Muhammed b. Hanefiyye’ye de dedi ki: “Allah’a yemin olsun ki, bu batıl bir sözdür...”
Süfyan b. Leyl şöyle diyor: Hasan b. Ali Kufe’den Medine’ye geldikten sonra huzuruna vardım. Onun huzurunda ezan hakkında bahis açıldı. Bizden birisi şöyle dedi: “Ezanın başlangıcı Abdullah b. Zeyd’in rüyası ile olmuştur.”
Hasan b. Ali ona şöyle buyurdu: “Ezanın makamı bu sözlerden çok yücedir. Cebrail gökte ikişer ikişer ezan okudu ve onu Peygamber (s.a.a)’e öğretti. Birer birer de ikame okudu, onu da Peygamber (s.a.a)’e öğretti...”[119]
Harun b. Sa’d, İmam Zeyn'ul-Abidin Ali b. Hüseyin’in oğlu şehit Zeyd’den şöyle rivayet ediyor: Babası İmam Hüseyin, o da babası Hz. Ali’den şöyle rivayet etmiştir: “Miraç gecesi -Peygamber (s.a.a)’i göklere götürüp oraları gezdirdiklerinde- ezanı O’na öğrettiler ve ona namaz farz oldu.”[120]
(24)
ÖMER’İN EZAN VE İKAMEDE “HAYYE ALA HAYR’İL-AMEL”İN SÖYLENMESİNİ YASAKLAMASI!
“Hayye ale hayr’il amel” cümlesi de Peygamber (s.a.a)’in zamanında ezan ve ikamenin bir parçasıydı. Ama ikinci halife dönemindeki valiler halka, en hayırlı amelin sadece Allah yolunda cihat etmek olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Böylece onların teveccühünü cihada yönlendirmek ve tüm çabalarını onun üzerinde temerküz haline getirmek istiyorlardı. Bu yüzden müezzinin “namaz en hayırlı ameldir” diye seslenmesinin, bu amaçlarıyla uyuşmadığını görüyorlardı. Hatta bu cümlenin ezanda baki kalmasının, Müslümanların cihat konusunda gevşemelerine sebep olacağından korkuyorlardı. Zira onlara göre eğer halk barış halinde bile olsa, namazın en hayırlı amel olduğunu anlarsa, sevap elde etmek için sadece onunla yetinecekti ve cihadın -sevabının daha az olmasına karşın- tehlikelerini kabul etmeyecekti.
O gün valilerin en büyük amaçları, İslam davetini yaymaya, doğu ve batıyı fethetmeye yönelikti. Memleketlerin fethi de halkı, kendilerini tehlikeye atmaya teşvik etmekle sağlanmaktaydı. Öyle ki Müslümanların gönüllerine cihat sevgisini yerleştirmek ve onlara, kıyamet günü kendisine ulaşmak istedikleri ve özlemini çektikleri en hayırlı amelin cihat olduğunu anlatmak gerekirdi.
Bu nedenle onlar “hayye ala hayr’il- amel” cümlesini ezandan atmaya ve kendi düşüncelerini, yüce ve mukaddes İslam şeriatının getirdiği şeyleri kabul etmekten öne geçirmeye karar verdiler! İşte bu yüzden Kuşçu’nun dediği gibi ikinci halife minberde şöyle dedi: “Üç şey Peygamber zamanında vardı ama ben onları yasaklıyor ve haram biliyorum. Kim bunları yaparsa cezalandıracağım: Kadın mutası, Temettü Haccı ve (ezanda) “hayye ale hayril amel” söylemek!!![121]
Daha sonra, Ömer’in böyle bir emir verdiğini kesin bilip şöyle diyor: “Ömer bu konuda kendi içtihadıyla amel etmiştir.”
