Yazı ÖdenmemiŞ Bİr borcumuz var! • Manşet



Yüklə 400,2 Kb.
səhifə6/7
tarix15.09.2018
ölçüsü400,2 Kb.
#81982
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7

ÖRGÜTLENMEDE BİR ADIM
 

ÖRGÜTLENMEDE BİR ADIM

İstanbul Üniversite Öğrencileri Koordinasyonu 4 Nisan tarihinde Kurultay ve Kurultay şenliğini gerçekleştirdi.'95 baharından itibaren örgütlenen ve öğrenci gençliğin kitlesel, militan, demokratik, meşru örgütü olma iddiasını taşıyan Koordinasyon, '95-'96 öğretim yılında yükselişe geçen gençlik hareketini yaratan ve geliştiren örgütlenme olmuştu. Üniversite ve fakültelerdeki bağımsız cephe örgütlenmelerinin koordineli ve gönüllü birliğini sağlayan koordinasyon, ilişkilerini pratikte gelişen kurallarla yarattı. Ancak, dönemsel olarak mevcut ilişkilerin kurumsallaşmasında ve örgütlenme konusunda beliren sorunları aşmakta belirli güçlükler yaşadı. Tüm bu sorunların gençlik hareketinin gelişmesinin önünde engel olarak belirdiği son dönemde, ortaklaşılmış bir yazılı metin oluşturmak amacı ile çalışmalar başlatıldı. Koordinasyon içerisinde her cepheden birer temsilcinin katılımı ile oluşturulan tüzük komisyonu, bir tüzük taslağı hazırlanması ve ortak kabul gören bu tüzüğün onaylanacağı bir kurultay düzenlenmesi için Ocak ayından itibaren çalışmalarına başladı. Şubat ayında hazırlanan tüzük taslağı konusunda tüm cephelerden eleştirileri ve tartışılması önerilen konularda ise görüşleri istendi.Tartışılması istenen konular, cephelerin Temsilciler Meclisi'nde yer alacak temsilci sayıları konusunda oluşturulacak kriter, siyasal İslam ve faşizm tanımı gibi konulardı. Tüzük komisyonu, cephelere kurultayın bir tartışma alanı değil, üzerinde uzlaşılmış kararlar bütününün onaylanacağı ve öğrenci gençliğin birliğinin sergileneceği bir gün olmasını önerdi. Bu çerçevede tüm maddelerin kurultay öncesi onaylanması ve netleşmesi için çalışmalar yoğunlaştırıldı.Hazırlanan tüzüğün oluşumunda cephe ve koordinasyon mantığı, mücadelenin amaç ve ilkeleri, temel özellikleri, oluşturulacak organlar, bu organların çalışma tarzları ve ilkeleri, cephe ve koordinasyon üyelikleri gibi konular ye raldı.Tüzüğün hazırlanışında, koordinasyonun günümüze kadar yaşadığı sorunların temel alınmış olması, geleceğe değil geçmişe dönük bir bakış açısının oluşmasına neden oldu. Koordinasyonun amaçları ve hedefleri genel anlamlarıyla ele alınırken, iç işleyişe yönelik maddeler, hiç bir boşluk bırakılmaksızın en detaylı noktalarına kadar belirlenmişti.

Koordinasyonun geçen öğretim yılında astronomik oranlarda artan öğrenim harçlarına karşı başlattığı eylemliliğinin protesto niteliğinden bütünlüklü bir muhalefet hareketine dönüştürülmesinde yaşanan sorunlar, program tartışmasının da tüzükle beraber yapılmasını gerekli kılıyordu. Gençlik hareketinin önündeki politik-pratik hattın berraklaştırılamamış olması önümüzdeki dönem açısından önemli bir sorun olarak dururken, kurultayın, bu konuların netleştirilmesi noktasında önemli bir fırsat olarak değerlendirilmesi gerekiyordu.

Koordinasyonun kurumsallaşması için, oturmuş işleyiş kurallarıyla beraber yürüyecek inatçı ve kararlı bir mücadelenin varlığı zorunludur. Bir gençlik hareketinin kitleselliği ve kurumsallığı ancak ortak hedefler doğrultusunda, militan bir hattın yaratılmasıyla mümkündür. Kitleselliği vereden, düzgün işleyiş kurallarıyla beraber insanları ikna edebilen bir politik söylem ve meşru bir pratik hattın varlığıdır.

Şu an yürürlüğe giren mevcut tüzükte ise, geçmiş dönemde pratik sorunlar üzerine yaşanan tartışmaların göz önüne alınması sonucu, pratik işleyiş kurallarının ön plana çıktığı bir mantık hakimdir. Mücadelenin amaçlarının, temel özellik ve ilkelerinin, somut, uzun süreçli programlarla bütünleştirilememiş olması gençlik hareketinin gelecek dönemi açısından bir belirsizliği de beraberinde getirmektedir.

