Prof. Baskin Oran: Türk’ü üst kimlik olarak düsünmeyiniz. Türkiyeli’yi üst kimlik olarak düsününüz. Sizin, Türk’ü üst kimlik olarak kabul etmemeniz normal, cünkü ben bir Türkiyeli Türk olarak kabul etmiyorum, siz haydi haydi etmezsiniz. Mazursunuz. Dolayısıyla, benim yaptigim yorum, sizin doğrudan doğruya ve net olarak ikinci kategoriye girdiginizdir. Yani, üst kimliği kabul etmiyor ve kendi alt kimliğinizde ısrar ediyorsunuz. Buna bir itiraziniz var mi? Einer vom Pulikum:
Var. Travma? Birlikte yasamanin kosullari var. Bu hukuk devleti icerisinde saglanirsa, ben .................... olarak birlikte yasamaliyiz.
Prof. Baskin Oran: Anladim. Peki. Şimdi, bu birlikte yasamanin kosullarini siz nasil tercüme ediyorşunuz, bilmiyorum ama, sizin söylediginizi ben kendime göre tercüme edeyim. Diyorşunuz ki, tekrar oturulsun, Türklerle Kürtlerin nasil bu devleti yeniden kuracaklari düsünülsün. Ona göre mesela, pratik olarak söylüyorum, mesela Kürtce ikinci resmi dil haline gelsin, çok büyük olasilikla bunlari söylüyorşunuz. Şimdi ben size söyle söyleyeyim. Siz direkt olarak ikinci kategoriye giriyorşunuz. Şimdi, şunu unutun. Bunlar tatsiz seyler, bosverin onlari. Siz, direkt olarak ikinci kategoriye giriyorşunuz. Bu tabii tanri kelami değil bu şema ama, bu şema all inclusive, herseyi kucaklayan bir şema. Su anda söylenmis olan her seyi kucaklayan bir şema. Biraz önce söyledigim gibi, devleti kim kurduysa, temel birtakim simgeleri de o koyuyor. Bunu sadece devleti kurarken ileri sürebilirsiniz. Yani, böyle olmasi gerektigi için söylemiyorum. Ben, şimdiye kadar olani söylüyorum, olani anlatiyorum. Sübjektif bir degerlendirme yapmiyorum. Bunu, bu söylediginizi, yani örnegin, Kürtcenin ikinci resmi dil olmasi gerektigini siz 1923`de, daha doğrusu 1923 Temmuzunda, cünkü devlet Lozan’da kuruldu, 1923 Ekiminde kurulan devlet değildir, rejimdir, devlet Lozan’da kurulurken ileri sürecektiniz. O zaman ileri sürmeyip de, 82 yil sonra ileri sürmek, bir anakronizmadir (tarihini şaşırmadır), biraz zordur bu. Anlatabiliyor muyum? Onun içindir ki, siz direkt olarak ikinci kategoriye girersiniz. Bir de tabii, Bekir Saydam beyin söyledigiyle, daha doğrusu sordugu ile yakin iliskili bir soru sizinki. Buna karsi şunu söyleyebilirim bir de: Hic kusku yok ki, bu ülkede çok sayida etnik gurup varken, bunlarin içinden ikinci önem sirasinda olanin kendi dilinin, hep dil örneginden gidiyoruz, yoksa baska seyler de var, tabii ki, kendi dilinin ikinci resmi dil olmasi ve oy vermenin orda kapanmasi bir ayricalik istemektir. Oysa, acaba biz, ayricaliklarin talep edildigi bir toplum mu kurmaliyiz, yoksa yasaklarin kaldirildigi bir toplum mu kurmaliyiz? Bence ikincisini yapmaliyiz. Mesela, Zazaca, Kürtce, Çerkezce, bilmemnece dillerinin, egitimde, konuşmada, , seçim propagandasinda yasaklanmasini mi kaldirmaliyiz, yoksa anayasaya seçim propagandalari Kürtce de yapilabilir, diye bir madde mi koymaliyiz? Ben, birincisini savunuyorum ve esitlik istiyorsaniz, sizin de birincisini, yani yasaklarin, bütün yasaklarin kaldirilmasini savunmamiz lazım. Zaten ikinci soruyu soran, Kürtce soran arkadasimizin söyledikleri de büyük bir katkidir burda. Devletin ne istedigi belli, maalesef. Ama, Kürtlerin ne istedigi belli değil, cünkü birden çok Kürt gurubu var. Ikinci soruyu soran, Riza Algül: ”Osmanli imparatorlugu niye teritoryal yöntemi izledi, demokrat oldugu için mi?” dedi. Hayir efendim, imparatorluk oldugu için izledi. Cünkü, imparatorluklarda, kimin ne yedigine, ne ictigine, ne giyindigine, ne konustuguna, ne yazdigina karisilmaz. Zaten karisilmadigi için imparatorlugu sürdürmek mümkün olur. Imparatorluklarda bir tek kural vardir. Bu, Bizans, Roma, Osmanli, hic fark etmez. Tek bir kural vardir: Imparatora sadakat. Imparatora sadakat olduktan sonra, artik bireyi denetlemez devlet. Birey özgür müdür? Haşa, onu kendi cemaati denetler. Iste, modernizmin, daha doğrusu, Türkiye Cumhuriyetinin yaptigi olay sudur: Devletle birey arasinda bir cemaat vardir, bu cemaati kaldirdi. Devletle birey direkt temasa gectigi için, devlet bireyin her bir seyine, yedigine de, giydigine da karismaya basladi. Olay bundan ibaret. Daha önce cemaat karisiyordu. Bu nedenden dolayi. Osmanli Imparatorlugu demokrat memokrat oldugu için değil, bir imparatorluk oldugu için, Kürtlerin yedigine, ictigine, bilmemnesine karismadi. Insan olma kimligi yok mudur? Tabii yani, insanin sübjektif kimliklerinden bir tanesi de, insan olma kimligidir. Bakiniz, objektif kimlik/sübjektif kimlik dedim. Laf uzamasin diye bunlari tanimlamadim, sunlari tanimladigim halde. Aslinda Türkiye bunlari sadece bir bucuk yildir ögrendi ve onun için henüz çok iyi anlasilamadigi için, o konuda çok tartisma var. Objektif kimlik, insanin sudan havaya ciktigi zaman getirdigi kimliktir. Yani, annesinin rahminden çıktığı zaman getirdigi kimliktir. Eger Kürt anadan babadan dogmussa, objektif kimligi Kürttür, Yahudi ana babadan dogmussa, objektif kimligi Yahudidir. Sübjektif kimlik, akil baliğ olduktan sonra, kendi özgür iradesi ile sectigi kimliktir. Bu acidan, objektif kimligi çok fazla müdafaa etmek zordur. Bu bir parça ilkel