Ömer’den sonra gelen Müslümanların geneli -elbette Ehl-i Beyt ve onlara tabi olanlar hariç- Ömer’e uyarak “hayye ala hayril amel” cümlesini ezan ve ikameden kaldırdılar! Bu cümle tarih boyunca Ehl-i Beyt ve onlara tabi olanların şiarı olmuş ve Şia mezhebinin kaçınılmaz itikatlarından sayılmıştır. Öyle ki “Fahh Şehidi” (Hüseyin b. Ali b. Hasan b. Ali b. Ebu Talip), Abbasi halifesi Hadi’nin zamanında Medine’de kıyam ettiğinde müezzine bu cümleyi ezanda okumasını emretti, o da okudu. Ebu’l-Ferec İsfahani, Fahh Şehidinin şerh-i halini ve onun şahadet macerasını “el-Mekatil’ut-Talibiyyin” adlı kitabında yazmıştır.
Fahh[122] Şehidinin kıyam macerasını yazan herkes, bunu açıkça beyan etmiştir. Halebi[123]şöyle nakleder: Abdullah b. Ömer ve İmam Zeyn'ul-Abidin Ali b. Hüseyin (a.s) ezanda “hayye ale’l- felah” cümlesinden sonra “hayye ala hayr’il- amel” derlerdi.
Yazar: Ehl-i Beyt ve onlara tabi olanların ezan ve ikamede bu cümleyi söyledikleri mütevatirdir. Eğer onların fıkıh ve hadis kitaplarına müracaat edecek olursanız, bunu açıkça görürsünüz.
Hatırlatma
Biz İmamiye Şiası yanında ezan 18 cüzdür:
Allah-u Ekber (4 defa)
Eşhed-u en lâ ilahe illellah (2 defa)
Eşhed-u enne Muhammed’en Resulullah (2’ defa)
Hayye ala hayr’il- amel (2 defa)
Allah-u Ekber (2 defa)
La ilahe illellah (2 defa).
İkame de 17 cüzdür. Aynen ezan gibidir; şu farkla ki ikişer ikişer söylenirler sadece ikamenin sonunda yer alan “La ilahe illallah” 1 defa söylenir. Ayrıca “Hayye ala hayr’il- amel” cümlesinden sonra iki defa da “qad qamet’is- salah” söylenir.
Peygamber (s.a.a)’in ismini söyledikten sonra O Hazrete salavat göndermek müstehaptır. Aynı şekilde Peygamber (s.a.a)’den sonra Hz. Ali’nin vilayetine şehadet vermek de müstehaptır. Yani ezan ve ikamede “Eşhed-u enne Emir’el-muminine Aliyyen veliyyullah” söylemek müstehaptır.
Kim ezan ve ikamede “Eşhedu enne Emir’el-muminine Aliyyen veliyyullah” sözünü söylemeyi bidat bilerse, kesinlikle yanılmıştır. Zira müezzinler genellikle ezan cüzleri arasında veya ezana başlamadan önce bir takım dua ve zikirler okurlar. Halbuki bu dua ve zikirlerin hiçbirisi Peygamber (s.a.a) tarafından söylenmemiştir. Ama aynı zamanda bidat ve haram da değildir. Zira müezzinler onları ezanın bir parçası bilmezler. Bilakis bunlar genel delillerin kapsamına girdiklerinden dolayı onları zikrediyorlar. Peygamber (s.a.a)’in risaletine şehadet verildikten sonra Hz. Ali’nin velayetine şahadet vermek de aynı hükmü taşımaktadır.
Buna ilaveten, ezan ve ikame esnasında söylenen kısa sözler (dua ve zikirler) ezan ve ikameyi batıl etmez ve bunların ezan ve ikamede söylenmesi haram değildir. Peki o zaman; bunlar bidat ve haramdır, sözleri nereden çıktı? Bu asırda Müslümanların safları arasında tefrika ve ayrılık çıkarmaktan amaç nedir?!!!
(25)
TALAK VE PEYGAMBER (S.A.A)’DEN
SONRA ONDA ÇIKARILAN BİDAT!
Şer’i hükümlere göre kocanın, eşini şer’i muhallil ( helal edici) olmadan bir daha nikâhlayamayıcı üçüncü talak, kişinin karısını iki kez boşayıp daha sonra ona geri dönmesinden sonra meydana gelen talâktır (boşamadır).