Bütün eksikliklerine rağmen Koordinasyon Kurultayı ve tüzüğü, gençlik hareketinin bundan sonraki döneminin örgütsel ekseninin belirginleştirilmesi açısından büyük bir önem taşımıştır, üstelik bu konuda atılmış tek adımdır. Ayrıca tüzük, gençlik hareketinin birliği tartışmasının genel çerçevesini de belirlemiştir. Gelecek dönem yürüyecek tartışmanın başlangıç noktası bu çerçevedir.

KOORDİNASYON KURULYAYI GERÇEKLEŞTİRİLDİ

4 Nisan tarihinde Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılan Koordinasyon Kurultayı ve şenliği 1000'e yakın öğrencinin katılımı ile gerçekleştirildi. Sabahın erken saatlerinden itibaren üniversitenin kapısında başlatılan kimlik kontrolü nedeniyle birçok öğrenci duvarlardan atlayarak üniversiteye girerken, bazıları ise üniversiteye giremediler.

Saat 13.00'de başlayan Kurultay'da ilk olarak devrim ve demokrasi mücadelesinde şehit düşenler ve Şubat ayında kaybettiğimiz Melek arkadaşımız için saygı duruşunda bulunuldu. Melek Yıldız ve gençlik mücadelesinde şehit düşenler koordinasyonun onur üyesi ilan edildi. Ayrıca Kurultayın gerçekleştirildiği platformun üzerine Melek'in portresinin ve Çankırı cezaevindeki öğrencilerin Melek için yazdıkları şiirin yer aldığı bir pankart asıldı.

Açılış konuşmasının ardından, kurultaya davet edilen Öğretim Elemanları Sendikası, Eğitim-Sen, Öğrenci Aileleri ve Yakınları Derneği temsilcileri, diğer illerdeki koordinasyon örgütlenmelerinin temsilcileri ve İYO-DER temsilcisi kurultayı kutlayan konuşmalar yaptılar.

Kurultay, tüzük maddelerinin okunup onaylanmasının ardından bitirildi. Bu arada şenliğe davet edilen sanatçıların ve diğer okullardan gelen öğrencilerin okulun dışında beklediğinin öğrenilmesi üzerine bahçede bir basın açıklaması yapılarak dış kapıya doğru yürüyüşe geçildi. Burada polis barikatıyla karşılaşan kortej, üniversite yönetiminden, şenliğe davetli olanların içeriye alınmasını istedi. Dışarıda bekleyen sanatçıların ve öğrencilerin üniversiteye alınmasıyla beraber tekrar şenlik alanına dönüldü.

Saat 16.00'da başlayan şenlikte Metin Kahraman ve Koma Amed türküleriyle yüzlerce öğrenciyi coşturdu. Üniversiteye duvardan atlayarak giren Nevzat Çelik ise şiirlerini okudu. Şenlik öğrencilerin toplu olarak halay çekmesi ve atılan sloganlarla bitirildi.

Cephe Mantığı ve Koordinasyon

-Öğrenci Cepheleri; üniversitelerde, ülkede ve dünyada varolan güncel ve toplumsal sorunları ve bu sorunların üniversitelinin kendi yaşam alanına yansımasını, üniversiter bir bakış açısıyla yorumlar. Özyönetim ilkesiyle, gönüllülük ilişkileri içerisinde hareket eder. Üniversitelerde demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi veren, tüm muhalif öğrencilerin birlikte karşı duruşunu yaratmayı hedefleyen mücadele örgütleridir.

-lstanbul Üniversite Öğrencileri Koordinasyonu"; çeşitli fakülte ve kampüslerde bu mantıkla çalışma yapan Öğrenci Cepheleri'nin ortak hareket etme zeminini sağlayan; bağımsız, meşru, kitlesel, militan bir demokratik öğrenci hareketi yaratmayı ve bu hareketi ülkedeki diğer toplumsal muhalefet güçleriyle ortaklaştırmayı hedefleyen, öğrencilerin mücadele örgütüdür.

Organlar, Çalışma Tarzı ve İlkeleri

'Koordinasyon, ajitasyonda ve propaganda da birliği savunur ve uygular.

'Koordinasyon; kitlesel bir öğrenci örgütlenmesidir. Amaç ve ilkeleri doğrultusunda, hayata geçirilecek politikalarında ortaklaşılmasını hedefler. Bunun için karar alma sürecinde, ikna yöntemini esas alır. Bu yöntem sonuç vermediği takdirde, pratik sürece dair sorunlarda, cephelerin basit çoğunluğuyla, hukuk ve işleyişe dair sorunlarda ise cephelerin 2/3 çoğunluğu ile karar alır.

'Temsilciler Meclisi Koordinasyon'da çalışan her cepheden gelen temsilcilerden oluşan, cephe çalışmalarını koordine eden ve ortaklaştıran organdır.