bir kimliktir. Önemli olan sübjektif kimliktir. Akil baliğ olduktan sonra, objektif kimligi Kürt olan kisi: “Ben Kürdüm!” derse, onun hem objektif kimligi, hem sübjektif kimligi Kürttür. Fakat, “Ben Türküm!” derse, mesela, onun sübjektif kimligi Türktür ve artik ona karisamazsiniz. Bunun adinin, gönüllü asimilasyon oldugunu ve kendi kimligini müdafaa etmek kadar saygi görmesi gerektigini, birey acisindan, daha önce arzetmistim. Iste, bu sübjektif kimligi, siz Türk olarak da ifade edebilirsiniz, dünya vatandasligi olarak da ifade edebilirsiniz, Kürt olarak da ifade edebilirsiniz. Hepsi ayni derecede saygindir. Neden? Cünkü bireyin özgür iradesidir. Bu kadar basit. Ali Riza arkadasimiz: “Aleviler azinlik midir?” diyerek zurnanin zirt dedigi deligi buldu. Şimdi efendim, burada azinlik nedir? Azinlik iki bicimde tanimlanabilir. Bir: Sosyolojik olarak. Iki: Hukuki olarak. Fakat ben şimdi fazla ayrintiya girmeden, azinligin unsurlarini sayayim. Azinligin var oldugunu söylemek için bes tane unsur vardir. Bir: Cogunluktan farkli bir gurup olacak. Iki: Cogunlukla yaklasik esit sayida olmayacak. Yani biri yüzde ellibes, biri yüzde kirkbes olmayacak. Ama, cogunluktan az olacak. Üc: Dominant olmayacak. Cünkü, dominant oldugu zaman azinlik/cogunluk sorunu yoktur, demokrasi sorunu vardir. Nerdeki gibi? En tipik olarak, 1995`lere kadar Güney Afrika Cumhuriyetinde oldugu gibi. Ayrica Suriye, Irak örnekleri de verilebilir ama, en radikal örnek Güney Afrika Cumhuriyetidir. Dördüncüsü: Vatandas olacak. Cünkü vatandas olmazsa, yabanci olur. O azinlik değildir, o yabancidir. Besincisi: Azinlik bilinci olacak. Eger gönüllü asimilasyon gecirmis birisi ise, azinlik bilinci yok demektir. “Ben azinligim!” diyebiliyorsa, azinliktir. Azinlik bilinci budur. Şimdi, Ali Rizanin sordugu soru, dikkat ederseniz, ilk dört kriteri, ki bu ilk dört kritere biz objektif kriterler deriz, ilk dört kriteri mükemmelen karsiliyor. Kürtler, 70 milyon içinde, 20 milyon olmak hasebiyle, sayica azdir.
Publikum: Aleviler
Prof. Baskin Oran: Evet, Aleviler. Ama Kürtler de ayni sey. Yani, bu söylediklerimi bire bir Kürtler için de uygulayabilirsiniz. Hic rahatsiz hissetmeyiniz kendinizi. Sayica azdirlar, farklidirlar, dominant değillerdir, tersine mazlumdurlar Osmanlidan bu yana. Türkiye Cumhuriyetinde biraz daha rahat etmislerdir. Vatandastirlar ama azinlik bilinci yoktur bunlarda. “Ben azinlik değilim!” demektedirler. Şimdi burada Bekir Saydam’in sorusu ile birlestirilebilecek bir soru karsisindayiz. “Asli unsuruz.”, cünkü Kürtler de “Asli unsuruz!” diyor, ”Azinlik değiliz, asli unsuruz!” diyor, Aleviler de “Azinlik değiliz, asli unsuruz!” diyor. Bekir Saydam: “ Bu feverana yol acan neydi?” diye sordu. Bir kere, her seyden önce, ezilmis olmanin getirdiği reaksiyon, ezilmis olmanin getirdigi ciglik. Ikincisi: Kemalist olmanin getirdigi bir unsur. Kürtler fevkalade Kemalist. Dikkat ederseniz. Bilmiyorum, bunu izah etmeme gerek var mi? Aleviler de fevkalade Kemalist, Kürtler de fevkalade Kemalist. Aslinda Kemalist demem benim, biraz gecenin bu saatinde sizleri eglendirmek için, ama bu bir az gelismis ülke milliyetciligi modelidir. Yukardan devrimci model. Kemalizm de bunun içine girer, Kürtlerinki de bunun içine girer. Yalniz, dikkat! Asli unsuruz dediginiz zaman, her sey dikotomik oldugu için, yani her sey ve her sey ancak kendi ziddiyla algilanabildigi için (kadin-erkek, sicak-soguk, karanlik-aydinlik. Sicagi bilmeyene sogugu asla anlatamazsiniz), asli unsuruz dediginiz zaman, bunun mefhum-ı muhalifi, „tali unsur“dur. İkinci sınıf unsurdur. Ve buradan bu sonuc cikar: Türkler ve Kürtler dışinda Türkiyedeki bütün unsurlar tali unsurdur. Cerkezler, gayrimüslimler, vesaire, vesaire, Lazlar falan filan. Gerek Alevilerin gerekse Kürtlerin bunu söylemek hakki oldugunu sanmadigim gibi, bunu da söylemek istediklerini sanmiyorum. Sanmamak istiyorum. Aslan bey uzunca konusmasinda aslinda bir soru sormaktan çok, Süryanilerin bugüne kadar cektikleri tatsiz seyleri dile getirdi özetleyerek. Iki tane sey kalmis aklimda. Biri: ”Evler yüz elli bin euro, çok pahali” dedi. Siz de tas ev yaptirmayin; tas ev pahalidir. Seksen santim duvarli tas ev yaptirdin mi, daha pahalidir. Saka söylüyorum Allah askina, cevap verme. Ben gittim gördüm o evleri. O evler ucuza cikmaz hicbir yerde, söyleyeyim size. Maliyeti böyle. Dedi ki: ”Güvence nedir?” dedi. Valla bakin, ben Türkiye’ye döndükten bir hafta sonra hayatta kalacagim diye bir güvence yok. Hicbirimizin yok. Süryaniler için bir tek güvence olabilir: Türkiyenin AB ile diyalogunun devam etmesi. Ben baska bir güvence göremiyorum. Burada Tarik abiye atif yapmak lazım. “Pratik hayatta alt üst kimlik calismiyorsa bana faydasi yoktur.” dediniz. Dedigim gibi: Türkiye bu alt/üst kimlik meselesini daha bir bucuk yildir tartisiyor, daha önce böyle bir bilgisi yoktu. Alt/üst kimlik calismasi ne demek? Su demek: Herkesin alt kimliginin devlet tarafindan taninmasi ve saygi görmesi, demek. Herhalde buna bir itiraziniz yok, değil mi? Publikum:
Benim itirazim Kaboğluyla, sayin Oran basimiza sardi alt kimlik, üst kimligi. Basbakanlik komisyonunda.