Şöyle ki, bir kez boşamış ama tekrar ona geri dönmüştür; ikinci kez boşamış yine ona geri dönmüştür. Eğer üçüncü kez boşayıp tekrar ona dönmek isterse, artık bu kadın ona helal olmaz. Ama bir başka erkekle (yani muhallille) evlenir ve o da onu boşarsa, o zaman önceki kocasına helal olur. İşte bu, meşhur üç talaktır ki, başka bir erkek o kadınla evlenmedikçe ilk kocasına helal olmaz. Nitekim Allah Teala Kur’ân-ı Kerim’de bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Boşama iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir”[124]
Yine şöyle buyuruyor:
“Eğer erkek kadını (üç defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helal olmaz”[125]
Şimdi Arap edebiyatı uzmanlarının bu ayetlerin lafızları hakkında ne söylediklerine bir bakalım: Zemahşeri Keşşaf tefsirinde şöyle der: “Talak”, salıvermek anlamındadır. Aynen “teslim” anlamında olan “selam” gibi.
“Merretan” (iki defa) yani bu talaklar aralıklı olmak üzere iki defa olmalıdır. Her defanın arasında fasıla olmalıdır. “Boşama iki defadır” derken amaç sadece “iki” değildir. Amaç onun tekrarını belirtmektir. Aynen şunun gibi: “Sümme irci’il- besare kerreteyn” Yani: “Sonra gözünü çevir de iki kez bak.”
“Bundan sonrası ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salıvermektir” cümlesine gelince; yani erkekler şu ihtiyara sahiptirler ki, eğer kendi kadınlarıyla yaşamak istiyorlarsa, onları iyilikle tutsunlar. Aksi takdirde, yeni bir hayat başlatmaları için onları güzel bir şekilde serbest bıraksınlar.
Bazı fakihler şöyle demişlerdir: “İki defa”dan maksat, talak-ı ric’inin iki defa oluşudur; diğerinden sonra öbürü. Zira üçüncü talaktan sonra artık dönüş yoktur. Ama eğer erkek kadını, iki talak-ı ric’iden sonra üçüncü kez boşarsa, kadın, muhallil olmadan (diğer biriyle evlenmeden) bir daha kendisine helal olmaz...
Yazar: Ayetten ilk etapta insanın zihnine ulaşan anlam, Ehl-i Sünnet’in büyük alim ve müfessiri Zemahşeri’nin izahıdır. Tüm Şia ve Sünni müfessirleri de böyle söylemişlerdir. Allah Teala’nın buyurduğu bu söz: “Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helal olmaz” hanımına; “Seni üç kez boşadım” diyen bir adamın söylediği bu sözü kapsamasına alması mümkün değildir. Elbette bundan önce iki defa ayrı zamanlarda fasılalı olarak boşar ve her birinden sonra ona dönerse, o başka. Bu durum herkes için açıktır.
Ama Ömer b. Hattab kendi hilafeti zamanında, bir lafızla, arada fasıla olmaksızın kadınlarını boşayan erkekleri görünce, bu yolla onları tembihlemek istedi! Ehl-i Sünnet’in rivayetleri, bu bidat’i Ömer’e nispet vermede oldukça açıktır.
Örneğin: Tavus-u Yemani şöyle diyor: “Üç talak, Ebu Sahba ve Ebu Bekir’in zamanında bir çeşit değil miydi?”
İbn-i Abbas şöyle cevap verdi: “Evet, bir çeşitti. Ama Ömer’in zamanında erkekler kadınlarını peş peşe (arada fasıla olmaksızın) boşadıklarından dolayı, Ömer de onların böyle boşamalarına izin verdi![126]
Yine İbn-i Abbas’tan hepsinin sahih olduğu değişik yollarla şöyle rivayet edilir: “Üç talak (boşama) Peygamber (s.a.a)’in, Ebu Bekir’in ve Ömer’in hilafetinin ilk iki yılında bir çeşitti. Ama Ömer şöyle dedi: “Halk çok sevdikleri bir iş hakkında acele ediyor. Bizim de onu onaylamamız ve onlar için bunu câiz kılmamız iyi olur!” Böylece bir lafızla üç talakı (arada fasıla olmaksızın üç kez boşamayı) onlar için câiz ilan etti![127]
Hakim-i Nişaburi bu hadisi Müstedrek’inde naklederek Buhari ve Müslim’in şartıyla sahih demiştir.
Zehebi de Telhis’ul-Müstedrek’te onun sahih olduğunu itiraf ederek Şeyheyn’in şartı ile nakletmiştir.[128]
Ahmed b. Hanbel de Müsned’inde[129] onu nakletmiştir. Diğerleri de kendi muteber kaynaklarında onu rivayet etmişlerdir. [130]
Seyyid Reşit Rıza da “el-Minar” adlı eserinin c. 4, s. 210’da onu Ebu Davut, Nesai, Hakim ve Beyhaki’den nakletmiş ve şöyle demiştir:
Peygamber (s.a.a) onun tersine hükmetti. Zira İbn-i Abbas eşi “Rükane”yi bir mecliste üç kez boşadı (arada fasıla olmaksızın bir defada üç talakla boşadı), sonra da çok pişman oldu. Daha sonra mevzuu Peygamber (s.a.a)’e açtı. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Onu nasıl boşadın?”
İbn-i Abbas: “Üç talakla boşadım.”
Peygamber (s.a.a): “Bir defada mı?”
İbn-i Abbas: “Evet.”
Peygamber (s.a.a): “Bu bir talak sayılır. İstediğin takdirde ona dönebilirsin.” [131]
Nesai, Mahremet b. Bukeyr’den, babasından, Muhammed b. Lubeyd’den rivayet eder ki: Peygamber (s.a.a)’e; “Bir adam karısını bir yerde üç talakla boşadı” diye haber verdiler. Peygamber (s.a.a) ayağa kalkarak sinirli bir şekilde şöyle buyurdu: “Ben olmama rağmen Allah’ın kitabıyla mı oynanıyor?” Bu sırada birisi kalkarak: “Ya Resulellah! Onu öldürmeyelim mi...?”[132]
Bu konuda bize ulaşan ve muteber olan daha nice hadisler vardır. Bu yüzden İslam alimlerinin onu mürsel olarak nakletmekte olduklarını görüyorsunuz. Örneğin: Halid Mısri “ed-Dimokratiyye” adlı kitabında şöyle yazıyor: “Ömer b. Hattab nerede maslahat görseydi, Kur’ân ve Sünnet-i Nebevi’nin kutsal dini naslarını terk ederdi! Örneğin: Kur’ân’ın, zekattan bir payın zayıf imanlıların gönlünü elde etmek için (Muellefet-u Gulub) ayırmasına, Peygamber (s.a.a) ve Ebu Bekir’in de onu ödemelerine rağmen Ömer şöyle dedi: “Biz İslam adına kimseye bir şey vermeyiz!!” Veya Peygamber (s.a.a) ve Ebu Bekir çocuklu cariyelerin satılmasını câiz bilmelerine karşın Ömer onu haram ediyor! Veya bir toplantıda verilen üç talakın (üç boşamanın), Peygamber (s.a.a)’in sünneti hükmüyle bir talak sayılmasına rağmen Ömer sünneti terk ederek icmayı bozuyor.” [133]
Üstat doktor Devalibi “Usul-u Fıkıh”[134]adlı kitabında Ömer’in bir lafızla üç talak meselesine gelince şöyle yazıyor: Ömer’in, zamanın değişim ve gereksinimine göre hükümlerin de değişebilir olduğu adı altında meydana getirdiği şeylerden birisi de, bir lafızla (arada zaman farkı olmadan) talakın işlerlik kazanmasıdır. Halbuki Peygamber (s.a.a)’in, Ebu Bekir’in ve Ömer’in de hilafetinin ilk dönemlerinde, eğer erkek bir lafızla karısını üç talak ile boşamış olsaydı bir talak sayılırdı. Nitekim sahih bir hadiste İbn-i Abbas’tan Ömer’in de şöyle dediği nakledilir: “Halk çok sevdikleri bir iş hakkında acele ediyorlar, ben de onu onaylıyorum.” Daha sonra onu câiz ilan ederek tespit etti.”