'Öğrenci hareketine dair cephelerde üretilen politikaları, programları ve önerileri; forum, eylemlilik, kampanya vs. gibi çalışmaların kararlarını cephelerden doğru alır ve bu çalışmalara dair program ve takvim oluşturur.

(Koordinasyon tüzüğünden alınmıştır)



ÖLÜLER ALTIN TAKMAZ
 

ÖLÜLER ALTIN TAKMAZ

Onlar bu sıralar hayli öfkeli

Onlar bu sıralar hayli hassaslar.

Bir bakışta dostu-düşmanı ayırıyorlar.

Dost olarak geldinse onlarla tanış, onları dinle,

onlarla uzun uzun konuş.

Bu insanlar hayatı ve hayatları olan doğayı altından çok severler.

Onlar bilirler ki; Ölüler altın takmaz.

Biz bu insanları böyle gördük, böyle tanıdık ve böyle yazdık...

(Bergama'da bulunan 17 köy kitabesi taş anıtının arka yüzünün final bölümü)

Globalleşme, yeni dünya düzensizliği, tarihte benzeri görülmemiş bir hızla yeryüzünün tüm alanlarını talan ediyor, çok uluslu, çok ortaklı şirketlerin ülkemiz ve tüm dünya emekçilerini boyunduruğu altına alması, tüm hızıyla sürüyor. Gerek kamu yararı için çalışan fabrika, işletme, okul, hastane gibi emekçi halkın yararına olan yaşamsal alanların çok uluslu şirketlere, tröstlere yok pahasına hibesi, gerekse yeni tüketim malzemeleri ve alanında (işletip pazara taşıma) iş birlikçi-tekelci sermayenin teknik ve mali olarak yeterli olamadığı "yeni iş alanlarına" hızla sarılmasıyla dünyanın dört bir yanında yeni yeni sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bugün Papua Yeni Gine'den Yeni Zelanda'ya, Güney Afrika'dan Şili'ye, Meksika'ya kadar yeraltında, yerüstünde açık kalmış her köşeyi kapmaya çalışan ulus aşırı şirketler şımarık ve pervasızca insanlık değerlen ve doğanın yaşamı sürdürücu özelliklerine karşı saldırılarını Anadolu coğrafyasında da var etmeye çalışıyorlar. Doğasının tahrip edilemediği (ya da henüz edilemediği) önder Anadolu yörelerinden biri de Bergama.

Bergama'da şimdi insanlar ölüm korkusuyla yaşıyor. Burası, tarım ve turizmden elde ettiği gelirle geçimini sağlayan küçük bir Ege kasabası. Şu sıralar burada çok uluslu ve çok ortaklı şirketler altın arıyorlar. Siyanürle altın çıkarmak bir çok yöntemden sadece bir tanesi. Bu yöntem sadece üçüncü dünya ülkelerinde uygulanıyor. Yani, sendikasız, sigortasız, iş güvenliksiz, yoksul insanların topraklarını alıp, siyanürlü ve civalı atık havuzlarını yoksul insanların kucaklarına bırakıyorlar. Bu alanların zehirli atıklardan, arındırılması, eski görünümüne ve canlı hayatına kavuşturulması neredeyse imkansız. Bugün ülkemizde bu tehlike ile karşı karşıya olan 560 yerleşim merkezinden birkaçı şunlar: Sivrihisar, Gaziemir, Efem Çukuru, Menderes, Artvin, Ordu, Balıkesir, Havran... Bergama bu yerlerden ilki ve muhalefetin yoğun olduğu yerlerden biri oldu. Bu mücadele yıllardır Bergama'nın gündemi oldu ama basının ve duyarlı kesimlerin bitaraf ve bikarar kalmasıyla ülke gündemine ancak 5 yıl sonra girebildi. Yine buna rağmen yöre insanları kararlı direnişlerini sürdürüyorlar. Hem de bunca kuşatılmışlıklarına, yörede altın arayan şirketlerin rüşvet, propaganda ve reklam için ayırdıkları bütçeye, devletin ve aygıtlarının aymazlığına hatta saldırılarına, tehditlerine, satılmış bilim adamlarının yalanlarına, rüşvet aldıkları belgelenmiş onlarca yerel kuruluşun müdürlerine rağmen. Önceleri ellerinde bilimsel verileri, politik deneyimleri yoktu. Düzen partilerinin sözcülerini ve rüşvetle hazırlanan "çok bilimsel" raporlarını halkına okuyan "12 Eylül mamulü" bilim adamlarının, "siyanür içilebilir" sözlerinden başka hiçbir şey bilmiyorlardı. Tabii bu olanlar da yöre halkının birazcık homurdanmasıyla gerçekleşti. Tıpkı beyaz adamın "vahşi Amerika'yı keşfinde" olduğu gibi. Ayna, incik-boncuk ve barış çubuğu ikram ederek, toprakları talan edilen Amerika'nın asıl sahipleri olan yerlileri, yok etmeye başlamadan önceki zamanlarda olduğu gibi.

Adı Eurogold olan şirket neyin nesidir, şöyle bir göz atalım. Eurogold istilacı bir şirket ve ilk istilası Anadolu. Bu işle uğraşan büyük tekellerin ortaklığı ile kurulmuş ilk şirket. Euro-gold'un ana ortaklarından birisi Normandy Poseidon, diğeri ise Metal Mining Corparation, Mineral Gesellshaft ve tarihi Alman tekeli Degussa'dır. Bu şirket, Hitler Almanyası’nın hatırı sayılır derecede büyük bir silah üreticisi oldu. Siyanür işine bu yıllarda girdi. Alman faşizminin de kitle imha yöntemlerinden birisi oldu siyanürle öldürme. Şirket, sonraları Nikaragua ve diğer Latin Amerika ülkelerinin kontralarına silah satan şirketlerden birisi oldu Ayrıca Guyana'deki Omai adlı altın madenindeki yüzlerce insanın ölümünden sorumlu ilan edildi. Ortaklardan Mining Corparation'un 1984 yılında Papua Yeni Gine Oktedi liman kenti yakınlarına gemi ile getirirken 2700 galon siyanürün denize dökülmesi ile yol açtığı çevre faciası, yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılmıştır. Bu şirket Bergama’ya geldikten sonra Alevi köylülere cemevi, suni köylülere düğün salonu yaptırarak köylüleri satın almaya çalıştı ama başaramadı. 10.000 köylüden sadece 10 tanesi toprağını sattı. Toprağını satan köylülerse şimdi pişman. Artık bu yanlışın nelere malolacağını biliyorlar. Direniyorlar, öğreniyorlar, öğrendikçe de isyan ediyorlar.

Köylüler bölgenin kaçıncı deprem kuşağında olduğunu bilmiyorlardı uma 1939 yılında yaşadıkları bir depremin, 10 km ötelerindeki bir ilçeyi ve köylerim yok ettiğini unutmamışlardı. Bu deprem 1 989'daki Erzincan depreminden daha şiddetliydi. İTÜ'nün verilerine göre Bergama depreminin şiddeti 9'du. Erzincan'daki deprem 7 şiddetinde idi ve binlerce insan hayatını kaybetmişti.

Yaklaşık 2,5 milyon ton siyanürlü, civalı, ağır metalli atığın depolandığı alanın, bu depreme dayanabileceği sözlerine yöre halkı sadece gülüp geçti. Başlangıçta Ege Üniversitesi'ne hazırlatılan "pek bilimsel" raporda, atık havuzunun altına 40 cm'lik bir kil tabakasının çok çok güvenilir olduğunu söyleyen şirket, köylülerin muhalefeti arttıkça kalınlığı 50, sonra 150 cm'ye yükseltti. Bugün devletin tüm kurumlarının onayladığı raporda bu rakam 40 cm'dir. Sonraları, işsiz köylülere bu iş alanının yöredeki işsizliği ortadan kaldıracağını söyleyen şirket yetkilileri çalıştıracakları kişi sayısını 117 olarak belirleyince bu numara da tutmadı. Tutmazdı, çünkü geldikleri bu ülkede geçen yıl işten atılan işçi sayısının 694.000 kişi olduğunu bilmiyorlardı ya da biliyorlardı da bunun için buraya gelmişlerdi.

Dal kestiğinde kolu kırılan, hapse atılan köylünün toprağında şimdilik 5000 tane asırlık zeytin ve çam ağacını kesen, tüm araziyi altüst eden şirket, devletin tüm mercilerinden yıldırım hızıyla koparttığı izinlerle yöreye kolayca çöreklendi ve zehirini saçmaya başladı. Ve köylü isyanını başlattı. Küçük ama zararsız bir öfke, şimdi ise sermayenin ve devletin korkulu rüyası... Yöre köylüsü ve Bergama halkı çeşitli eylem tarzları da geliştirdi. Bunların birçoğu dalında ilk olma özelliği taşıyor; Anadolu'da gelenekselleşmiş olan altın takma merasiminin terk edilmesi, traktörlerle şehir turu, yol kesme, piknik, çıplak ayakla yürüyüş, ağaç kesimine alternatif ağaç dikimi, referandum ve 4000 köylünün 22 Nisan 1997 günü saat 03.00 sularında yaptıkları işgal ise köylünün politik sıçraması ve isyanının şiddetinin son noktası oldu. İşgal sırasında, traktörlerle tel örgüleri parçalayan köylüler, şirketin silahlı güvenlik güçlerinin açtığı ateşle daha da öfkelenerek kararlı bir şekilde şantiyeye ulaştılar ve iş makinelerinin tümünü tahrip ettiler. Çevik kuvvet ve jandarmanın gelmesiyle kitlesellik daha da arttı.

