan mavisine dönüştü. Diken diken, keskin, mavi seller bin yıllık heybetli, ağır, kalın suru, keskin, mor, ak benekli, pembe, kırmızı, yeşil, çürümüş ak damarlı kayalıkları som maviye boyayarak; sakırdayarak aktı.
Aladağm üstünde karararak, kaynayan, üstüste yığılan, bir yanı gittikçe gece karanlığına gömülen, karardıkça göğe, oradan ovanın üstüne kaynaşarak yürüyen, çoğalan, büyüyen, gelip Anavarza ovasının çok uzak göğünde üstüste yığılan, dönen, gürüldeyen, üstüste şimşeklenen, ovanın göğünü kırmızı bir yalımla biçen, ortalığı gün aydınlığından da keskin bir aydınlığa boğup hızla balkıyıp sönen bulut mavi yağmuru ovanın, kayalıkların bir o yanma, bir bu yanma kudurmuş mavi çıvgınlarla savuruyordu.
Avucuna kan oturdu. Dört döndü orada. Bir düş içinde tüm bedeni ağrımış sallandı sallandı. Mustafa Beyin alnına di-
561
F: 36
™..™.-..y, u*«jLiv/y, uuuMUUiı kUl'ULJX'CI. 111U1, lllUlj JCİC ACLUCU 1UU1. 1 O-
parlanan Derviş Bey gene hızla yürümeğe geçti. Hep yere bakıyor, derin bir düşüncede, iliklerine kadar duyarak, sarsılarak, düşüncesini ayaklarının hızına uydurmuş, uğunuyordu. Mustafa Beyin gözleri onunla gitti geldi, geldi. Gözler ayaklara, ayaklardan kabzayı sıkmış, morarmış ele, bükülüp doğrulan bele, gözlere, kulağa, kırışıp açılan alna, sarkan, yumulan dudaklara gidip geliyor, gidip geliyordu.
Mustafa Bey birden kusar gibi yaptı, kusma sesi çıkardı, ama kendini tuttu. Derviş Bey durdu, ona küçümseyici baktı. Mustafa Beyin göğsü inip inip kalkıyordu. Derviş Beyin de yüreği aym hızda çarpmağa başladı.
Sarı yağmur foooşşş diye indirdi.
Derviş Bey daha hızlı yürümeğe gidip gelmeğe başladı. Mustafa Bey de aynı hızla onunla, gözleriyle başıyla, omuzları, saçları, kaşı, ağzı, boynu kımıldayabilen bedeninin her üyesiyle gidip geliyor, onunla birlikte koşturuyor, boynunu uzatmış, or#m hızına ulaşmağa çalışıyor. Her şey bitti, diye düşündü yıldırım çarpmış gibi. Artık Dervişin kendisini öldürmeyeceğine inanmıştı. Umudu yıkılınca yüzünde bir ikircik dolaştı, gözlerini kıstı, namlu ağzının geldiği, soğuk soğuk karardığı, sol yanağını buruşturdu, yıktı, sol gözü, yanağı kırışık içinde büzüldü, ağzı çarpıldı, bir anlık düşünememenin dehşetinde dişleri biribirine geçmiş bekledi. Önce yüzde gergin bir zavallılık, sonra gözlerde yalvarış, sonra bir sevincin bedende uçuşur gibi olması...
Derviş Bey de bütün duyguları, yalvarmanın aşağılanma-'] sini, sevinçteki dalkavukluğu, ölümü beklemenin, hiç bir şey düşünmeden beklemenin, bir anlık dehşetini ve vazgeçmenin rahatlığını, yorgunluğunu, çözülüşünü Mustafa Beyle birlikte, sanki onun bir parçasıymış gibi yaşadı.
Mustafa Beyin yüzü kaskatı kesildi. Beden doğruldu, koi-ları, beli, baldırları, kalçası, dizleri, hayası, kılları, saçları kaskatı kesildi. Sonsuz bir kin duydu Derviş Beye, onun gözlerine bütün soyunun yıllardır beslediği kinle dimdik baktı. Dimdik,
562
korkusuz, aşağılayan, öldüren, bağışlamayan, hiç bir zaman da bağışlamayacak olan, kininin büyüklüğü, öfkenin dehşeti yalnız gözlerde beliren, hiç bir zaman, hiç bir devineğin, olayın, sözün, duruşun, sesin anlatamayacağı birikmiş bir öcün gözleriyle bak ti. Derviş Bey bu korkunç öc almanın dehşetinde ezildi, çarpıldi, yıldırımla vurulmuşa döndü, eli ayağı boşandı. Gülmeğe başladı, Kahkahalarla kendinden geçmiş gülüyordu. Kahkahalar, gülmeler, gözlerini onun gözlerinden kaçırıp kaçırıp yeniden bakmaları bu dehşeti azaltamadı, kanını donduran, içinde ne varsa aîıp götüren bu buz gibi öfkenin, iğrenmenin, öldürmenin ağırlığını yeyniltmedi. Onu hemen öldürmeyi düşündü, vazgeçti. Hemen, hemen, hemen, hemen öldürmeli. Arkasını Mustafa Beye döndü, yandaki kayanın üstüne çöktü, soluğu taşmış, şu kayalığı koşarak çıkmış gibi göğsü körük gibi işliyordu. Öldürmeli, öldürmeli, öldürmeli hemen... Onu böyle, böyle yiğitlemiş, kinli, böyle öfkeli göndermek... Kıyamete kadar böyle yürekli, böyle yiğit, böyle ölüme meydan okuyan... Böyle kalmasını, böyle ölümsüzlemesini sağlamak demektir. însan ölürken hangi duygu içindeyse öyle kalmaz, öyle ölmez mi? Öyle kalması gerekmez mi? Onu sürüm sürüm, sürüm sürüm sürünürken öldürmek... Yalvarmayı, aşağılanmayı, korkuyu onun yüzünde donmuş, ölü yüzü korkmuş, dalkavuklukla gülümseyen...
Derviş Bey sırtını delen, ağır, öfkeli, yiğit, kaskatı gözleıin ağırlığını üstünde duyuyor arkasına dönmeğe korkuyordu.
Bir sarı çıvgın vurdu geçti. Kayalıklarda diz boyu uzamış kenger dikenlerinin yumruk büyüklüğündeki, kayalıkları mosmor bir bahçeye çeviren çiçeklerini eğdi, büktü, yatırdı, doğrulttu, o yandan bu yana savurdu. Sarı sel kayalıklar arasından hızla, dolgun, gürültülü, ovaya doğru sakırdadı.
Derviş Bey ne kadar böyle gerilmiş, sırtını delen, yakan ağırlık üstünde, orada taşın üstünde oturup, bin türlü düşüncede dönerek kıvranarak oturdu, farkında değil. îlkin tabancalı elinin uyuşmuş gitmiş olduğunu anladı. Sonra bir boşluk içine düşünce içinden sevince benzer bir şeyler geçti, arkasına dönün-
563
p
I
ce Mustata Ueyin can çekişir bir halde gibi, her yanının sarktığını, gözlerinin ferinin bitmiş, karasının bozarıp ışığını yitirmiş, buruş buruş, anlamsız, bakışsız olduğunu gördü. Beden bütün canlılığını yitirmişti.
Yavaş yavaş, aşağı doğru çözülmüş sağıldı, az önce kalktığı taşın acıtan keskinliğine oturdu. Yönünü de Mustafa Beye döndü. Mustafa Beyin incelmiş, gittikçe küçülen, bükülen, canlılığını, kıvranmasını yitirmiş bedeni, kırpışmayı unutup, bakışsız, • bir sonsuza açılmış gözleri buruşuyor, ağarıyor, soluyordu. Göğsünde, yüzünde donmuş, bakışsız bakışında en küçük bir kıpırtının bile izi yoktu. Ölse yere yuvarlanması gerekmez mi bunun? Yoksa uyuyor mu? insanlar ayakta ölür, yıkılmadan ayakta uyuyabilirler mi? Öldü, diye düşündü Derviş Bey, bu adama bundan sonra kurşun sıkılmaz. Bunu burada bırakıp gitmeli artık. Ellerini ayaklarını çözmeli bırakıp gitmeli, bir daha da benim bir düşmanım var, diye düşünmemeli. Kurşunu yemeden öldü daha. Korkak, pis, aşağılık... Bu kadar korkan, aşağılanan insan da öldürülür mü? Öldürmenin de bir yolu yordamı olmalı. Kuşu karıncayı, biltekmil yaratığı... Çiçekleri bile koparmanm bir yolu yordamı olmalı. Gebe kadma, tohuma kaçmış çiçeğe dokunamamah insan. Bu haide zaten kendi kendine ölmüş insana da dokunamamah insan... Mustafa beni yakalasaydı, bu halde öldürür müydü? Hiç düşünmeden, karşılığını az önceki kine kesmiş gözlerini ansıyarak verdi, ölüyü bile bu kin, bu öfkeyle bin kere öldürürdü bu insan. Ama bu insan, onca kinin ardınca böylesine de bitiyor. Hidayeti çağıracak, haydi bırakın, ellerini çözün de şunların gidelim, diyecekken, son olarak başını kaldırdı, şaşırdı, ona bakar bakmaz, Mustafa Beyin bir kurtuluşta sevince batmış, canlanmış yüzünü gördü, hemen vazgeçti. Tabancasına davrandı. Tabanca onun yüzünün hizasına, alnının ortasına gelinceye kadar Mustafa Beyin yüzü, gözleri değişti, buruştu, soldu, kanı çekildi. Derviş Bey daha da şaşırdı. Tetiğe basamadı şaşkmlJctan. üli titredi. Allah belasını versin, diye geçirdi içinden. Böyle adamın
564
Allah belasını versin. Tabanca gene ağır ağır aşağı indi. Arkasını döndü gene yürümeğe başladı. Bu adamın yüzüne bakma-mah, diyor, gittikçe hızlanıyor ve bir kere olsun dönüp de Mustafa Beye bakmıyordu.
Her şeyin bittiğini anladı Mustafa Bey... Ve dudakları kıpır kıpır elham okumağa başladı. Derviş Beyin ayakları hızlandıkça, onun da elham okuması, dudaklarının uğunması hızlanıyordu. Kendini hızlandırmış, tüm kinini, iğrentisini ayağa kaldırmış, geriye dönerken... Mustafa Beyin dudaklarının kıpırtısı kirp diye kesildi, gözleri bedeni, saçlarına kadar bir yalvarma kesildi. Donmuş.
Derviş Beyin tabancasımn sıcak, yanmış, yağ kokan demiri alnına yapıştı. Demir onu anımdan itti, başını surun duvarına üç kere vurdu. Öfkeden ikisi de iliklerine kadar titrediler. Bu sefer tamamdı, öldürecekti. Derviş Beyin içinden, kararlı bir öldürmenin sevinci geçti, bir adım geriye çekildi, göz göze geldiler, Derviş Beyin parmağı kıpırda...
Dostları ilə paylaş: |