Daha sonra şöyle diyor: İbn-i Kayyim şöyle demiştir: “Ama Emir’ul-müminin Ömer (r.z), halkın talakı (boşamayı) küçük saydıklarını ve defalarca bir lafızla kadınlarını üç talakla boşadıklarını görünce, onların kendi yaptıklarıyla cezalandırmaları gerektiğini anladı. Halkın, bunu görünce bir lafızla üç talak vermeyi (boşamayı) terk etmeleri için bu talakı onayladı. Ömer bu işin o asırda onların faydasına olduğunu zannetti. Ama Peygamber (s.a.a), Ebu Bekir ve Ömer’in hilafetinin ilk dönemlerindeki vaziyet, o günler için daha münasipti. Zira o dönemde boşama azdı! Halk Allah’tan korkuyordu.”
Sonra şöyle devam ediyor: “Bu, zaman değişimi ile fetvanın da değiştiği[135] durumlardandır. Sahabe de Ömer’in güzel siyaseti ve halkı terbiye etme yöntemini anlamış ve onu kabul etmişlerdir[136] ve buna tasrih etmişlerdir.[137]
Daha sonra Devalibi şöyle diyor: İbn-i Kayyim, kendi bulunduğu zamanı değerlendirmiş ve ona göre hareket ederek Peygamber (s.a.a) zamanına dönüşün daha iyi olduğunu belirtmiştir. Zira onun zamanı değişmişti! Bir lafızla (arada fasıla olmaksızın) üç talak vermek, sahabe zamanında haram ve yasak sayılan şeylerin helal sayılabilmesi için bir kapıydı. Şöyle diyor: “Eğer cezalandırma, cezalandırılan şahısın yaptığı amelinden fazla olursa, onun terk edilmesi, Allah ve Resulü yanında daha iyidir.”[138]
Yine diyor ki: İbn-i Teymiye şöyle demiştir: “Eğer Ömer, halkın verdiği talakların abes olduğunu anladıklarını görseydi, mutlaka görüşü, Peygamber (s.a.a)’in zamanında olan üç talaka dönerdi.”
Daha sonra şöyle diyor: “İbn-i Kayyim ve İbn-i Teymiye’nin akıllarına gelen şey, şu anda Mısır’daki şer’i mahkemelerde yapılmaktadır. “Zaman değişimi ile hükümlerin de değişimi” kuralına uyulması için, Peygamber (s.a.a) asrındaki hakim olan duruma döndüler.[139]
(26)
ÖMER’İN MEŞHUR BİD’ATİ OLAN
TERAVİH NAMAZI!
Ömer’in kendi yanından çıkardığı ve nass karşısında içtihat ettiği konulardan birisi de teravih namazı kılınmasını emretmesidir. Zira teravih namazını Peygamber (s.a.a) getirmedi ve O’nun zamanında da yoktu. Hatta Ebu Bekir zamanında bile sabıkası yoktu. Allah (c.c) halkı, İstisqa (cemaatle kılınan yağmur) namazı hariç, müstehap ve nafile namazlarını cemaatle kılmaya davet etmemiştir.
Allah (c.c), sadece farz olan beş vakit günlük namazlarının cemaatle kılınmasını buyurmuştur. Bu namazları cemaatle kılmak müstehaptır. Aynı şekilde tavaf namazı, bayram namazları, ayet namazı ve cenaze namazını topluca cemaatle kılmak meşrudur.
Peygamber (s.a.a) şahsen, ramazan ayının nafile namazlarını cemaatsiz olarak yalnız başına kılardı. Halkı da nafile namazlarını kılmaya teşvik ederdi. Halk da bu namazları aynen Peygamber (s.a.a)’in kıldığı gibi kılardı.
Ebu Bekir’in hilafeti döneminde de (hicretin 13. yılına kadar sürmüştür) durum böyleydi.[140] Ömer hilafet makamına geçince, o yılın ramazan ayı orucunu, onda hiçbir değişiklik yapmadan yerine getirdi. Ama hicretin 14. yılı ramazan ayında bir grup sahabe ile mescide geldi. Halk nafile namazı kılıyordu. Bir grup kıyam halinde, bir grup rüku ve diğer bir grup da secde halindeydi. Diğer bir grup da oturup Kur’ân okuyor ya da zikir ile meşgul idi. Bu manzaradan hoşlanmayan Ömer, vaziyeti daha iyi duruma getirmeye karar verdi. Böylece onlar için ramazan gecelerinin başlangıcında teravih[141] namazını teşriy’ ederek herkesin ona katılmasını emretti!! Daha sonra bunu bütün şehirlere bir genelgeyle bildirdi. Medine’de iki kişiyi, bunlardan birisi erkekler, diğeri ise kadınlar için imamlık yapmak üzere teravih namazını kıldırmakla görevlendirdi!