İzmir Valisi’nin gelmemesi durumunda işgali sürdüreceğini dile getiren halk valinin gelmesi ile valiye taleplerini haykırdı. Yörede son durum böyle. Bergama halkı son olarak Mayıs’ın 18’inde yaptıkları piknik-eyleme Türkiye’nin her yerinden dostlarını çağırmışlardı. Eyleme 5000 kişi katıldı. Şimdi Bergama’da küçük zararsız bir öfkenin, devletin ve sermayenin korkulu rüyası haline geldiğini hep birlikte görüyoruz ve Bergama halkından öğreniyoruz.



DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ SAVAŞ REJİMİNİN ÖZEL YARGI AYGITI
 

DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ SAVAŞ REJİMİNİN

ÖZEL YARGI AYGITI

Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruldukları 1.5.1984 tarihinden bu yana bir tür sıkıyönetim mahkemesi olarak işlemiş, "devletin varlığı ve sürekliliğinin korunması" adına her türden hukuksuzluğun, burjuva hukukunun en temel ilkelerini aşan uygulamaların yaşandığı kurumlar olmuştur. Savaş rejiminin saldırı mekanizmalarından biri olan yargı, bu işlevin en dolayımsız ifadesini DGM'lerde bulmuştur. "Olağanüstü" yetkilerle donatılmış bu mahkemeler demokratik halk muhalefetinin önündeki en ciddi tehdidi oluşturmuş, aynı nedenle direnişin de sembolü olmuştur. Bugün emekçiler, öğrenciler, aydınlar üzerindeki baskısını yoğunlaştıran DGM'ler, uzun bir süre daha mücadele tarihinin önemli bir parçası olmaya devam edecektir.

DGM'lere Karşı Kazanılan Zafer

12 Mart faşizminin ilk somut sonuçlarından biri toplumsal muhalefetin önüne geçmek amacıyla bu "olağanüstü" mahkemelerin kurulmasının gündeme gelmesi olmuştu. Böylece DGM'ler 23 Temmuz-24 Ağustos 1973 tarihleri arasında Adana, İzmir, İstanbul, Diyarbakır ve Ankara'da kuruldu, ilk itiraz, "DGM'lerin genel yargının yerine geçeceği, bir siyasi mücadele alanı haline geleceği, yargının bağımsızlığının zedeleneceği" gibi gerekçelerle Türkiye Barolar Birliği tarafından yapılmış ve sonuçsuz kalmıştı. Büyük bir hızla yargılamalara başlayan DGM'lerin duruşma listeleri emekçiler ve aydınlardan oluşuyordu. Ağır ceza istemleriyle süren davalar ve hapis cezalarıyla devam eden süreç boyunca bir taraftan DGM'lerin anayasaya aykırı olarak yasalaşması gerekçesiyle açılan dava sürerken, diğer taraftan büyük bir tepki örgütleniyordu. Anayasa Mahkemesi'nin 6 Mayıs 1975 günü DGM yasasını iptal etmesinin ardından bu mahkemelerin ömrünün 11 Ekim 1976'da dolacağı bildirilmişti. Hareketin yükseldiği dönem ise 1976 Temmuz'u olmuş, DİSK, Türkiye Barolar Birliği, TÖB-DER gibi birçok kitle örgütü ve meslek kuruluşu DGM'lerin tekrar kurulmaması için yoğun bir örgütlenme çalışması yapmış, sorunun toplumun, hukukçuların, aydınların gündemine girmesini sağlamışlardı. 13 Temmuz günü başlatılan "DGM'ye Hayır" kampanyasına DİSK, Ankara Yüksek Öğrenim Derneği, TMMOB, TÖB-DER, Tüm iktisatçılar Birliği, İstanbul Yüksek Öğrenim Derneği ve İlerici Kadınlar Derneği başta olmak üzere çok sayıda demokratik kitle örgütü katılıyordu.

Çeşitli kitle örgütlerinin İstanbul şubelerinin ortak bildirisinin son cümleleri şunlar: "Bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini, grevli ve toplu sözleşmeli sendikal hakları alma mücadelesini sürdüren demokratik kuruluşlar olarak DİSK'in DGM'ye karşı demokratik mücadelesini destekler, üyelerimizi tüm anti faşist güçlerin ortaklaşa mücadelesi içerisinde yer almaya çağırırız. Kahrolsun faşizm ve emperyalizm, DGM'ye hayır. Yaşasın halkımızın bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi!"

Mücadele yükselirken bir taraftan DGM'nin kampanyaya dair baskısı sürüyor, diğer taraftan da faşist MC'nin temsilcisi Süleyman Demirel tehditler savurup, DGM'lere karşı çıkanları kışkırtıcı ve yalancı ilan ediyordu.

İşçi sınıfının, DGM'lerin tekrar kurulmasına izin vermeyeceğini açıklamasının ardından DİSK'li işçiler DGM'ye karşı direnişe geçtiler. Ve yeni DGM yasasının çıkarılmasına bir ay kala, yasa tasarısının mecliste görüşüleceği 16 Eylül günü tüm ülkede hayatı durdurdular. 20'nin üzerinde şehirde aynı gün ve aynı saatte iş bırakan 200.000'in üzerinde işçi MC hükümetinin düşürülmesi, DGM yasasının çıkarılmaması için eylem başlattı. Tekelci sermayenin temsilcileri birbiri ardına "işçinin meclis üzerinde baskı unsuru olamayacağı" açıklamalarını sıralarken TİSK, işçilerin direnişe devam etmeleri halinde işten atılacakları ve hapis cezasıyla cezalandırılacaklarını açıklıyordu. Direnişin 3. günü olan 18 Eylül 1976'da İstanbul ve Ankara'da binlerce emekçi-öğrenci "MC istifa", "DGM'ye hayır", "Genel grev hakkı", "Katil oligarşi" sloganlarıyla yürüdü. Bir başka gün; 26 Eylül günü

Ankara'da yapılan DGM'yi protesto yürüyüşüne binlerce kişi katılırken işyerlerindeki direnişler sürdü. Bu arada DGM sanıkları mahkemelerde ifade vermeyi reddediyordu.

11 Ekim 1976 gününe gelindiğinde büyük direniş, arkasında çok sayıda tutuklu bırakmasına karşın demokratik halk muhalefetinin zaferiyle sonuçlanmıştı. DGM'ler ellerindeki tüm davaları ağır ceza mahkemelerine devrettiler ve üzerinden çok fazla zaman geçmeden DGM tarafından yüzlerce yıl hapsi ya da idamı istenen sanıklar bu mahkemeler tarafından tahliye ya da beraat edildi.

DGM; Devlet Terörünün Hukuki Kılıfı

Bugün DGM'ler, burjuva demokrasisinin tüm temel ilkelerini yıkmış, yerine savaş rejiminin özgün kurallarını geçirmiştir. Bu "olağanüstü" mahkemeler geçmişte ve günümüzde pek çok örnekte görüldüğü gibi mahkemenin düzeni adına binlerce emekçi ve devrimcinin en meşru savunma hakkını ellerinden almış, çoğunluğu 12 Eylül'ün sıkıyönetim mahkemelerinde yetişen ve yürütme tarafından atanan hakim ve savcılarıyla yargı bağımsızlığı ilkesinden ayrılmış, polise daha geniş bir yetki alanı açmıştır. Tüm bunların üzerine "devletin güvenliği" korusunda sınır tanımayan Nusret Demiral gibi DGM savcıları da eklenince, devletin açık faşizm döneminde toplumsal muhalefete karşı elde etmiş olduğu kazanımları ne derece önemsediği açıkça görülebilmektedir.

Özellikle son dönemde, devletin temel bileşenlerinin yeniden yapılandırılması süreci yargıyı da kapsamış, yargı doğrudan halka karşı savaş araçlarından birisi haline getirilmiştir. Bu süreç demokrasinin sınırlarının iyice daralmasına yol açmış, sömürge tipi faşizmin diğer kurumları gibi yargıyı ve DGM'leri de daha fazla saldırganlaştırmıştır. Öğrencilere verilen yüzlerce yıllık cezalar, Kürt illerindeki DGM'lerde yüzlerce çocuğun yargılanması ye da aydınların, emekçilerin, devrimcilerin davalarla ve cezalarla daha yoğun bir biçimde yıldırılmaya çalışılması hep bu sürecin parçalarıdır.

Tarihte Franko faşizmi döneminde İspanya'da ve Mussolini'nin, faşist rejimin korumak için oluşturduğu "Devletin Korunması için Özel Mahkeme" örneğinde geçen ve bugün de toplumsal muhalefetin ivme kazandığı dönemde etkili bir savaş aygıt olarak işleyen DGM'ler, özel bir mücadeleyi gerektirmektedir.

DGM'lere karşı mücadele savaş rejimini karşı mücadeledir. Sınıf savaşımı gösterecektir; oligarşi için en güvenlikli yer ezilenlerin kazdığı mezardır.



KİRLİ SAVAŞIN, ÇETELERİN, ÖZELLEŞTİRMENİN KAMPINDA SİYASAL İSLAM HAZIROLDA
 

KİRLİ SAVAŞIN, ÇETELERİN, ÖZELLEŞTİRMENİN KAMPINDA

SİYASAL İSLAM HAZIROLDA

Bugün iktidar krizinin geldiği noktada muhalefet hareketinin en ciddi ve ertelenemez görevlerinden birini gericiliğe karşı mücadele oluşturuyor. Son dönemde topluma gericiliğe karşı mücadele olarak sunulan kanal, sınırlarını düzenin belirlediği, bu konuda oldukça da başarılı olduğu laik-şeriatçı kamplaşmasıdır. Üstelik laik kampta bulunmak, toplumsal meşruiyeti kabul edilen bir kavramla, ilericilik kavramıyla açıklanıyor. Devlet iktidarının, meşruiyetini laiklikten değil, tam tersine gericilikten aldığı TC devletinde, laik-şeriatçı kamplaşmasının toplumsal muhalefete hiçbir kazanım sağlamayacağı ortadayken, devrimciler tarafından tutarlı bir ideolojik temele oturan bir muhalefet kanalının açılamaması, bu boşluğun düzen güçleri tarafından doldurulmasına neden olmaktadır.