Prof. Baskin Oran: Ama bu vardi da tartisilmiyordu, aynen dinin oldugu ve tartisilmadigi gibi, Etyenin anlattigi hikaye. Şimdi ise neden bahsettigimizi biliyoruz. Eskiden bir seylerden bahsediyorduk, neden bahsettigimizi bilmiyorduk. Kardes, kardes diyorduk, halbuki bu cocugun adi Hüseyin veya Ali veya Osman. Uysal Orhan Murat: ”Hem Cerkez adetlerim var, hem Türküm.” dedi. Tipik 3 B. Yani bu en kolay cevaplandirilacak soru. Nasil öteki tipik 2 ise, bu tipik 3 B. Tabii, „Çerkez adetlerim var“ demekle Çerkez alt kimliğini korumak istiyorsa. Hem bu alt kimliği korumak istiyorsa hem de üst kimliği kabul ediyorsa, tipit 3B’dir. Erdal Boyoglu: “ Basinda Türk irkciligi ile ilgili yazilar yok” dedi. Ben yanlis tercüme etmiyorsam, ”Sen niye bu konuda yazmiyorsun?” dedi bana. Ben bu konuda çok yazdim ve basinda da Radikal-2`de çok yazılıyor. Mesela benim “Atatürk Milliyetciligi” kitabim, benim su andaki düsüncelerimin daha olusmadigi bir dönemde, 1979`da yazilmistir. Orada bile, 1934 yilinda, Mimar Sinan’in kabrinin acilip, kalintilarinin cikartilip, kafatasinin ölcüldügü ve Brakisefallerin Alp kanadina mensup oldugunun görülerek, huzur içinde kapatildigini yazar. Yalniz bir sorun vardi. Bunu yapanlar, Mimar Sinan’in devsirme, yani gayrimüslüm oldugunu unutmuslardi. Eren Kilic: “ Ne kadar bekleyelim ki, kendi dilimizde egitim görelim?” dedi. Insan hem Zaza, hem genc olunca, tabii ki sabirsiz olacak.
Efendim, teşekkür ederim. Publikum:
Baskin Hocama sormak istiyorum. Çok önemli bir sey söyledi. Bu devleti kuranlar Türklerdir dedi. Ben Hasan Cemal beyin “Kürtler” adli kitabinda, Süleyman Demirelle yapilan bir interview`da, Süleyman Demirelin aynen su cümlesini aktarmak istiyorum. “ Bu devleti Türklük adina Balkanlardan gelen göcmenler kurdu.” demistir. Bunun doğrulugunu sey yapabilirmi bana? Ikincisi:
Prof. Baskin Oran: Müsaade edin, buna cevap vereyim unutmamak için. Objektif kimlik, sübjektif kimlik ayirimi yapmistik ya, objektif kimligin epeyi ilkel bir kimlik bicimi oldugunu, önemli olan, sübjektif kimligin önemli oldugunu söylemistik. Onun için kimin adina yaparsa yapsin, o önemlidir. Bakiniz: O Türkcü Ittihat ve Terakkiyi kuran bes kisinin ikisi Kürttür. Ishak Sukuti ve Abdullah Cevdet. Bir tanesi Arnavuttur, Ibrahim Temo. Bir tanesi Araptir, aklima gelmiyor. Besincininkini bilmiyorum. Onun için, objektif kimligi unutunuz. Publikum:
Ikinci bir soru suydu. Siz, Eren arkadas soru sorarken, “ ne zaman, ne kaybettirecegiz? “ derken, ben bir aydin olarak sizden su cevabi beklerdim. Zira, özellikle Zazaca, yokolmakla karsi karsiya. Benim düsüncem, aydinlarin görevi onbin yillarca, veya, ne bileyim, kac bin yilda bir dil olusuyorsa, olusan bir dilin yok oldugunu, yani katliama ugradigini, kabul etmeleri ve bunun önlemlerinin alinmasi lazım. Benim görüsüme göre Zazaca konusacak olan son nesil bizleriz, cat pat o da. Bundan sonra Zazaca konusulmayacak. Bu ne demektir? Bu bir kültür katliamidir bana kalirsa. Siz herkesin kendi diliyle egitim görecegini söylemistiniz.
Prof. Baskin Oran: Burda ufak bir yanlışlık var. Lozan Baris Antlasmasinda Kürtlerin ve diger Müslümanlarin egitim hakları, kendi dillerinde egitim hakları yoktur. Tek bu hakka sahip olanlar, 40. madde nedeniyle gayrimüslimlerdir. Fakat 39/4 maddeye göre, bütün basin ve yayin organlarinda, açık toplantilarda ve ticarette, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaslarinin istedigi bir dili kullanmaya hakki vardir, ve bu hak hicbir bicimde engellenemez. Egitim hakki yok ama. Zaza meselesine gelince de. Ben yorucu bir günü espriyle kapatayim diye yaptim, yoksa unutmayiniz, Zazacanin karsisinda iki büyük tehlike var. Biri Ingilizce, öteki Kirmanç. Prof. Tahsin Yesildere:
Herkese çok teşekkür ediyorum. 36 kisi basladik oturuma, 35 kisi bitirdik. 16 tane soru soruldu, her soruda 2,3,4,5 sik vardi. Alti kisi konustu, ben de iyi idare ettim, ama tercüme edenlere çok teşekkür ederiz, çok yoruldular. Hepinize çok teşekkür ederiz. Yarim saatlik bir gecikme ile kapatiyorum. Düzenleyenlere de çok teşekkür ediyoruz. Gercekten çok yararli oldu. Herkes herhalde çok bilgi edindi diye düsünüyoruz. Devam etmesinden yanayiz toplantilarin.
Mag. Mustafa Akgün:
Hocam ben teşekkür edeyim size. Arkadaslar, yarin saat 9.30`da basliyor, ve burada sivil toplum örgütleri katilacaklar ve onlar kendi izlenimlerini, hem Avrupadakiler, hem Türkiyeden gelen arkadaslarimiz anlatacaklar.
Also, morgen fängt es um 9.30 an. Es werden NGO`s am Podium sitzen. Die Europäischen und eie aus der Türkei Kommenden werden ihre Eindrücke schildern. Danke!
5. Kasette ( 2. Seite ):
LEER
6. Kasette ( 1. Seite ):
Prof. Nihal Saban:
Oturumu acmak üzereyiz. Bu günkü oturum basligimiz: Düsüncede, ifadede degismeyen cikmaz. Dücünce sucu, kayiplar, işkence ve cezaevleri. Aslinda dünkü oturumlarda iki temel konu tartisildi. Bunlardan bir tanesi: Darbe demonkrasisinden sivil demokrasiye gecis. Ve bir digeri de, kimlik politikalariydi. Ve bu iki konu aslinda Türkiyede son birkac yildir tartisilabilen konulardan, daha doğrusu genis bir bicimde tartisilabilen konu basliklariydi. Aslinda, niçin şimdi bu konular tartisiliyor diye düsündügümüzde, Türkiyede her on yildan bir yapilan darbelerde, insanlara acik bir sekilde su söylendi: “Düsünmeyin, konusmayin, sadece seyredin!” Aslinda, bir diger söyleyis de: “Siz hicbir seye karismayin. Eger siz düsünüyorsaniz, sorguluyorsaniz, sonucunda yargilanacaksiniz.” Bu sadece yargilanmak değil tabii. Düsünen, okuyan, devleti sorgulayan insanlar bir bölümü yargilanirken, aslinda mahkemelerde, düsünceleriyle, kitaplariyle birlikte yargilandilar. Bir bölümü mahkemelere gidemeden, kayboldu. Bir bölümü cezaevlerinde işkenceler gördü. Kalan bir bölümü uzun cezaevi süreclerini, çok zor kosullarda gecirmek zorunda kaldi. Bugün geldigimiz yerde, Avrupa Birligi sürecinde, pek çok sey üst üste ve karmasik bicimde tartisiyoruz aslinda. Bir parca düsünce ile ilgili rahatlamanin oldugunu söylemek gerekiyor. Ve pek çok konu ancak tartitisilabilir duruma gelmisken, TCK`daki degisikliklerle daha rahat bir tartisma, düsünce ortamin sahip olacagimizi düsünürken, yeni TCK geldi ve sonuclari itibariyle aslinda eski TCK`yi aratmayacak bir konum olusturdu. Ardindan terörle mücadele yasasi geldi. Şimdi bu oturumda üc konusmacimiz var. Bunlar, Sayin Yusuf Alatas, Insan Hakları Dernegi baskani. Bu konunun, son derece detayiyla ilgili bilgileri bize aktaracak. Diger konusmacimiz: Sayin Abubekir Saydam. Kürtler için uluslararasi insan hakları merkezi genel müdürü. Kendışi bize Türkiyedeki insan hakları, özellikle azinliklar konuşunun uluslararasi konvansiyonlar acisindan degerlendirmesini yapacak. Ve ücüncü konusmacimiz: Sayin Gencay Gürsoy. Türkiyede yurttas girisimi, baris girisimi adi altinda calisan ve Kürt problemi ile ilgili çözümler üretmeye calisan aydinlarin temsilcisiydi. Kendışi de bu konuyla ilgili bize bilgiler sunacak. Ilk konusmacimiz, sayin Alatas. Ona birazcik uzunca zaman verecegiz, cünkü Türkiyede yasananlari hem positif hukuk acisindan, hem de uygulama acisindan bize aktaracak. Daha sonra sayin Saydam, daha sonra da Gencay hocaya söz verecegiz. Buyurun sayin Alatas.
Yusuf Alatas:
Degerli arkadaslar, hepinize günaydin. Düsünce ve ifadede degismeyen cikmaz ve acilimi olarak da düsünce sucu, kayiplar, işkence ve cezaevleri deyince bir defa bu konu basliginda iki tespitle karsilasiyoruz. Birincisi, bir defa, yani düsünce sucu diye bir suc tipi var. Ikincisi, bu suc tipi ile ilgili olarak da en azindan su ana kadar çok önemli, ciddi sorunlar henüz çözümlenebilmis değil. Yani, sorunlar devam ediyor. O yüzden de, cikmaz diye bir niteleme de yapilmis. Ben sahadan gelen, bire bir olaylarla direk ilgilenen, Türkiyenin insan hakları panoramasini cikarmaya calisan, takip etmeye calisan, Türkiyede 33 ilde subesi olan, ve yaklasik onbesbinin üzerinde üyesi olan bir örgütün temsilcisi olarak, daha pratik ve bizim gözümüzle, düsünce özgürlügü temelinde, ama bir bütün olarak, insan hakları sorunlariyla ilgili düsüncelerimi sizinle paylasmak istiyorum. Bunun için de önce bu degismeyen mantiga vurgu yapmam gerekiyor. Yani, niçin bir cikmazdan söz ediyoruz? Niye döne döne ifade özgürlügü, ya da diger alanlardaki cikmazlardan söz ediyoruz? Bunun bir nedeni olmali. Önce bunun nedenini aciga cikarmamiz, en azindan deginmemiz gerektigini düsünüyorum. Hepinizin bildigi gibi, 1999`da Helsinki zirvesi ile Türkiyenin Avrupa Birligine aday ilan edilmesi, Türkiyede bir sürecin baslangici oldu. Türkiye-Avrupa Birligi süreci diyebiliriz biz bu sürece. Ve bu sürec icerisinde, aday ülke olmanin yükümlülükleri dolayısıyla, özellikle Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirme yükümlülügü dolayısıyla Türkiyede bir sürü anayasal ve yasal iyilestirme cabalari, pratikleri gerceklestirildi. Kimileri buna reform diyor, ama ben, iyilestirme ya da normallesme sözünü daha uygun görüyorum acikcasi. Ancak bu tabii bu sürec icerisinde asil hedef Türkiyede bütün bu kurallariyle bir demokrasiyi kurmak, ya da bütün hak ve özgürlükleri, insan haklarıni Türkiye yurttaslarinin hak ettigi bir düzen olarak, bir haklar sinsilesi olarak, yasama gecirmek niyeti çok da egemen değildir. Asil amac, Avupa Birligi ile iliskileri koparmadan ve minimum adimlarla, AB`yi ikna edecek ölcüde yaparak o süreci atlatmaktir. Ve, genel olarak da, eskiden beri süre gelen Türkiyedeki hak ve özgürlüklerin kontrol altinda tutulmasi, kontrolden cikmamasi yaklasimi korundu. Anayasa degisiklikleri yapildi, yasalar degistirildi ve önemli sayilabilecek adimlar atildi. Biz de bunu aslinda son derece önemsedik. Hatta belki gereginden fazla önemsedik. Bunun bir sebebi vardi. Mevcut sürecin devam etmesini istiyorduk. Eksiklerin, ya da ardindaki zihniyetin yetersizligi de olsa, bu sürecin devam etmesi halinde, ileride daha positif bir durumun ortaya cikabilecegi ve bu konuda calismalar yürütenlerin,ya da hükümetlerin özendirilebilecegi, tesvik edilebilecegi düsüncesiyle biz de bunlari çok önemsedik, ve zaman zaman da, bana kalirsa, görevimiz olmamakla birlikte, dillendirdik. Cünkü, insan hakları kuruluslarinin görevi o ülkedeki hak ve özgürlüklerin ne kadar iyilestigini, ya da ne kadar iyi yürüdügünü anlatmak değil. Aslinda temelde insan hakları kuruluslarinin asil islevi, asil görevi, o ülkedeki insan hak ve özgürlükleri konusundaki sorunlarin aciga cikmasi, vakalarin takibi ve olumsuzluklarin düzeltilmesi konusunda bir caba göstermektir. Ama biz buna ek olarak, yapilanlari da vurgulamayi, bu amacla ve özendirme adina bunu yaptik. Bu anlayis nedeni ile yapilan bu degisikliklerde bir defa özde bir degisiklik yapilmamaya özen gösterildi. Bunun örneklerini verecegim. Özde, esas olarak tümüyle o alani degistirecek degisikliklerden kacinildi. Zaman kazanmaya yönelik, veya iknaya yönelik AB`yi inandirmaya yönelik egilimler hakim oldu. Bunun da yetinilmedi. Bir seyleri düzeltirken, onlardan olusacak boslugu doldurmak üzere, yeni yasak tanlar cikarildi, ya da baska degisiklikler yapildi. Ve, o kontrol mekanizmasinin islemesinin zemini hep korundu. Bir baska önemli bir husus: Yapilan degisiklikler de pratige yansitilmadi. Yansitilmamasina calisildi. Cünkü bir toplumsal proje değildi bu. Yani Türkiye yurttaslarinin yasamini degistirmeye, iliskilerini degistirmeye, yönetim tarzini degistirmeye, yurttaslarin yönetime katilimini saglamaya yönelik bir irade yok, temel olarak yok. Dolayısıyla de yapilan yasa degisiklikleri, biraz da AB`nin zorlamasi ile yapildigindan, bu yapilmak zorunda kalinanlarin da pratige yansimamasi acisindan, ya yönetmelikler söz konusuysa, yönetmelikler cikarilmadi ve uygulanmak istenmedi, ya da yönetmelikler cikarilirken yasada verilen haklar kisitlandi, sinirlandirildi veya kullandirilamadi. Buna çok ciddi özen gösterildi. Yönetmelige bagli olmayan hususlarda ise, hakların kullanimi acisindan pratige yansimamasina yine dikkat edildi. Örnek vereyim: Şimdi, ceza yasasinda ifade özgürlügü acisindan en temel sorunlu maddeler olan, 159, 312. ve terörle mücadele yasasinin 8. maddesi, defalarca degistirildi. Defalarca degistirildi, ama orada asil olan, yine düsünce ve ifadenin kontrol altinda tutulmasi oldugu için, yapilan her degisiklik itiraza ugradi, sorunlar yaratti, yeniden degisiklikler yapilmaya calisildi. Bu tabii ayni zamanda beraberinde milliyetci bir tepkiyi de getirdi. Cünkü bunlar yapilirken, yapilmasi gereken seyler olarak yansitilmadi topluma, yani “Biz zaten yapiyoruz, yaptik, iste gayet güzel degistirdik ama Avrupa Birligi begenmedi, o yüzden ikinci kez degistiriyoruz.” mesaji verildi topluma, toplumdaki o milliyetci refleksin harekete gecmesi de, bilerek ya da bilmiyerek, saglanmis oldu. Bunlar yapilirken, bu degistirilme süreci icerisinde 8. madde kaldirildi, iste 159. ve 312. madde de, hatta 169. maddede degisiklikler yapildi. Daha sonra ama, ama daha sonra, bu yapilan degisikliklere rağmen, yaratilan bir bosluk var, tam amaca uygun olarak bir denetim saglanamadigi düsüncesiyle,ve yeniden bu yasalar, bu maddeler yeni düzenlemelere serpistirildi. Özellikle ceza yasasina serpistirildi. Mesela 159. madde yerine, 159. maddeyi kaldirmak yerine, yani biliyorşunuz 159. madde devletin degisik güclerine ve temsilcilerine hakareti düzenleyen bir madde bu, benim bildigim kadariyle, Avrupanin hic bir ülkesinde de böyle bir madde yok. Bu madde, tümüyle kaldirilmak yerine, iste yeni yasada 301. maddeye konuldu. 312. madde yerine, 216. madde getirildi ve yeni ifade özgürlügünü sinirlayacak yeni suc tipleri de getirildi buna bagli olarak. Yani nedir? Adil yargilamayi etkileme adi altinda, 277. ve 288. maddeler getirildi. Şimdi bunlar ilk bakista, bagimsiz yargiyi korumaya yönelik, ya da bagimsiz yarginin islemesini, ve onun bagimsiz ve tarafsiz bir sekilde karar vermesine, dışardan yapilacak etkileri önlemeye yönelik olarak düsünülebilir. Ilk bakista böyle. Ama bizdeki yasalar, bakis acisi itibariyle, düsünceyi ve ifadeyi kontrol altinda tutma olarak görüldügü için, bu maddeler yargiyi koruma değil, aksine düsünceyi sinirlama amaciyla kullanildi, ki bunun iste kurbanlarindan iki kisi aramizda: Sayin Oran ve sayin Kaboğlu. Bir çok aydinimiz da yine bu maddelerle yargilandilar ya da yargilaniyorlar. Bir baska husus, mesela DGM kaldirildi. Bu pozitif bir gelisme. Ama bunun yerine, hic DGM`yi aratmayacak sekilde, özel görevli ariza mahkemeleri kuruldu. Yani, degisen bir sey yok. Yine ayni suclara bakiyor, yine bölgesel bir mahkeme niteliginde, hic bir sey degismedi. Binalar ayni, yargiclar ayni, sadece levha degisti. Devlet Güvenlik Mahkemesi kurulus yasasindaki olaganüstü yargilama yöntemleri bu defa yine ceza yargilama yasasinda degisiklik yapmak suretiyle, itirazlar üzerine, degisik bir suretle oraya dahil edildi. Yani hicbir sey anlamda, ya da hicbir sey demek belki doğru olmaz ama, yani önemli ölcüde eski yapi korunmaya calisildi. Yapilan degisiklikler, özellikle kültürel haklar konusunda yapilan degisiklikler. Ya yönetmeliklerle sinirlandi, ya da uygulamaya yansitilmadi. Bir örnek vereyim: 2002`de bu geleneksel olarak bu Türkiyede kullanilan dillerin, dillerle yayin yapilmasi kabul edildi. Bakin, Kürtce sözünü kullanmamak için bu kadar dolambacli bir sey kullanildi. Zihniyeti vurgulamasi acisindan söylüyorum bunu. 1992`de insan hakları dernegi genel kurulunda, Vedat Aydin, Diyarbakir sube baskani olarak, Vedat Aydin bir konusma yapmisti, Kürtce, ve bunun üzerine göz altina alinip, tutuklandi. Yargilama sirasinda, siyasal bir tepki olarak, Kürtce konustu. Sorguşunu Kürtce yapti. Bu, tutanaklara nasil gecti dersiniz? Yani, Kürtce konustu diye gecmedi. “Ne oldugu anlasilamayan bir dille konustu.” diye gecti. Şimdi ayni mantik, ayni mantik, temelde Kürtce hedeflenmekke birlikte, sadece ve sadece Kürtce sözünü kullanmamak için, herhangi bir yasada Kürtce sözü gecmesin diye, “geleneksel olarak kullanilan diller” sözü kullanildi. Ve, 2002`de kabul edildi. Ama ne oldu? Ancak 2006`nin ilk aylarinda, Diyarbakirda, 2 televizyon, Urfada 1 radyo, Kürtce, o da olaganüstü sinirlandirilmalarla, yayin yapma hakkini elde etti. Yani aradan 4 yil gecti. Yine ayni sekilde, diger alanlardaki, özellikle işkence konusu son derece ilginc. Işkenceye sifir tolerans denildi, bu adeta hükümetin simgesel bir söylemi oldu. Fakat, işkence uygulamalari devam etti, daha da önemlisi, hadi işkence uygulamalarini bireyse, ya da yerel, tek tek arizi durumlar olarak degerlendirmek zorunda birakilsak dahi, bunun ötesinde işkencecilerin korunmasi uygulamasi devam etti. Yani, bu nedir? Işkencecilerin cezasiz kalmasi. Davalar ve bütün mekanizmalar bu işkenceleri korumaya göre kurgulanmis. Sorusturma yapilirken ya sorusturmaya gerek olmadigi karari veriliyor, veya dava acilirsa mahkeme ceza vermemek için elinden geleni yapiyor, veya ceza vermek zorunda kalirsa, sucun niteligini degistiriyor, verecegi cezanin minimumunu veriyor ve onu da yasanin kendışine tanidigi bütün olanaklari kullanarak, kisinin özgürlügünü sinirlamayacak ölcüde uyguluyor. Biz insan hakları dernegi olarak, 52 işkence davasini izledik. Ve bütün bu davalarda genel olarak görünen suydu ki, işkenceci her asamada korunuyor. Sadece de bununla da yetinilmiyor, işkenceciler terfi ettiriliyor. Daha kritik görevlere getiriliyor. Peki, şimdi bunlarin sonucu ne oldu? Tabii bunun sonucu, 2004`e de geldigimizde, düsünce suc olmaya devam etti. Ifade özgürlügü bir çok yasa maddesiyle yine suc olmaya devam etti. Işkenceye sifir tolerans söylemine rağmen, yine işkence uygulamalari devam etti. Iste, işkencecilerin korunmasi uygulamasi devam etti, kültürel hakların fiilen kullanimi, ne yazik ki, gerceklestirilemedi. Örgütlenme özgürlügü acisindan bakarsak, ceza genel kurulunun vermis oldugu bozmak karari nedeniyle “Egitimsen” gibi, Türkiyenin en büyük egitim kuruluşunun kapatilmasi gündeme geldi. Bu kapatmadan kurtulabilmek için Egitimsen tüzügünü degistirmek zorunda kaldi. Bunun da sebebi, sadece tüzügünde anadilde egitimi savundugu için. Daha yeni, Diyarbakirda, Diyarbakir Kürtlerin kapatilmasina karar verildi. Ayni hak ve özgürlüklerin durumu böyleyken, yönetim zihniyetinde de bir degisiklik yapilmadi. Sorunlarin çözümü ve bakis acisinda da bir degisiklik yoktu. Yani, sorunlar, toplumsal sorunlar, basta Kürt sorunu olmak üzere, baski, siddet ve zorla öteleme gelenegi ve uygulamasi aynen sürdü. Şimdi peki, böyle olunca, dedigim gibi, hic mi positif bir sey yoktu? Yani bu sürec bosuna mi yasandi, yani 99 ve 2004 süreci bosuna mi yasandi, diye düsünmek gerekir. Hayir, tabii ki bosuna yasanmadi. Yani, bütün bunlara rağmen, bütün bu eksikliklere rağmen, gelecege yönelik umutlu ve pozitif hava vardi. Yani mevcut eksikliklerin, aksakliklarin, uygulamadan kaynaklanan, anayasadan kaynaklanan, yasadan kaynaklanan bütün sorunlarin çözümlenecegine iliskin, adim atilacagina iliskin en azindan pozitif bir hava vardi. Yine hak ve özgürlüklerin savunulmasinda yeni enstrümanlar, yeni araclar edindik. Yeni yasal olanaklar elde ettik. Atiyorum, mesela anayasanin 90. maddesindeki degisiklik, uluslararasi sözlesmelere yapilan atif ve uluslararasi sözlesmelerin önceliginin kabul edilmis olmasi, müthis bir hak ve özgürlükleri savunma konusunda yeni bir olanak, yeni bir firsat yaratti tabii. Yeni denetim mekanizmalari olustu. Yeni denetim mekanizmalari derken, Avrupa Birligi süreci icerisinde ilerleme raporu hazirlama dönemlerinde, dönem dönem Avrupa Birligi ve Avrupa Konseyi heyetleri gelip, Türkiyede ne oluyor, ne bitiyor diye baktilar. Sivil toplumun ve insan hakları kuruluslarinin bu toplumsal olaylarla ilgili düsünceleri daha etkili olmaya basladi, cünkü o ilerleme raporlarina yansidi bu düsünceler. Bir önemli sonucu daha, bir defa insan hakları ve özgürlükler bilinci yerlesti. Daha gelisti. Yani insanlar, liberal düsünce derneginin bir anketine göre, insanlara soruldugunda, cogu, en taninan, en bilinen insan hakları kurulusu olarak Avrupa Insan Hakları Mahkemesini söylemis. Demek ki, halk Avrupa Insan Hakları Mahkemesi diye bir mahkemenin var oldugunu ögrenmis. Ve bize, gerek dernege, gerekse bir avukat olarak bana yapilan basvurulardan, ben şunu anliyorum: Artik insanlar, özel hukuk olsun, kamu alani olsun, hangi alanda olursa olsun, haksizliga ugradigina inaniyorsa, bir sekilde Avrupa Insan Hakları Mahkemesine gidecegini ve oradan hakkinin teslim edilecegine inaniyor. Bu önemli bir asamadir. Hak ve özgürlükteki bir genislemeyi, bir gelismeyi de ifade ediyor. O yüzden de hepimiz bu sürecin devam etmesini istedik, cünkü, evet, hem sikayet ediyoruz, hem eksikleri söylüyoruz, ama bir taraftan da sürecin kopmamasi ve devam etmesi için cabaliyoruz. Ve böylece biz geldik 2004`ün 17 Araligina. 17 Aralik öncesi hükümet ve Türkiye aslinda yapacaklarinin limitine gelmisti bana göre. Ondan sonra atilacak adimlar Türkiyenin temel sistemini etkileyecek adimlardi. Yani, Türkiyenin kirmizi cizgileriyle ilgili alanlardi. Hem askerin siyaset üzerindeki etkisini bir sekilde degistirecek düzenlemeler yapmasi gerekiyordu. Bir baska önemli alan ki, o alana hic el vurulmamisti, yarginin bagimsizligini ve tarafsizligini saglayici, hukukun üstünlügünü saglayici degisiklikler temel olarak yapilmamisti. Ve o alan sanki yokmus gibi kabul edildi. Sadece bazi yasalar degistirildi. Ama yargi mekanizmasinin isleyisi konusunda çok fazla bir sey yapilmadi. Bunun bana göre iki nedeni vardi: Bunu hükümet de istemiyordu, hükümet dışi devlet kurumlari, özellikle askerler de istemiyordu. Hükümet yargiya su veya bu sekilde isi düsecegini ve yargi yoluyla kendi bir takim beklentilerini karsilayabilecegini düsünüyordu, öteki ise zaten yarginin kendi inisiyatifinde ve kendi denetiminde oldugu düsüncesiyle, oraya, o alana el atilmamasini zaten istiyordu. Dolayısıyla o alana el atilmamisti, sira ona gelmisti, eger ona el atilsaydi, orda ciddi problemler cikacakti. Iste bu azinlik hakları veya kültürel haklar konusunda daha fazla atilacak adimlar, Kürt meselesi ile ilgili olarak, Ermeni meselesi ile ilgili olarak, gayrimülüm yurttaslarin sorunlari ile ilgili olarak, devletin temel politikalarini etkileyici noktaya gelmisti. Dolayısıyla limite gelmisti ve hemen hükümetin o tavri da bir anlamda belli oldu. Bunun iki isareti vardi 17 Araliktan önce: Birisi, hocalarimizin hazirladigi, danisma kurulu adina hazirladiklari, bu azinliklar raporu üzerine yaratilan firtinaydi. Bizzat basbakan ve basbakan yardimcisinin da içine girdigi tartismaydi. Yani, düsünün ki ifade özgürlügüne sahip cikan, özgürlükcü oldugunu, reformcu oldugunu söyleyen hükümet, kendi olusturdugu bir kurumun raporu karsisinda müthis bir saldiriya geçmişti. Bu zaten hükümetin bundan sonraki asamasi için bana göre ciddi bir isaretti. Ikinci önemli isaret, Avrupa Birliginin Ekim ayinda yayinladigi ilerleme raporuydu, 2004. Bu ilerleme raporunda Aleviler ve Kürtler azinlik olarak nitelendirilmisti. Iste burada, bu ilerleme raporu üzerine büyük firtinalar yaratildi ve böylece, bu hava icerisinde 17 Araliga gelindi. 17 Aralikta, 3 Ekimde müzakerelerin baslamasina karar verildi. Hemen hükümet degisti, hemen devletin etkili ve yetkili organlari degisti. Neydi degisen? Bir: Dediler ki:” Biz müzakere tarihi verildi, biz Kopenhag siyasi kriterlerinin tümüyle gerceklestirdik. Türkiyenin bu konuda hicbir eksigi yoktur. Avrupa Birligi eger bu konuda bir seyler söylüyorsa, cifte standard uyguluyor. Bize haksizlik yapiyor” Iki: “Avrupa zaten ikiyüzlülük yapiyor, gelen heyetler niye Diyarbakira gidiyor da Erzuruma gitmiyor?” demeye basladilar. Hükümette böyle bir isteksizlik, arti uzun süre bas müzakereci atanmadi. Bakin, bununla Avrupaya: “Bu zaten bizim için çok da yasamsal bir sey değil.” mesaji verildi. Uzun süre atanmadi. Atanan kisiye baktik, ekonomiden sorumlu devlet bakani Ali Babacan atandi. Şimdi bakin, buradaki bas müzakerecinin kisiligi önemlidir. Hükümetin ve devletin bakisini yansitir. Burda da hükümet bir mesaj veriyordu: “Biz müzakere sürecini teknik bir sürec olarak algiliyoruz. Yani siyasi bir sürec değildir, teknik bir sürectir, Kopenhag siyasi kriterleri sayfasi kapanmistir, o yüzden de bu konulardan iyi anlayan, teknik anlamda uzman olan birisini biz bas müzakereci yapiyoruz.” Biliyorşunuz ki, Babacan hicbir zaman siyasi anlamda ön plana cikan birisi değildir. Normal olarak, eger özgürlüklere agirlik verilmis olsa idi, siyasi kimligi daha öne cikmis olan, örnegin Abdullah Gülün bas müzakereci olmasi bekleniyordu. Bunlar rastlanti değil aslinda. Yani, Abdullah Gül yerine Ali Babacanin bas müzakereci yapilmsi hic de tesadüf bir sey değil. Şimdi, 17 Aralikta müzakere sonrasindaki, bu müzakere tarihi verilmesinden sonraki bu söylem ve tereddüt, aslinda Avrupa Birligine temede karsi olan, yapilanlara temelde karsi olan ama bir sekilde sesini yükseltemeyen, yükseltmeyen kesinmin de sahneye cikmasina ve güclenmesine ve yüksek sesle dileklerini ifade etmesine olanak tanidi. Hemen arkasindan, iste 95 nevruzundaki bayrak olayi, basta genelkurmay olmak üzere, hükümetin en önde gelenlerinin katilmasiyla, özde vatandas, sözde vatandas tartismasina kadar götürüldü ve linc olaylari yasandi. Linc olaylari. Artik, bir takim insanlar, bir takim guruplar kendini yurtsever, vatansever, kendilerini Türkiyenin asil sahibi sayan kisiler ve guruplar kendilerini hem savci, hem yargic, hem de cellat yerine koyma hakkini elde ettiler. Ve, bütün bu yapilanlarda tavir suydu: Iste bunlar bir kisim tepki gösteren yurttaslardi. Digerleri ise toplumu tahrik eden, topluma zararli olan kesimlerdi. Ve çok ajite bir milliyetci ortam gelisti. Hükümet buna paralel olarak bunu dış politikada da gösterdi. Kerkük söylemi, Türkmenler ve Kürtler söylemi, Türkiyede çok sayida Kürdün yasadigi da unutulmak suretiyle, soy baglari öne cikarilmak suretiyle, dış politika etnik bir politikaya dönüstürüldü. Bu da topluma yine bir milliyetci bir unsur olarak yansidi, milliyetci dalgayi besleyen bir durum olarak yansidi. Bunun milliyetciligin tirmanmasindaki önemli nedenlerden bir tanesi olarak da, bu neo liberal dedigimiz, yeni bu küresel anlamdaki politikalarin, sosyal devlet ilkesini gözetmeyerek, çok böyle kati ve kesin bir sekilde uygulanmasi ve bunun da yurttaslarda tepki yaratmasi bir milliyetciligin beslenmesini yaratan bir baska kanal oldu diye düsünüyorum. Buna bagli olarak, iste ceza genel kurulunun verdigi karar var, anayasa mahkemesi yabancilara mülk satisiyla ilgili yasayi iptal etti. Ilk defa ceza yasasi, ceza usul yasasi, ceza infaz yasasinda, 94`den bu yana, yani 95`e kadar, ilk defa geriye doğru degisiklik yapildi. Yani, şimdi yapilanlar yalnisti, eksikti, ya da mevcut korunmaya calisiliyordu ama bir hedef vardi. Kimse geçmişe geriye gidildigi yönünde bir degisiklige tanik olmamisti. Ilk kez, bu yasalarin yürürlüge girecegi Nisanda yürürlüge konmayarak Hazirana ertelenerek, Hazirana kadar bu yasalarda çok ciddi geriye gidışler, özellikle adil yargilama ilkesiyle ilgili, yaratildi. Ve iste o Ermeni konferansi, Orhan Pamuk davasi, Baskin Oran, Ibrahim Kaboğlu davasi gibi davalar toplumun gündemine geldi ve burdan geldik Semdinliye. Baktik ki, biz devletin demokratiklestigini, özgürlestigini, iste reformlar gerceklestirdigini falan düsünürüken, bir de baktik ki, devletin icerisindeki taa olaganüstü dönemlerden gelen, kalan o illegal örgütlenmeler, yasadışi örgütlenmeler aslinda bekletiliyormus, canliymis. Bir anda Semdinlide yakayi ele verdiler, Semdinlide bir patlama oldu ve orada bir de baktik ki, yine devlet yargisiz infazlarin içinde, bombalamalarin içinde, yurttaslarin hak ve özgürlüklerinin yasadışi yöntemlerle sinirlandirilmasinin içinde oldugunu gördük ve arkasindan iste 28 Martta 14 PKK`linin öldürülmesinin arkasindan protestolar ve Diyarbakir olaylari geldi. Ve gördük ki, bu devlette aslinda işkence pratigi hicbir zaman bir kenara itilmemis. Sorgulama yöntemi olarak, ya da cezalandirma yöntemi olarak bu işkence hicbir zaman bitmemis. Cünkü Diyarbakirda göz altina alinan besyüzün üzerinde insanlarin tamamina, tamamina işkence yapilmis. Ve bunu anlatmadan gecemeyecegim. Diyarbakira olaylari incelemek üzere gittigimizde sokakta bir cocuk gurubu ile karsilastik. Onlarin icerisinde on yaslarinda olan bir cocuk önce dedi ki: “Ben sizi tanidim.” dedi, “ Dün televizyondaydiniz, siz insan haklarınin baskanisiniz.” dedi. Ve gülerek dedi ki: “Biliyormusunz, beni de göz altina aldilar.” dedi. “Peki, sana bir sey yaptilar mi? dedim, “Hayir” dedi “beni sadece dövdüler, beni yere yatirip cirilciplak soymadilar” dedi “digerlerini hem dövdüler, hem cirilciplak soydular” dedi. Bu bir cocugun ifadesiydi. Ben de dedim ki: “Iste biz bunun için geldik, bunlarin yasanmamasi için geldik.” Cocogun bana tepkisi su oldu: “ Yani, bundan sonra dayak yemeyecegiz değil mi?” Evet, bunlar cocuktu. Onbir kisi öldürüldü, onbir kisinin dördü yine cocuktu. Göz altina alinan besyüz kisinin yüzdoksanbir kisisi, yalnis hatirlamiyorsam, cocuktu. Ve bunlarin tamamina gercekten işkence uygulandi ki sistemde aslinda var olan o anormal durum aynen devam ediyordu. Sonra hemen arkasindan birseyler yürürlüge kondu, biliyorşunuz, Semdinli ile birlikte, iste bu protesto olaylarinda yasananlardan sonra. Ne oldu? Cumhuriyete saldiri oldu. Cumhuriyet gazetesine saldiri oldu. Hakkaride tam da böyle Semdinli olaylariyla ilgili davanin görüldügü bir günde bir gün bomba patladi ve cocuklar yaralandi. Arkasindan danistaya saldiri yapildi. Bütün bunlar, sonucta Türkiyede çok ciddi bir sekilde hak ve özgürlüklerin halen tehdit altinda oldugunu gösteriyor. Yani, son duruma baktigimizda o es ki umutlu bekleyis yerinek, kaygili, geriye gidebilecegimiz endışesi giderek hakim olmuş durumda. Ve her gün: “Acaba nerede, daha nasil bir komplo ile karsilasabiliriz, rejime nasil müdahale edilecek?” diye bir bekleyis var. Ve çok ciddi bir sorun olarak bu devam ediyor. Çok kisa bir sekilde Avrupanin tutumuna hemen bir kac kelimeyle deginmek istiyorum. Avrupa bir defa olaylari saskinlikla izliyor ve olaylari yorumlamakta zorluk cekiyor. Kendi ic tartismalari nedeniyle Türkiyenin bir an önce Kopenhag siyasi kriterlerini özellikle tümüyle gerceklestirip, demokrasisini gelistirip, Avrupa Birligine üye olmasi konusunda da çok israrli değil. Yani sürecin uzamasi Avrupanin da isine geliyor. Ayrica tabii kendi icerisindeki bu tartismalar nedeniyle Türkiye üzerinde eskisi kadar baski yapabilecek kredışi de yok. Yani eskis kadar Avrupa Türkiye üzerinde etkili değil diye düsünüyorum. Cünkü bu gelinen noktalarda Avrupanin takindigi tavrin da önemli ölcüde payi var. Yine Avrupalilarin, özellikle Türkiyedeki catismalar ve Kürt sorunu konusunda, olusturmus oldugu bir program yok, bir projesi yok Avrupanin. Ve bunu görmezden geliyor, ya da çok böyle ciliz bir sesle söylüyor, sadece ve sadece terör söyleminin arkasina siginmis durumda. Avrupalilar bunu “Efendim, iste Türkiyede terör var.” Tamam, diyelim ki terör eylemi var ve catismalar var. Doğrudur. Bu neyi çözecek? Bir Avrupali için, Türkiyedeki catismalari terör olarak söylemek, o catismada taraf olan birini terörist ilan etmek çok kolay. Onu ilgilendiren bir olay yok. Ama biz Türkiye yurttaslari acisindan bu bizim sorunumuza bir çözüm değil ki. Sonucta, yani militaniyla, askeriyle, polisiyle, siradan yurttasiyle ölen her insan bizim yurttasimiz. Ve her ölüm toplumsal sorunu, kirilmayi da daha derinlestiriyor. Demokratik ve bariscil çözüm hic konusulmuyor, hic tartisilmiyor. Bes madde halinde hemen bir cümle okuyacagim. Çözüm ne olabilir diye söyleyecegim. Bir defa Avrupa Birligi süreci devam etmeli diye düsünüyoruz. Birincisi bu. Ikincisi, Avrupa Birligi karsitlarinin, ve özellikle de iste özgürlükler ve bu reformlara karsi olanlarin, Türkiyeyi tekrar geriye götürmek isteyenlerin elini güclendirecek firsatlar yaratmamaya, vermemeye calismaliyiz. Bu catisma ortami bu anlamda bunlara bu olanagi taniyor. O yüzden, bir an önce Türkiyedeki catisma ortaminin sona ermesi gerekir. Bu catisma ortami onlarin taleplerini ve konumlarini daha da güclendirmesine yariyor. Ne Kürtler, ne de Türkler, ideal olani, tabii mücadeleyi Kürtlerin ve Türklerin demokrasi anlaminda ortaklasa yürütüp, ortak örgütlenmelerle dillendirmeleri, ki bun dün de ifade edildi. Ortak hedeflenmelere kilitlenmesi gerekiyor. Ancak, bana göre su anda ne Kürtler buna hazir, ne de Türkler buna hazir. Bana göre her iki tarafin da evlerinin önünü süpürecek durumlari var, önce kendi evlerini süpürmeleri gerekir. Daha sonra, özellikle de seçimler arifesinde bu iki kesim, yani Türkiyede demokrasi isteyen, özgürlüklerden yana olan, demokrasi cephesi diyebilecegimiz kesim, seçimler dolayısıyla is birligi yapip bir ortak program gelistirebilirler, daha sonra da ortak örgütlenmeler gerceklestirebilirler. Iste bunlarin en az AB kadar önemli oldugunu düsünüyorum. Çok ciddi bir potansiyelimiz var, aslinda bu yasananlar icerisinde ic dinamiklerin büyük rolü olmuştur bu gelismeler icerisinde. Su anda da son derece önemlidir, bu anlamda kendimize güvenmemiz, bana göre asil belirleyici olan ic dinamiklerdir. Avrupa Birliginin kolaylastirici bir rolü vardir, bu anlamda da onlarin o iliskisinin devam etmesi gerekir. Şimdilik söyleyeceklerim bunlar. Teşekkür ederim.