Ramazan ayının sünnet namazları hakkındaki rivayetler tevatür haddine ulaşmıştır. Örneğin: Buhari ve Müslim şöyle naklederler: Peygamber (s.a.a) buyurdu: “Kim ramazan ayının müstehap namazlarını yerine getirirse, günahları bağışlanmış olur.” Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe vaziyet böyleydi. Yani halk aynen Peygamber (s.a.a) gibi ramazan ayı nafile namazlarını kılardı ve onda hiçbir değişiklik meydana gelmedi. Ebu Bekir zamanında ve Ömer’in hilafetinin ilk yıllarında da durum böyleydi.[142]
Yine Buhari “Teravih” kitabında, Abdurrahman b. Abdukari’den şöyle rivayet eder: “Ramazan ayı gecelerinden birinde Ömer’le beraber Mescid-i Nebiye gittik. Halk grup grup ve dağınıktılar. Ömer şöyle dedi. “Bana göre, bunlar bir imama uyarlarsa daha iyi olur.” Daha sonra Ubey b. Ka’b’ın onlara imamlık etmesini emretti. Başka bir gece Ömer’le beraber mescide gittiğimizde halkın nafile namazını cemaatle kıldığını gördük. Ömer şöyle dedi: “Bu güzel bir bidattir!...”
Allame Kastalani[143] Ömer’in “Bu güzel bir bidattir” sözüne gelince şöyle yazıyor: “Onu bidat olarak nitelemesinin sebebi, Peygamber (s.a.a)’in, ramazan nafilelerinin cemaatle kılmasına emretmediğinden dolayıdır. Ebu Bekir’in zamanında da cemaatle kılınmıyordu. Gecenin ilk saatlerinde de kılınmıyordu, rekat sayıları da bu kadar değildi.”
Bunun benzerini, Tuhfet’ul-Bari’de ve Sahih-i Buhari’nin diğer şerhlerinde de nakletmişlerdir.
Ebu Velid Muhammed b. Şahne kendi tarih kitabında (Ravzat’ul-Menazir) hicri 23. Yıl olaylarında Ömer’in ölümünü anlatırken şöyle yazıyor: “Ömer, çocuklu cariyelerin satılmasını yasaklayan ilk şahıstır. Yine Ömer, cenaze namazında halkın 4 tekbir söylemesini emreden ilk şahıstır. Yine Ömer, halkın teravih namazını cemaatle kılmasını emreden ilk şahıstır!...”
Siyuti de “Tarih’ul-Hulefa” adlı kitabında, Ebu Hilal Askeri’den[144] naklen Ömer’in ilk olarak yaptığı işleri sayarken şöyle yazıyor: O “Emir’ul-Müminin” olarak çağırılan ilk şahıstır! Ramazan ayında teravih namazının cemaatle kılınmasını emreden ilk şahıs odur. Mut’a’yı haram kılan ilk şahıs odur. “Cenaze namazında dört tekbir söylenmelidir!” diyen ilk kişi odur.”
Muhammed b. Sa’d “Tabakat” adlı eserinin 3. cildinde Ömer’den bahsederken şöyle yazıyor: “O, Ramazan ayında teravih namazının cemaatle kılınmasını emreden ve bunu tüm şehirlere ferman olarak gönderen ilk şahıstır. Bu olay hicri 14. Yılda olmuştur. Medine’de, kadın ve erkeklere cemaat imamı olmaları için iki kişi belirledi.”
İbn-i Abdülbirr “el-İstiab” adlı eserinde, Ömer’in şerhi halinde şöyle yazıyor: “Ramazan ayını, toplu bir şekilde nafile namazı kılmakla nurlu kılan odur!”
Yazar: Bunlar -Allah bizim ve onların hatalarını bağışlasın- öyle zannediyorlar ki Ömer teravih namazıyla, Allah ve Resulünün, hikmetinden gafil oldukları bir şeyi meydana getirmiştir! Halbuki onlar, ilahi kanun ve nizamlardaki hikmetlerden gafil olmaya daha layıktırlar.
Ramazan ayı nafile namazlarının cemaatle kılınmasının reddiyesinde şöyle söylememiz yeterlidir: Allah, kullarının gecenin sessiz karanlığında yalnız başlarına O’na yönelmelerini ve O’nun dergahına yönelerek ağlamalarını, dua, zikir okumalarını, tüm ihtiyaçlarını O’ndan istemelerini ve O’nun geniş rahmetine göz dikmelerini, onlara sığınak verenin ve onları kurtaracak olanın sadece ve sadece rahman ve rahim olan Allah olduğunu bilmelerini istemektedir.
İşte bu yüzden Allah Teala nafileleri cemaat kaydından çıkarmış ve kulların yalnız başlarına istedikleri şekilde Allah’a yaklaşmalarını sağlamıştır. Bunları herkes istediği şekilde -tek başına veya birkaç kişinin yanında- yapabilir. Zira bunlar yapılabilecek en güzel işlerdir. Bu durum Peygamber (s.a.a)’den rivayet edilen hadislerde de geçmiştir. Ama cemaate bağlandığı zaman bu gibi özelliklerini kaybetmektedir.
Şunu da izafe edeyim ki; nafile namazlarının cemaat namazları kaydından kurtarılması ve onların evlerde tek başına yerine getirilmesi, evlerin de namazın bereket ve şerefinden nasipsiz kalmamalarına sebep olmaktadır. Bu yolla onun neşe, lezzet ve terbiye rolü de korunmuş olur. Zira çocuklar, anne baba ve dedelerine uyarak dindarlık ve Müslümanlık yolunu seçerler. Bu durum onların zihninde çok güzel bir etki bırakır.
Abdullah b. Mes’ud Peygamber (s.a.a)’den şöyle sordu: “Nafile namazını evde kılmak mı daha iyidir yoksa mescitte kılmak mı?”
Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Benim evimin mescide ne kadar yakın olduğunu görmüyor musun? Buna rağmen ben farz namazlar hariç diğer namazlarımı evde kılmayı seviyorum.”
Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel, İbn-i Mace ve İbn-i Hüzeyme kendi sahihlerinde nakletmişlerdir. Aynı şekilde Rüknüddin Abdülazim b. Abdulkavi Munziri’nin “et-Terğib ve’t-Terhib” adlı kitabının “Nafile Namazlarına Terğib” babında da gelmiştir.
Zeyd b. Sabit’ten şöyle dediği rivayet edilir: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Namazlarınızı evlerinizde kılın; zira farz namaz hariç insanın kıldığı en iyi namaz evinde kıldığı namazdır.”
Bu rivayeti Nesai ve İbn-i Huzeyme de sahihlerinde nakletmişlerdir.
Enes b. Malik şöyle diyor: Peygamber (s.a.a) buyurdular ki: “Bazı namazlarınızla evlerinize değer verin.”
Yine Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Allah’ın anıldığı ev ile O’nun anılmadığı ev, (aynen) diriyle ölü gibidir.”
Bu rivayeti Buhari ve Müslim nakletmişlerdir.
Cabir b. Abdullah Ensar şöyle diyor: Peygamber (s.a.a)şöyle buyurdu: “Sizden birisi namazını mescidde kıldığında, ondan bir pay da evi için ayırmalıdır. Allah Teala, evinde kıldığı namazda hayır kılmaktadır.”
Müslim ve diğerleri bu rivayeti nakletmişlerdir. İbn-i Mace de bu rivayeti senetleriyle beraber Ebu Said-i Hudri’den nakletmiştir. Bu konuyla ilgili rivayetler oldukça çoktur ama elinizdeki kitabın hacmini aşmaktadır.
Ama ihtiyatkar ve düzen ehli olan halife! Cemaat namazının şekil ve düzenini, pek çok toplumsal faydalarını ve ilahi şiarın onda daha iyi cilvelendiğini görmekteydi.
Bilinmesi gerekir ki, İslam şeriatı, bunların farkında olduğundan namazları iki kısma ayırmıştır. Farz namazları cemaat ile müstehap bilmiş, nafileleri ise diğer sebepler için karar kılmıştır. “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.”
(27)
CENAZE NAMAZINDA DÖRT TEKBİR
Peygamber (s.a.a) cenaze namazlarında beş tekbir söylüyordu. Ama ikinci halife dört tekbir söylenilmesi uygun gördü. Halkı da cenaze namazında dört tekbir söylemeye zorladı. Ehl-i Sünnet büyüklerinden bir grup bunu itiraf etmiştir. Örneğin: Siyuti, Ebu Hilal Askeri’den naklen “Tarih’ul-Hulefa” adlı eserinde ve İbn-i Şahne “Kamil-i İbn-i esir”in haşiyesinde basılan “Ravzat’ul-Menazir” adlı eserinde ve diğer araştırmacı alimler kendi kitaplarında bunu belirtmişlerdir.
Bu konu hakkında, Üstat Halid Muhammed Halid el-Mısri’nin “ed-Dimokratiyye” (demokrasi) kitabında yazılanlar, okurlarımız için yeterlidir. Üçüncü talak konusunda ondan bahsetmiştik.
Ahmed b. Hanbel Zeyd b. Erkam’dan naklen Abdula’la’dan şöyle nakleder: Cenaze namazında Zeyd b. Erkam’ın arkasında durdum. Zeyd beş tekbir söyledi. Abdullah b. Ebu Leyla yerinden kalkıp Zeyd’in elini tutarak şöyle dedi: “Unuttun mu?” Zeyd: “Hayır! Ben bir cenaze namazında Habibim Ebu’l-Kasım’ın (Hz. Muhammed) arkasında durarak cenaze namazı kıldım. O beş tekbir söyledi. Ben kesinlikle onu terk etmeyeceğim” dedi.[145]
Yazar: Zeyd b. Erkam, Sa’d b. Habte diye meşhur olan Sa’d b. Cübeyr’e (ki o da ashaptandır) cenaze namazı kıldı. O da beş tekbir söyledi.
İbn-i Hacer “el-İsabe” adlı kitabında Sa’d’ın şerhi halinde bunu nakletmiştir. İbn-i Kuteybe de “el-Maarif” adlı kitabında Sa’d’ın torunu Ebu Yusuf Kadı’nın şerhi halinde onu aktarmıştır.
Yine Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Abdullah el-Cabir yoluyla Hüzeyfe’den şöyle nakleder: Medain’de Hüzeyfe’nin kölesi İsa’nın arkasında bir cenaze namazı kıldım. O beş tekbir söyledi. Daha sonra bize dönerek şöyle dedi: “Yanlış yapmadım ve unutmadım da. Tam tersine sahibim ve veli nimetim Hüzeyfe b. Yeman gibi amel ettim. Zira o, bir cenaze namazında beş tekbir söyledi.”
O sırada bana dönerek şöyle dedi: “Yanlış yapmadım, unutmadım da; aynen Resul-i Ekrem (s.a.a) gibi tekbir söyledim.”[146]
(28)
ERKEK VE KIZ KARDEŞİN MİRAS ALMA
ŞARTI VE ÖMER’İN BİDATİ
Allah-u Teala Kur’ân-ı Kerim’de, erkek ve kız kardeşin mirası hakkında şöyle buyurmuştur:
“Senden fetva isterler. De ki: “Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklıyor: Eğer çocuğu olmayan bir kimse ölür de onun bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bunundur. Kız kardeş ölüp de çocuğu olmazsa, erkek kardeş ona varis olur. Kız kardeşler iki tane olursa (erkek kardeşlerinin) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer erkekli kadınlı daha fazla kardeş mevcut ise erkeğin hakkı iki kadın payı kadardır. Şaşırmamanız için Allah size açıklama yapıyor. Allah her şeyi bilmektedir.”[147]
Dostları ilə paylaş: |