Muhafazakarlığın Geleneksel Rengi

Toplumsal hareketler karşısındaki konumu açısından gericilik, iki ayrı anlam içermektedir. Birincisi; toplumsal planda devrimci bir kalkışma hareketinin yaşandığı dönemlerde devreye girer; "karşı devrimcilik". İkincisi ve Türkiye açısından geçerli olanı ise, sağın geleneksel kavramlarından birisi olan "muhafazakarlık"tır. Muhafazakarlık, toplumsal hareketin durağan dönemlerinde devlet iktidarının ve toplumsal yapının dayandığı temellerin "korunması" anlamına gelmektedir.

TC devletinde karşıdevrimci hareketin odağında devlet iktidarı bulunmaktadır. Karşıdevrimci harekete meşruiyet zemini oluşturan ise muhafazakar tabandır. Türkiye tarihinde muhafazakar taban her dönem devlet iktidarının yanında yer almış; rejimi yenileyen, sistemi koruyan bir görev üstlenmiştir. Son dönemde yaşanan çatışma da aslolarak ilerici-gerici saflaşmanın değil, gerici kamp içerisindeki bir saflaşmanın sonucudur. Söz konusu olan, rejim krizinin çözümü noktasında ordu ile simgeleşen fiili iktidar kurumlarının, muhafazakar tabanı (özellikle İslami gericiliği) inisiyatif alanına alamamasıdır.

Türkiye'de muhafazakarlığın geleneksel renklerinden biri olan İslam'ın gericilikle bu denli içice geçmesinin temel nedeni Osmanlı devlet ideolojisinin dinsel yönüdür. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde gericilik (muhafazakarlık), Osmanlı devletinin meşruiyet zeminini devralan TC devletine karşı eski konumu koruma hareketi olarak gelişmiştir.

Bu tahammül gösterilemeyecek gelişme; cumhuriyetin ilk dönemlerindeki muhafazakarlık eğilimi, ciddi bir baskı uygulamasıyla karşılaşmış; İslami odaklar, kendilerine yönelen saldırıya karşı uzun bir süre direnmişlerdi. Medreselerin, dini mahkemelerin kapatılması, tarikatların yasaklanması gibi uygulamalar 194O'lı yıllara kadar "İslami direniş hareketi"nin konuları olmuştu. Ancak 194O'lı yılların anti-komünizm politikası, İslamcılar üzerinde görece bir rahatlama yarattı. Çünkü muhafazakar tabanı devlet iktidarının arkasına almanın en kestirme yolu -önceki dönemdeki asimilasyon politikasının da etkisiyle- İslam'dı. Cumhuriyetin "baş düşmanı" İslamcılar ve tarikatları, yine cumhuriyetin halk partisi tarafından ödüllendiriliyorlardı. DP henüz iktidara gelmeden Aralık 1947'de ilk İmam Hatip Liseleri İsmet İnönü tarafından kuruldu. Bu dönemden sonra dinsel gericilik devrimci hareketin gelişimine bağlı bir seyir izlemiş, '70'e kadar sürdürdüğü radikal tavrı '70'lerde sivil faşistlere kaptırsa da bir sağcılaşma potansiyeli olarak her dönem devletin elinin altında bulunmuştu. 1980'den sonra ABD orijinli, komünizme karşı İslami set oluşturma politikası ve Özal icadı "milliyetçi-muhafazakar" politikalar, bir taraftan İslam'ın toplumsallaşmasını sağlarken, diğer taraftan ekonomik olanaklar yarattı. Buna karşılık siyasal İslam da üzerine düşeni fazlasıyla yaptı.

Partili Ve Rejim Dışı İslam

Türkiye'de siyasal İslam'ın çok katmanlı bir yapısı vardır. 31 Mart(*) ayaklanmasından günümüze kadar uzanan kentsel gericilik, ilk ifadesini Milli Nizam Partisi'nde bulan kırsal gericilik ve 12 Eylül darbesinden sonra devlet kadrolarının İslamcılaştırılması; devlet gericiliği... Her üç katmanın iç içe geçtiği günümüzde, İslami hareketin ne ölçüde "yenilikçi" bir gelişim olanağı barındırdığı, onun ne ölçüde devlet iktidarı ve geleneksel muhafazakar tabana dayandığına bağlıdır ve ikisi arasında ters bir orantı mevcuttur. Türkiye'de partili İslam da, rejim dışı İslam da gerçek hayatta "yenilikçi" bir gelişimi barındırmaz.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde TC'ye karşı bir gerici tutum takınan tarikatlar baskı politikalarıyla düzenin sınırları içine alınmış ve çoğunlukla iktidara en yakın sağ partiyi desteklemişlerdir. Ocak '70'de kurulan MNP ve Ekim '72'de kurulan MSP de küçük köylülük ve orta sınıfları arkasına almış, '80'e kadar oluşturulan hükümetlerde anahtar rol oynamıştır.

Parti dışında kalan İslamcılara gelince, Refah'ın iktidar olmasından sonra "düzen karşıtı" söylemleri yoğunluk kazanan bu hareketler gerçekte sadece rejim dışıdır. Ve "rejim dışı" karakterlerini genel olarak uluslararası köklerinden almaktadır. Ancak İran, Mısır, Afganistan ya da HAMAS'ın emperyalizmle uzlaşmaz karşıtlığının derecesi ne ise onların Türkiye kopyalarınınki de odur. İran-Almanya, Afganistan ve Mısır ABD ile ilişkilerini sürdürmekte, HAMAS ise sırtını Filistin egemen sınıflarına dayamaktadır. Tüm bu uluslararası örnekler yeni dünya düzenine karşı bir alternatif dünya düzeni önerememektedir. Bu nedenle Türkiye'de, dönem dönem üniversitelerde de boy gösteren İslamcı hareketlerin rejim dışı karakteri konjonktüreldir. Yani gerçekte rejim dışılığı bir karşıtlık değil, rejim tarafından konjonktürel olarak dışlanmak anlamına gelmektedir. Üstelik hem İslam'ın özellikleri hem de uluslararası kökleri ve Türkiye'deki gelenekleri gözönüne alındığında bu hareketler, ihtiyaç duyulduğunda MHP gibi rejimin bir unsuru olmaya çok uygundur.

İslamın İdeolojik Sınırı Ve Gerçek Karşılığı

Bir siyasi ideoloji olarak İslam'ın gelip dayandığı sınır özel mülkiyettir. İslam (selam) barış-güvence altına almak demektir ve kelimenin kökeninde gizli anlamı "ticaret yollarının güvenliğidir; İslam'ın ilk döneminde yapılan bütün savaşların gerekçesi... İslamlaştırma doğumundan itibaren bir devlet kurma hareketi olarak gelişmiştir, bu nedenle İslam'da özgürlük kavramına değil adalet kavramına yer verilir.

İslam'da demokrasiye yer yoktur; demokrasi Allah'a şirk (ortak) koşmak demektir. Zaten kitapta da özgür bireye değil (otoriteye) boyun eğmiş bireye (mümine) seslenir, İslam ideolojisi, toplumsal yaşamın tüm alanlarını düzenleyici erkek egemen, totaliter ve baskıcı bir kurallar bütününü içerir.

Gerçek yaşamda dayandığı temeller göz önüne alındığında Türkiye'de İslamcı hareketin, İslam'ın ideolojik sınırlarının bile hakkını vermediği söylenebilir, İslamcı hareket, bir devlet dini ve muhafazakarlık hareketi olarak gelişip, kapağı merkez sağa atmıştır. Bugün rejimin dışında görünen "radikal" gruplar yarın pekala doğrudan devlet adına çalışabilir.

Son dönemde özellikle yoksul kesimlerde taban bulabilen ve ezilenlerin istismarına dayanan İslami görüşün, toplumun içinde bulunduğu sorunların çözümüne yönelik alternatif bir programı bulunmamaktadır. Bu nedenle gericiliğe karşı mücadeleyi savaş rejimine karşı mücadeleden ayırmak olanaksızdır.

Özgür bir yaşamın kurulmasının önünde şiddeti temel bir mücadele yöntemi olarak uygulayan gerici hareketlere karşı her alanda sağlam bir direniş ve aktif bir savunma çizgisinin örgütlenmesi ilk adımdır. Sonraki adım ise direniş içinde örgütlenen ilişkilerin ve varılan politik düzlemin gericiliğe karşı bir tecrit etkinliğine dönüştürülmesidir. Diğer taraftan İslamcı hareketlerin modern demagojik yorumlarına karşı kaba değerlendirmeler yerine ideolojik-politik bir açılım tercih edilmelidir.

(*) Hareket, II.Meşrutiyet'in ilanından önce anayasadaki laiklik maddelerine karşı tepki ile başlamış, İslamcı ulemadan başka Doğu Anadolu'da yeni hükümet tarafından silah altına alınmak istemeyen aşiretler arasında taban bulmuş, giderek şehirli esnaf ve zanaatkar kesim tarafından da desteklenmişti. Abdülhamid'in örtülü desteğiyle 1908 Nisanı'nın ilk günlerinde başlayan ayaklanma, kanlı bir şekilde bastırılmıştı.



Yüklə 400,2 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin