Mustafa Kemal Atatürk İle En Önemli Bilgiler Mustafa Kemal Atatürk



Yüklə 363,35 Kb.
səhifə4/6
tarix14.01.2018
ölçüsü363,35 Kb.
#37696
1   2   3   4   5   6

TBMM 24 Kasım 1934 yılında çıkardığı 2258 sayılı kanunla, Mustafa Kemal’e Türk’ün atası anlamını taşıyan “Atatürk” soyadını Türk milletinin bir şükran ifadesi olarak vermiştir. Yine 1934 yılı içerisinde çıkarılan yasayla insanlar arasındaki ayrıcalıkları belirten ağa, bey, hacı, hafız, paşa, molla, hanımefendi ve hazretleri gibi lakap ve unvanların kullanılması yasaklanmış, böylece soyadı  kullanımıyla da yasalar önünde insanların eşit bir hale gelmesi sağlanmıştır.

Milli Mücadelede gösterilen başarılardan dolayı verilen madalyaların kullanılması dışında, Osmanlı idarecilerinin verdiği her türlü nişan ve rütbelerin kullanılması yasaklanmıştır.

Şapka ve Kıyafet Devrimi

Atatürk yapmış olduğu devrimlerde Türk toplumunun uygar milletler gibi giyim ve kuşamda da ileri bir seviyede olmasını istemiştir. İşte bu yüzden yapacağı bazı devrimlere zemin hazırlamak açısından da oldukça önemli olan kılık ve kıyafet değişikliklerine oldukça önem vermiştir. Elbetteki bir düzen içerisinde bazı devrimler hayata geçiriliyor ve bu devrimlere toplum hazır oldukça devam ediliyordu.

Atatürk ilk olarak bir yurt gezisinde Kastamonu’da halkın karşısına şapka giyerek çıkmış ve toplumun ilk tepkilerini ölçmüştür.  Kastamonu’nun bir Anadolu şehri olması ve ilk tepkilerinin olumlu olması ile şapka giyilmesi toplumda kademe kademe rağbet görmüştür. Bu da yapılacak diğer devrimlere zemin hazırlamıştır. Atatürk bu konuda Nutuk’ta der ki: “Fesin kaldırılması zorunluydu. Çünkü fes, kafalarımızın üstünde, bilgisizliğin, bağnazlığın, uygarlık ve her türlü ilerleme karşısında duyulan nefretin bir simgesi gibi oturuyordu.” Buradan da anlaşılacağı üzere Atatürk fes’i her tülü ilerlemenin karşısında duran bir engel olarak görmekle aslında yapacağı bazı devrimlerinde müjdesini veriyordu.

İlk olarak konu Millet Meclisi’ne bir kanun teklifi olarak getirildi. Atatürk ilk önce Bakanlar Kurulu’nu toplayarak 2 Eylül 1925’te çok önemli üç kararname çıkarılmasını sağladı. Bu kararnameler: 1- Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin kararname, 2- İlmiye sınıfının kılığına ilişkin kararname, 3- Devlet memurlarının kılığına ilişkin kararnamedir. 25 Kasım 1925’te TBMM’de “Şapka Kanunu” kabul edilmiş, bu kanuna uymayanlar hakkında çeşitli ceza müeyyideleri uygulamaya konulmuştur.

Kadınların çarşaf, peçe gibi kıyafetler yerine çağdaş giysiler giymeleri sağlanmış, erkeklerde fes yerine şapka giyilmesi kanuni zorunluluk haline getirilmiştir.

3 Aralık 1934’te çıkarılan bir kanunla din adamlarının ibadet yerleri dışında dini kıyafetlerle gezmeleri yasaklanmış, yalnızca Diyanet İşleri Başkanı ve diğer dinlerin en yetkili kişilerinin özel kıyafetleri ile dolaşabilmelerine izin verilmiştir.

Harf Devrimi

Atatürk, 1926 yılından beri yaptırdığı araştırmaların sonucunda artık kullanılmakta olan Arap Alfabesi’nin zorluğuna karşın Latin Alfabesi’nin Türkçe’ye daha uygun bir lisan olduğu kanaatine varmıştı.

İlk olarak İstanbul Sarayburnu Parkı’nda 9 Ağustos 1928 gecesi düzenlenen bir şenlik sırasında halka hitaben şu konuşmayı yapmıştır: “Arkadaşlar, güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Arkadaşlar, bizim güzel ahenkli, zengin lisanımız yeni Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle behemehal pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlaşacağız ki, milletimizin yazısıyla kafasıyla bütün medeniyet aleminin yanında olduğunu gösterecektir. Vatandaşlar, yeni Türk harflerini çabuk öğreniniz. Bütün millete, kadına, erkeğe, köylüye, çobana, hamala, sandalcıya öğretiniz”

Yeni Türk Alfabesi’nin kabul edilmesinde sonra yurdun dört bir yanında Millet Mektepleri açılmış, halka yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Atatürk’te bu çalışmalara “Millet Mektepleri Başöğretmeni” sıfatıyla bizzat katılmıştır.

Cumhuriyet’in İlanı

29 Ekim 1923 yılında ilan edilen cumhuriyet tamamen halkın iradesini gözeten bir yönetim şeklidir. Cumhuriyet; demokratik bir ortamda, halkın kendi kendisini yönetecek kişileri seçme ve seçilme özgürlüğüdür. Atatürk’te bu rejim sistemini seçerek ülkesinin yönetiminde halkının söz sahibi olmasını istemiştir. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile babadan oğula geçen yönetim biçimi olan, padişahlıkta tamamen ortadan kaldırılmıştır.

Gerçekte TBMM`nin açıldığı tarih olan 23 Nisan 1920’de milli egemenliğin hakim kılındığı yeni bir devlet kurulmuştu ama Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği o günlerde bu yeni rejim sistemini açıklamak yada adını koymak milli birlik ve beraberlik açısından uygun görülmemişti.

Saltanatın kaldırılması ve Lozan Antlaşması’nın yapılmasından sonra, TBMM’de en çok tartışılan konulardan belki de en büyüğü yeni kurulan devletin niteliği sorunuydu. Bu yüzden yeni devlet rejiminin bir an evvel açık bir şekilde belirlenmesi gerekiyordu.

Mustafa Kemal Paşa 28 Ekim gecesi arkadaşlarına sorunun çözümüne ilişkin düşüncelerini açıkladı. İsmet İnönü ile beraber o gece devletin niteliğinin cumhuriyet olduğunu saptayan bir yasa tasarısı hazırladı.

Mustafa Kemal Paşa milletvekilleri ile bir bir görüşerek, hazırladıkları kanun tasarısı ile ilgili düşüncelerini öğrendi. Bu tasarıda “Hakimiyetin kayıtsız şartsız milletin olduğu ve Türkiye Devletinin hükümet şekli cumhuriyettir” gibi hükümler yer alıyordu. Görüşmelerin ardından parti grubunda cumhuriyetin ilanı kabul edildi. Hemen ardından Büyük Millet Meclisi toplandı  ve ilk önce anayasa komisyonunun tutanağı okundu. Bazı milletvekilleri cumhuriyet ile ilgili ateşli ve heyecanlı konuşmalar yaptılar. Ardından Şair Mehmet Efendi bütün milletvekillerini “yaşasın cumhuriyet” diye bağırmaya davet etti. Tüm milletvekilleri hep bir ağızdan “yaşasın cumhuriyet” diye bağırdılar. 29 Ekim 1923 günü kanun kabul edilerek yeni Türk Devletinin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştirilmiş oldu.

Atatürk’ün siyasal alanda yaptığı devrimlerden bir tanesi olan cumhuriyetin ilanı ile artık Türk milleti kendi yönetim şeklini de tamamen değiştirmiş bulunmaktaydı. 29 Ekim tarihinde anayasanın bu konuya ilişkin ilgili maddeleri değiştirilerek ülkenin yeni yönetim şeklide cumhuriyet olarak şekillendirilmiştir.

Oy birliği ile Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanlığına seçilerek, ilk Cumhurbaşkanımız olmuş ve kürsüye çıkarak şöyle demiştir: “Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır.”

Saltanatın Kaldırılması

Osmanlı Devleti’nin her döneminde hüküm süren saltanata artık bir son verilmeliydi.

TBMM’nin açılması ile başlayan yeni dönemde, bu konu değerlendirilmiş ve 1 Kasım 1922 tarihinde kabul edilen kanunla Saltanat kaldırılmış, halifelikte tamamen saltanattan ayrılmıştır.

Atılan bu önemli adım, Osmanlı Devleti’nin hukuki olarak sona erdiği manasına gelmekteydi. Yapılan bu büyük inkılap sayesinde uluslar arası yapılacak antlaşmalarda artık Osmanlı Devleti olmayacaktı.

20 Ocak 1921’de kabul edilen anayasa ile egemenliğin artık millete ait olduğu belirtilmişse de, o dönemde Kurtuluş Savaşı’nın devam etmesi nedeni ile saltanatın kaldırılabilmesi için şartlar henüz olgunlaşmamıştı.

Atatürk, Türk milletinin geleceği için yaptığı çalışmalarda istediği hedeflere bir bir ulaşıyordu. Mecliste yapmış olduğu konuşmada milletin kendi gayretleriyle bağımsızlığını kazandığını, bu yüzden saltanatın kaldırılması gerektiğini savunuyordu. Zaten Osmanlı devletinden kalma saltanatın devamı milli mücadelenin de ruhuna ters bir hal teşkil ediyordu.

1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış ancak halifelik makamı halen devam etmekteydi. Bu makama TBMM kararı ile Osmanlı sülalesinden Abdülmecit Efendi getirildi.

Halifeliğin Kaldırılması

İlk dört halife seçimle iş başına gelmesine rağmen, Emeviler zamanında bu sistem değiştirilmiş ve halifelik makamı babadan oğula geçer duruma getirilmişti. Abbasiler devrinde de bu saltanat dönemi devam etti. Aslında İslamiyet’in ilk yıllarında bu sistem bu şekilde işlemiyordu. Ancak daha sonraki devirlerde bu sistem amacı dışına çıkarılmış ve sadece saltanat haline dönüştürülerek belli bir zümrenin emrinde yanlış kullanılır hale getirilmiştir.

Halifelik zaman içerisinde Osmanlı Devleti tarafından kullanılmaya başlanmıştı. Bu durum bağımsızlığını kazanmış Türk Devleti’nin karşısında bir sorun olarak duruyordu.

1 Kasım 1922 tarihinde saltanat ve halifelik makamı birbirinden ayrılmış, saltanat tamamen kaldırılmış, halifenin yetkileri de sadece dini konular ile sınırlı bir hale getirilmişti. Halifelik makamında son olarak görevde bulunan Abdülmecit Efendi’nin de devlet işleri ile uğraşma girişimleri göz önüne alındığında, halifelik makamının gereksiz olduğu ve devlet adına sorunlar oluşturduğu gerçeği apaçık ortada duruyordu.

Atatürk bu sorunun biran evvel halledilmesi için çalışmalarda bulundu. 1 Mart 1924 tarihinde Atatürk’ün mecliste yaptığı konuşma ile halifeliğin kaldırılması gerektiği herkesçe kabul gördü. 3 Mart 1924’te TBMM tarafından çıkarılan bir kanunla halifelik kaldırılarak, yeni yapılacak ilke ve inkılapların önü tamamen açılmış oldu.

Halifeliğin kaldırılmasının sonuçları:

Yeni kurulan Türk Cumhuriyeti Devleti’nin laik düzene geçişi kolaylaştı.

Yapılacak ilke ve inkılapların önü açılmış oldu.

Saltanat ve Hilafet yanlılarının dayandığı en önemli güç odağı yok edildi.

Din işlerinin doğru ve düzenli bir şekilde işlemesinin çalışmalarına başlandı.

Atatürk İlkeleri

Devletçilik İlkesi

17.12.1923 tarihinde toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde, imparatorluk zamanından kalan bir çok sorunun çözüme kavuşması için çalışmalarda bulunan Mustafa Kemal, kongrenin açılış konuşmasında, “Bütün ulusun ve olanakların ülke kalkınması için, yapılacak bir program çerçevesinde seferber edilmesi” gerektiğini vurgulamıştır.

Ekonomik kalkınmanın üzerinde duran Atatürk, kısa zamanda yurdun kalkınabilmesi için çalışmalara hız vermiş, bu program dahilinde de Devletçilik ilkesini benimsemiştir.

Devletçilik ilkesi, “Türk toplumunun ve devletin, ekonomik ve sosyal kalkınmasını gerçekleştirilebilmesi için, devlet işletmeciliği ile özel sektör işletmeciliğinin hep birlikte, uyum içerisinde çalışması” demektir. Devletçilik, ekonomik ve sosyal kalkınma için yapılması gerekli işlerin ivedi yapılması demektir.

İnkilapçılık İlkesi

İnkılapçılık, en kısa anlamı ile yenilik demektir. Atatürk inkılapçılığı, eski ve faydası olmayan bir çok kurumların yıkılarak yerlerine çağın gereklerini yerine getirebilecek kurumların konulması anlamını taşır. Atatürk inkılapçılığı, faydalı olana yönelmeyi istemektir. Eski, geçerliliğini yitirmiş, faydasından çok zararı olacak işleri bir düzene sokmak demektir.

Atatürk her zaman yenilikçi bir insandı, onun istediği ülkenin sürekli ilerlemesi ve kalkınmasıydı. İşte bu yüzden Atatürk, her zaman yenilikçi bir yol izlenmesini isterdi.

Yeniliklere ayak uyduramayanların, her zaman geri planda kalan gelişmemiş ülkeler olduğunu hepimiz görmekteyiz. Ülkemizin ve milletimizin her zaman faydalı olan yeniliklere açık olması gerekir ki diğer dünya devletleriyle her zaman yarışabilsin.

Yeniliklere ayak uyduramayan milletlerin hayatında bir gün mutlaka çöküşler yaşanacaktır. Bu çöküşleri yaşamama adına, Atatürk inkılaplarına mutlaka sahip çıkmalıyız. O’nun bu inkılapçılık anlayışını her zaman yaşatmalı ve hep ileriye gidebilmenin yeni yollarını aramalıyız. Sadece yapılan inkılapları korumakla kalmayıp aklın, ilmin ve ileri teknolojinin yol göstericiliğinde hareket ederek, yeni atılımlarla çağdaşlaşmaya yönelmek gerektiğini hiç bir zaman unutmamalıyız.

Atatürk: “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşü ile medeni bir toplum haline ulaştırmaktır. İnkılaplarımızın ana ilkesi budur”  diyerek izlememiz gereken yolu en güzel şekilde tarif etmiştir. İnkılapçılık ilkesi çağdaş yaşamı yakalamanın anahtarıdır. 

Laiklik İlkesi

Laiklik, gerçek manada, din işleri ile devlet işlerinin ayrı tutulmasıdır. Herkes istediği gibi ibadetini yapabilir ancak hiç bir kimse başka bir kimseye dini konular üzerinde baskı yapamaz. Böyle bir tutum içinde bulunamaz. Burada gözetilen asıl amaç, tamamen din özgürlüğüdür. Laiklik ilkesinin asıl amacı, asla dinsizlik olayını ön plana çıkarmak değil, insanların dinini istediği gibi ve doğru bir şekilde yaşayabilmesidir.

Din tamamen insanla Allah arasında olan bir konudur. Bu yüzden herkes istediği gibi dinini yaşayabilme özgürlüğüne laiklik ilkesi ile kavuşmuş, olmaktadır.

Atatürk din konusunu çağdaş bir anlayış içerisinde değerlendirmiştir. Bu konuda da bir çok yenilikler gerçekleştirmiştir.  Medreselerin kaldırılması ve öğretimin birleştirilmesi laiklik adına atılan ilk adımlardır. Daha sonra ki zamanlarda, 1928 yılında yapılan bir değişiklikle “Türkiye devletinin dini islam dinidir” ibaresi kaldırılmış ve 1937 yılında da laiklik ilkesi açık bir şekilde anayasaya konmuştur.

İnsanların dinini daha rahat ve doğru bilgilerle yaşayabilmesi için din alimlerinin yetiştirilmesi sağlamıştır. İslam dininde ki “Dinde zorlama yoktur” inancı laiklik ilkesinde en güzel şekilde yansıtılmaktadır.

Laiklik, devletin din ve vicdan hürriyetini tanıması demektir. Koymuş olduğu yasalarla, din ve vicdan hürriyetinin yaşanmasında yardımcı olması demektir. Laiklik asla dinsizlik demek değildir, sadece devletin resmi dininin olmaması demektir. Çünkü din sadece insanın kendi şahsı ile Allah arasında olan bir şeydir.

Atatürk, “Bizim dinimiz en makul en tabii dindir ve ancak bundan dolayı en son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, ilme, fenne ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uymaktadır” demek suretiyle laiklik anlayışı konusunda insanların kafasında oluşabilecek tüm sorulara en güzel cevabı vermiş olmaktadır.

Halkçılık İlkesi

Atatürk’ün halkçılık ilkesi kurtuluş mücadelemizden kalan en anlamlı miraslardan birisidir. Nedenine gelince; Atatürk büyük kurtuluş mücadelemizi kongrelerle hazırlamaya başladığı sırada, hiç bir vatandaşımızı bulunduğu mevkiye, gruba veya topluma ayırmadan topyekün mücadele kararlılığı azminde bulunmuştur.

İşte bu yüzden Kurtuluş Savaşı ulusal bir nitelik taşır. Halkımız da kurtuluş mücadelesinde hiç bir tereddüde gerek bırakmadan, kendisini hiç bir kimseden farklı görmeden, kendisine yakışır bir vaziyette kol kola savaşı kazanmayı bilmiştir.

Halkımız kendisine düşen görevleri layıkıyla yerine getirmiştir



Kurtuluş savaşı sonrasında da halkımız her zaman yaptığı işlerle de birbirinden kopmamış, sanatkarından çiftçisine, işçisinden tüccarına kadar, yurdun kalkınmasında birbirlerine yardımcı olmuşlardır. Birbirlerine hep destekçi olmuş, birbirlerinin karşısında olmamışlardır.

Atatürk’ün Halkçılık İlkesinde devletin görevleri



Halkçılık, “Siyasal alanda, yönetimde, topyekün kalkınmada, ülke gelirlerinin dağılımında, devlet ve ulus imkanlarının kullanılmasında halk yararı gözetilmesidir” Devlette bu amaçlar doğrultusunda halkın yararına olan işleri desteklemek ve ortaya çıkacak engelleri kaldırmak, önlemler almak, yasalar çıkarmak, çeşitli düzenlemelere gitmekle her zaman halkının yanında olduğunu gösterir.

Halkımızda devletinin kendisine sağladığı bu olanaklardan en iyi şekilde yararlanarak çok çalışmalı ve ülke kaynaklarından en iyi şekilde faydalanarak ülkemizin gelir düzeyinin artmasına yardımcı olmalıdır. 

Milliyetçilik İlkesi

Sadece milliyetçilik kavramı, anlam ve içerik bakımından bir çok manada değerlendirilebilir.

Dünyada bir çok savaşların, özelliklede birinci dünya savaşının çıkış sebebi olarak bir çok milliyetçi akımların sebep olduğu görülmektedir. Bu tip milliyetçi akımlar bu yüzyıl içerisinde bile maalesef kendisini  gösterebilmektedir. Bu milliyetçi akımlar asla Atatürk milliyetçiliği ile karıştırılmamalıdır.

Atatürk ilkelerinden milliyetçilik ilkesinin ne manaya geldiğini inceleyelim.

Atatürk milliyetçiliği anlam bakımından tamamen, Türk vatanını ve milletini sevmek ve sahip çıkmakla beraber, diğer ulusların da bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne saygı göstermek demektir.

Atatürk bu duygu ile ulus kavramına oldukça önem vermiştir.O’na göre ulus; “Dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların meydana getirdiği sosyal ve siyasal bir topluluktur.”

Atatürk milliyetçiliğinde  ulus olmayı başaran milletlerin parçalanmasının oldukça güç olduğu anlatılmak istenmiştir. Ulusal kişilik ve benlik duygusu Atatürk milliyetçiliğinin ta kendisidir. Elde edilen başarılar tamamen ulusa mal edilmiş ve böylece ulus kavramı geliştirilmiştir.

Atatürk milliyetçiliği çok büyük bir hoşgörüyü de içinde barındırır. Sadece kendi ulusal varlığı ve birliğini değil diğer uluslarında varlığının ve birliğinin devamını arzu eder.

İşte bu yüzden Atatürk milliyetçiliği anlaşıldığı üzere, aynı vatan toprakları üzerinde yaşayan insanların birbirlerini sevmesi ve vatanına sahip çıkmasıdır. Her türlü iç ve dış tehlikelere karşı uyanık ve birlik içerisinde bulunduğumuz anda, Atatürk milliyetçiliği ilkesinin tam manasıyla anlaşıldığı ve hedefine ulaşmış olduğu görülecektir.

Yurtta barış dünyada barış” diyen ulu önder Atatürk, bu sözleriyle barışın en büyük temsilcisi olduğunu da gözler önüne sermektedir.



Cumhuriyetçilik İlkesi

Atatürk’ün gerçekleştirdiği bütün ilke ve inkılaplar Milletimizin çağdaş ve ileriye dönük bir çizgide ilerlemesi manasını taşır. Cumhuriyetçilik ilkesi en basit ve anlaşılır manasıyla halkın kendi kendisini yönetmesidir. Yani bir ülke sınırları içerisinde bulunan halkın, kendi huzur ve güvenini sağlayacağına inandığı kişileri seçme özgürlüğüdür. Dolayısıyla seçme ve seçilme hakkının verildiği demokratik bir rejim sistemidir cumhuriyet. Bu rejim sisteminde, insanlar arasındaki kuralların işlerliğinin sağlanması hukuk kuralları ile gerçekleşir.

Anayasaya dayalı olan hukuk kuralları, hiç bir zümreye, hiç bir topluluğa veya kişi yada kişilere ayrıcalık tanımaz. Bu yüzden devletin yönettiği kişilere, kişilerinde devlete karşı olan sorumlulukları yine hukuk kuralları ile belirlenir ve korunur. İşte Atatürk’ün Cumhuriyetçilik ilkesi tamamıyla devlet ve vatandaşların iç içe olduğu, halkın yine kendisinin seçtiği kişilerce yönetime katılmasının sağlanması manasını taşır.

Atatürk İnkilapları

Eğitim ve Kültür Alanında Yapılan İnkilaplar

1-Milli Eğitim



Eğitim Politikası

Eğitim, bir toplumdaki kültür değerlerini genç nesillere aktararak milletin birlik ve beraberlik içerisinde huzurlu bir şekilde yaşamasını sağlar.

Toplumun gelişimi, ilerlemesi ve çağdaşlaşması da eğitim sayesindedir.

Atatürk her konuda olduğu gibi, eğitim konusunda da yol gösterici olmuştur. Atatürk, güçlü bir eğitim anlayışının Türk milletini başarıya ulaştıracağını düşünerek, verilecek eğitimin milli, toplum gereksinimlerine uygun ve laik olmasını istemiştir. Bu doğrultuda eğitim politikasının dayandığı temeller şunlardır;

a-Eğitim sistemi milli olmalıdır: Atatürk’e göre, eğitim ve öğretim politikası, her anlamıyla milli bir nitelikte olmalıdır. Atatürk’ün “milli”lik anlayışı birleştirici ve bütünleştiricidir. Bunun sağlanması için de eğitimin dili ve yöntemi millileştirilmelidir. Eğitimin milli olmasından anlaşılan esaslar:



1-Türk devletinin dayandığı tam bağımsızlık ve milli egemenlik anlayışına uygun olması,
2-Milli birliği ve beraberliği güçlendirici olması,
3-Eğitim dilinin, yönteminin ve araçlarının milli olması,
4-
Atatürk ilkeleri’nin benimsenmesini ve uygulanmasını sağlayacak olmasıdır.

b-Eğitim sistemi çağdaş olmalıdır: Eğitimin, toplumsal hayatın gereksinmelerini karşılayıcı, ülkenin gerçeklerine ve çağın gereklerine uygun olması gerekir.

c-Eğitim sistemi laik olmalıdır: Milli bütünlüğün sağlanmasında laik bir eğitim ve öğretim büyük önem taşır. Fikri ve vicdanı hür nesillerin yetiştirilmesi, eğitimin laik olması ile mümkündür. Atatürkçülükte, eğitim ve öğretim alanında disiplin başarının anahtarıdır. Atatürk bu konuda şöyle demektedir: “…özellikle öğretim hayatında sıkı disiplin, başarının esasıdır…”

Atatürkçülük, her alanı bilime göre düzenlemeyi gerçekleştirecek milli eğitim sistemini öngörmektedir. Eğitim politikasının laikleşmesi hususunda önemli yenilikleri hedeflemiştir.

2-Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924)



Osmanlı döneminde medreselerde din eğitimi verilmeteydi. İlk medrese Orhan Bey döneminde İznik’te açılmıştı. Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu Sahn-ı Seman ve Kanuni Sultan Süleyman’ın kurduğu Süleymaniye medreselerinde pozitif bilimler okutulmuştu. XVl. yüzyılın sonlarından itibaren medreseler bozulmaya başlamış, pozitif bilimler ihmal edilmişti.

Osmanlı Devleti’nde eğitim veren okulların her birinde farklı eğitim uygulanmakta, farklı bilgiler verilmekteydi. Bunun sonucunda, dünya görüşleri ve değer yargıları birbirinden farklı kişiler yetişmekte, bu da toplumda kültür çatışmasına neden olmaktaydı.

Türkiye Cumhuriyeti, milli, demokratik ve laik bir toplum oluşturmayı amaçladığı için Osmanlı eğitim sisteminin değiştirilmesi gerekiyordu. Eğitim ve öğretim birleştirilmedikçe, milleti oluşturan kişileri aynı ideal ve amaçlar etrafında birleştirmek mümkün değildi. Bunu gerçekleştirmek amacıyla 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Kanunu kabul edildi. Böylece bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Türkiye’deki bütün eğitim ve öğretimin, sadece devletin denetimi altındaki okullarda yapılması sağlandı. Yabancı ve azınlık okullarının Milli Eğitim Bakanlığı’nca denetlenmesinin sağlanması sonucu, bu okulların zararlı çalışmaları önlenmiş oldu. Bundan başka, yabancı ve azınlık okullarının programlarına Türkçe kültür dersleri kondu. Bu dersler Türk öğretmenler tarafından okutulmaya başlandı.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün ülkeyi kapsayan çağdaş ve denetlenebilir bir eğitim sistemi oluşturmak amaçlanmıştır.

3-Medreselerin Kaldırılması



Medreseler, kişiler tarafından kurulan vakıf kuruluşlarıydı. Vakıfları parasal yönden denetleyen devlet, medreselerde sürdürülen eğitim ve öğretim işleriyle hiç ilgilenmezdi. Din adamı, müderris, kadı ve yönetici yetiştiren medreselerde okutulan dersler, daha çok din bilimleri ile alakalı olup, pozitif bilimlere çok az yer veriliyordu.

Medreseler, eğitim açısından gelişen dünyanın gerisinde kaldığından dolayı, orduya teknik eleman yetiştirmek için, batılı anlamda öğretim yapan hendesehaneler ile yine aynı yüzyılın sonlarında mühendishaneler açılmıştı.

Tanzimat döneminde, Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) kurularak eğitim ve öğretim, devletin bir görevi olarak benimsendi. Yine bu dönemde ortaokul, lise, sanat okulları ve öğretmen okulları açıldı. II. Abdülhamit döneminde ilkokul, ortaokul ve liselerin sayısı artırıldı.

Cumhuriyet ilan edildiği sırada, ülkedeki eğitim kurumlarının durumu bu şekildeydi. Ancak bir süre sonra medreseler kaldırılarak din adamı yetiştirmek amacıyla gerekli olan okullar devlet tarafından açıldı.

Yüklə 363,35 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin